İlişkiselci Perspektif – Bağlantısal Bütünsellik ve Posthümanizm

Öncelikle metni entelektüel heyecanıyla kaleme aldığımı ve makaleden ziyade deneme olarak kabul edilmesini beklediğimi ifade edeyim. Bağlantısallık, bütünsellik, akış, ilişkisellik, örüntü, oluş, belirme gibi kavramları yıllar süren fizik ve felsefe okumalarımdan çıkarmıştım. Zihin ve evren hususunda paralellik gösteren kimi yaklaşımlarımın, sosyal düzen için de geçerli olduğunu ya da uygulanabileceğini düşünmekteydim. Yeni bir mücadele arayışına paralel olarak yeni bir kültür paradigması üzerine gençliğim boyunca kafa yordum. Politik duruşum ekososyalist olsa da, felsefesiz paradigmanın beyhudeliği sebebiyle yola devam ettim. Bu hususta bir kitap da kaleme aldım. Akabinde ise yerelden çıkmış iki önemli eserle karşılaştım; Başak Ağın’ın Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu ve Türker Kılıç’ın Yeni Bilim: Bağlantısallık – Yeni Kültür: Yaşamdaşlık eserleri. İki kitabın yaklaşımlarında, geçmiş okuma ve düşünce serüvenlerimde keşfettiğim ortaklığın akademik çıktılarıyla karşılaştığımı söyleyebilirim. Metni olabildiğince kısa tutarak şekillendirecek ve hocalarımızın değerli kitaplarına bağlayarak sonlandıracağım.

Bilimsel ve Felsefi Perspektiflerin Gelişimi

Kopernik’e kadar, Antik Yunan düşünce sistemi ile Orta Çağ Hristiyanlığı arasında paralellik mevcuttu. Evrene bakıştan insanın evrendeki yerine kadar ortak paydada hiyerarşik bir anlayış bulunuyordu. Dönüp baktığımızda, tabii olarak Tanrısal yaklaşımın siyasala, sosyal düzene sirayet ettiğini görmekteyiz. Örneğin Papa ve Kilise’nin gücü sarsılmazdı, insanlar da —Tanrının birer göstergeleri olarak— onlara kendilerini teslim etmekteydi. Kopernik ilk darbeyi vurdu ve dünyanın evrenin merkezinde olmadığını belirtti. Ve teolojik kozmolojide yıkıcı sonuçlara yol açtı, teolojinin dünya-merkezci kozmolojik yaklaşımında Tanrının tahtının yeri belliydi. Ancak —ilk olarak Anaksimandros’ta bulabileceğimiz üzere— arz boşlukta dönmekteydi ve evren sonsuzdu, dünya sayısız gezegenden biriydi sadece. Kopernik’in kitabı lanetlendi, ne ki gerçek bir kere harekete geçmişti. İnsan aklına sınırlamalar getirdiği düşünülen din karşısındaki perspektifler durmayacaktı.

Özetler halinde devam edelim: Bacon-Descartes-Newton.

Bacon’ın eliyle insanın ve doğanın anlaşılması Tanrıdan bağımsızlaşıyordu. Ne ki bilgiyi edinmek doğayı anlamaktan ziyade ona hakim olmaktan geçmekteydi. (Modern dönemin yaklaşımları ve gelişen kapitalizm bu anlayışı sürdürdü.) Descartes ünlü “Cogito ergo sum”uyla bilginin kaynağını Tanrıdan alıp insanın kendisine verdi (Tanrı fikrini yok saymayarak), böylece rasyonel toplumun temelleri atılıyordu. Newton ise yeni yaklaşımlardaki eksik matematiksel formülü geliştirerek bulmacanın eksik parçasını tamamladı ve bitirici darbeyi indirdi. Hareket Tanrısal plana bağlı değil, doğanın mekanik işleyişine bağlıydı; “yer”de ne geçerliyse gökte de aynısı işliyordu. Bacon-Descartes-Newton yaklaşımı mutlakçı ve deterministti, Aydınlanma ile birlikte modern kapitalist süreçte aynı yaklaşımların sosyal işleyişe yansıdığını görmekteyiz. Örneğin saatle birlikte zamanın örgütlenişine, “rasyonel” devletin otoritesine, doğa talanına, “iktidarın gözü”nün gelişimine, evrensel ahlak sınırlamalarına veya makineleşmeyle birlikte emekçi yığınlar ile mesleklerin organize edilişine baktığımızda anlayabiliyoruz.

Darwin-Nietzsche-Freud üçlüsüyle genel kanaatlere darbe indirme girişimleri modern süreçte devam edecekti. Darwin insanın dünyada “bile” biyolojik olarak özel bir tür olmadığını, diğer hayvanlarla akrabalığı bulunduğunu söylüyordu. Ruh tarihin tozlu raflarına karışmalıydı, teoloji bir kez daha darbe yemişti. Nietzsche mutlak gerçeği kabul etmeyerek, devletin ve evrensel ahlakın kölelik yarattığını belirterek çağı karşısına alıyor, perspektivizmi geliştiriyor ve düzenden ziyade kaosu olumluyordu. Freud ise insanın kendi zihninde bile merkezde olmadığını, bilinç dışı dürtülerle hareket ettiğini ortaya koyuyor ve rasyonel insanı bertaraf ediyordu.

Modern dönemdeki bu üçlüye ek olarak, 19. yy. sonları 20. yy. başlarında yeni bir bomba daha patlamaktaydı; kuantum mekaniği. Boltzman, Maxwell, Planck, Heisenberg, Schrödinger, Bohr vd. fizikçilerin ortaya attığı teoriler, determinist doğa yaklaşımını derinden sarsmaktaydı. Gödel’in mutlakçı matematiksel prensipler içinde açtığı eksiklik teoremi yarığı da sürece eklendi. Benzer şekilde Einstein’ın (fiziğin temellerini sarsan dört makalesi) görelilik teorisi eşsiz bir etki yaratmıştı. Belirsizlik, görelilik, perspektivizm, rasyonelliğin ve nesnel gerçekliğin sorgulanması vb. hususları sosyal analizlere de yansıyacaktı. Elbette iki büyük savaş ve ekonomik bunalımlar yaşandı. Tüketim ve gösteri toplumu, neoliberal düzen, küresel kapitalizm ve yeni medya gelişti, paralel olarak Varoluşçu yaklaşımla birlikte sosyal analiz bağlamında postmodernizm akademik sözün iktidarını almaktaydı. (Belirsizlik çalışma düzenine de yansıdı ve hizmetleşmenin etkisiyle prekarya sınıfı doğdu.) Farklılığa tahammülü olmayan mutlakçı anlayışa karşı, atomize bir mantıkla farklılığı tayin eden ve kutsayan göreci anlayış yerleşti. Her şey metinden ibaretti artık. Bilimde olduğu gibi sosyal analizde ve tutumda da madalyonun ters yüzü işlemeye başladı. Ve bir süredir bu süreci yaşamaktayız. Ancak sonu geliyor, yapmamız gereken madalyonu tersine çevirmek değil, iki yüzden de alacağımızı alıp yeni bir yaklaşım geliştirmektir.

İlişkiselci Doğa Anlayışı

Schrödinger “yaşam nedir” diye sormuş ve canlı organizmanın yıkımdan-ölümden kurtulmak için (metabolizma sözcüğü üzerinden) değişme ve alışveriş halinde olduğunu, çevreyle sürekli enerji ve madde akışında bulunarak düşük entropi oluşturduğunu ifade etmişti.Onun mistisizmden beslenen fikirlerine uğramadan düşünsel bir zaman yolculuğa çıkalım.

Kant’ın kendiliğinden-organizasyon (self-organization) kavramından da esinle; organizmadaki alışveriş, geri bildirim ve bağlantısallık, organizmanın kendisini sürekli üretmesi manasına gelmektedir. Öz yaratım/oto-poiesis ile organizma kendisini “olayla var eder.” Hegel sonraları şöyle diyecektir; “bütün, yalnızca gelişim süreciyle tamlığına ulaşan doğal özdür.” Kant’tan (ve Spinoza’dan) etkilenen ancak özneyi merkeze almayı reddeden romantik Schelling de ben ile doğanın birliğini soruşturmuştur. Doğa kendi kendisini sürekli üretmekte, açmakta ve yaratmaktadır; doğa tamamıyla canlı ve dinamik bir organizmadır. Sayılara ve mekanizme indirgenemez.

Whitehead’e sıçrayalım. Süreç, akış, değişim, oluş, ilişki gibi kavramlara değinmişti büyük düşünür. Herakleitos’un “değişmeyen tek şey değişimdir” ve “bir nehirde iki defa yıkanamaz” yaklaşımlarını açıklamak, sistematize etmek istiyordu. Her şeyin akış halinde olması, Whitehead’e göre açıklanması gereken en temel hususlardan biriydi. Süreç, farklı yapıların yarattığı birlikteliktir. “Şimdi” geçmişten etkileniyor ve geleceği etkiliyorsa da, her olay yeni bir oluştur ve hiçbir şey tekrarlanmaz. Whitehead’de (bil-fiil) varlıklar birbirlerinden farklıdır ama karmaşık ve bağlantısaldırlar. Bu farklılıkların, çeşitliliklerin beraber yeni bir birliğe-bütünselliğe yönelmesi ve nihayetinde tam bir varlığa dönüşmeleri, somutlaşma sürecidir. Şeyler ilişkisellik içerisinde sona ererler ancak bir sonrakine katılır, katkı sağlarlar. Her varlık başka varlıkların gelişimine katkı sağladığı gibi, var olmak için de başka varlıklara muhtaçtır. (Bil-fiil) Dünya bu varlıkların ilişkiselliğinden oluşmuştur. Evren de mekanik değil, dinamik ve organiktir. Aynı şekilde doğa edilgen değil etken, tamamlanmış değil oluş halinde bir ilişkiler sistemidir. Her şey olaydır. Her şey ilişkiseldir. Olaylar da değişir, şeylerin ilişki biçimleri de. Şeyler birbirlerinden tastamam soyutlanamaz, keskin sınırlarla ayrıştırılamazlar.

Bir sıçrama daha… Burada birçok çağdaş bilim insanından bahsedebilirdik ancak en çok etkilendiğim iki ismi seçtim; Douglas Hofstadter ve Lee Smolin. (Ben belirmeci-materyalistim, bu yaklaşımı zihin için de evren için de paylaşmaktayım.) Onları açıklamaktan ziyade, —ki o denli yetkin olduğumu düşünmüyorum— doğrudan alıntılama niyetindeyim. “Evrenin sabit herhangi bir bölümünü sıkıca kilitleyip diğerleriyle etkileşime girmesini önlemek mümkün olamaz; bunu yaklaşık olarak bile başaramazsınız.”[1] der Hofstadter. Burada akış, oluş ve ilişkisellik mantığına yaklaşan bir bakış açısı görmekteyiz. Mutlak izoleci mantık nafiledir, akış ‘şimdi’de devam eder. “Önemli olan bileşenlerin(in) doğası değil, örgütlenme örüntüsüdür.” Satır arasında geçirdiği bu basit söz, zihin ve evren hakkındaki düşüncelerimi büyük oranda etkilemişti. Anlam atom düzeyinde değil, atomların bağlantısallığıyla kurulan örüntüde barınıyordu. Parçacık, olay veya enformasyon da diyebilirsiniz. Bir molekül içinde bulunduğu piston hakkında yorum yapamaz hatta umurunda bile değildir. Hofstadter ve Dennett: “…piyano tuşlarının sizin hangi parçayı çaldığınızı bilmedikleri ya da bilmek zorunda olmadıkları gibi. Bilmelerinin ne kadar garip olacağını bir düşünün! Beyninizdeki sinir hücrelerinizin de şu anda düşündüğünüz düşüncelerle bağlantılı olduklarını bilmedikleri gibi ya da karıncaların da içinde bulundukları koloninin büyük planının bir parçası olduklarını bilmemeleri gibi.”[2] Parçacıkların karmaşıklığı ve bağlantı zenginliklerine göre, ‘bütün’de ‘parça’dan anlaşılamayacak özellikler “belirir.” Bu yaklaşımı evrene yöneltmek üzereyken fizikçi Smolin’in sözleriyle karşılaşırız; “Evren tüm parçalarından farklı tipte bir varlıktır. Sadece parçalarını toplamından da ibaret değildir. Fizikte evrendeki nesnelerin bütün özellikleri, diğer nesnelerle olan ilişkiler veya etkileşimler bağlamında anlaşılır. Ama evren, tüm bu ilişkilerin toplamıdır ve bu nedenle sahip olduğu özellikler, benzer bir başka varlıkla arasındaki ilişkiler aracılığıyla tanımlanamaz.”[3] Smolin’e göre sürpriz doğanın yapısında vardır, aynı kitapta şöyle devam eder; “…evren, hiçbir matematiksel gösterimde bulunması mümkün olmayan bir özelliğe sahiptir. Gerçek dünyada daima bir zaman, bir şimdiki zaman içindeyiz. Hiçbir matematiksel nesne bu özelliğe sahip olamaz çünkü tüm matematiksel nesneler, bir kez ortaya atıldıktan sonra artık zaman dışıdır.” Evren de evrim halindedir, tıpkı parçaları gibi. Yaptığımız değerlendirmeler çoğunlukla alt-kümeler için geçerlidir.

Ve amatör çevirimle Smolin’den bir alıntı daha; “Olay, evrenin geri kalanıyla ilişkiler içindedir ve bu ilişkiler kümesi evrenin ‘görünümünü/bakış açısını’ oluşturur. İzole bir sistemi dışarıdan ölçülen şeyler açısından tanımlamak yerine, evreni olaylar arasındaki ilişkilerin oluşumu (ilişkilerden ibaret) olarak ele alıyoruz.”[4]

Son olarak, doğa felsefesinin akademik ortamdan uzaklaştırılması kayıptır. (Fizik eğitiminden felsefenin çıkarılması da). Doğa felsefesi ifadesi modernizm öncesine, bilim karşıtı tutuma dönüş gibi veya çağdaş hurafelere, günümüz seküler kesimin “örtük” dinlerine kapılmak gibi algılanabilmektedir. Oysa ekolojik sorunlar karşısında anlamlı bir yaklaşım geliştirebilmemiz için doğa felsefesine gereksinimimiz var. Bu illaki gizemcilikle sonuçlanmak zorunda değildir, bilimin olasılık yelpazesi ve felsefi soruşturma içerisinde akıl yürütülebilir. Gerçekliğin gelişimsel, dönüşümsel, ilişkisel, katılımcı doğasının kavranması ekolojik felsefe için mühimdir. Aynı şekilde, insan-doğa ilişkisini kodlayan tekno-kapitalist kültüre karşı çıkmak için de.

Bilgisayar bilimci C. Langton şöyle demişti; “Doğa, merkezi düzenleyici çalıştırmadan örgütlenme meydana getirmeyi öğrenmiştir ve sonuçtaki örgütlenme bizim inşa ettiğimiz merkezi denetleyiciye dayananlara göre daha sağlam, daha uyarlanımsal, daha esnek ve yeniliğe açıktır.”[5]

Bağlantısallık – Yaşamdaşlık – Türker Kılıç

Türker Kılıç bağlantısal bütünselci (BB) yaklaşımı Türkçeye kazandıran, geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan isim. Yeni bir bilimsel yöntem olan BB’nin temelinin Bayesyan matematiğe dayandığını söylüyor. Thomas Bayes 18. yy.’da yaşamış bir bilim insanı, geliştirdiği yaklaşım bugün daha kompleks biçimde kullanılıyor olsa da, dilim döndüğünce söz etmeye çalışacağım. Bayesyan epistemolojinin farkı; sürpriz, şans ve yanılma olasılıklarını ortadan kaldırmaya çalışan geleneksel yaklaşıma alternatif olarak olasılıkçı bir tavır getirmesidir. 0-1 gibi klasik mantıkla ilerlemek yerine, yakınsama-uzaksama ve olasılık kümelerini hesaplama şeklinde ilerler. Sonra olasılık kümeleri karşılaştırılır ve yeniden hesaplama yapılır. Yeni bilgiler öğrendikçe, kanaatlerimizi güncellememiz gerekir. Türker hocanın özellikle bahsettiği oto-poiesis burada devreye girebilir; determinist sistemlerin er ya da geç kaos oluşturması, karmaşıklığın basit olandan belirmesi, —Kant’tan anımsayacağımız üzere— kendini kendiliğinden üretmek. Tıpkı enformasyon işleyen bir makine olan beyinden, zekanın-zihnin belirmesi gibi.

Tüm bunlardan sonra, belirlenimcilik ile belirsizliğin kol kola işlediğini çıkarsayabilir miyiz? Kaldı ki düzeni ve kaosu barındıran doğanın (ve zihnin) yapısının böyle olduğunu düşünmekteyim. Araştırma süreçlerinde birçok yaklaşım kullanılabilir, varoluş birinden feragat etmiş gibi görünmemektedir. Rovelli’nin sözü (muhtemelen Miletli Anaksimandros kitabında okumuştum) unutulmamalıdır; bilim gerçeklik üretim makinesi değil, gerçekliğin kapılarını aralama gücümüzdür.

Türker hocaya göre beyin bir enformasyon işleme aracı, enformasyon işleme gücü ise tekil nöronlara değil onların bağlantısallığına dayalıdır. Varlığın yapıtaşı enformasyondur. “Bütünü oluşturan parçalar değil, parçaların birbirleriyle olan bağlantısallık yapıları.”[6] Tümden-gelimin ve üzerine eklenen tüme-varımın tözcü, kategorik, ikici yaklaşımlarına artık bir yenisi eklenmelidir; bağlantısal bütünselci perspektif. Parça-bütün ilişkisinin temelinde enformasyon yatar. Ve varoluş, ilgili varoluşa has enformasyonun parçalar arasındaki ilişki ve bağlantısallığıyla işlenmesi sonucu belirir. Enformasyon işleme sistemleri ise zaman içinde sabit kalmaktadır. Yaşam bağlantısallık halindeki bilgi işleme sistemlerinin toplamıdır; zihin, toplum ve doğada kendini açığa vurur. “Her şey içinde bulunduğu ağ ile anlamlıdır.”

Zihin ile doğa (ve benlik döngüsü) hususunda sayfalarca fikrim olsa da, önceki paragraftaki son sözün üzerine konuyu artık sosyal yaşama bağlamak niyetindeyim. Yani kıymetli hocamızın “Yaşamdaşlık” yaklaşımına. Kendisi bağlantısal bütünselci metodun, yaşamdaşlık kültürü yaratacağını ifade ediyor. Geçmiş bilimsel perspektifleri ve sosyal yansımalarını anımsadığımızda, hocamızın BB’nin etkisi hususundaki beklentisinin yerinde olduğu anlaşılmaktadır.

Şimdi bir sözü üzerinden devam edelim; “İnsanoğlu aydınlanma ile birey oldu. Ulus-devlet ile yurttaş, sonra vergisini ödeyen vatandaş, neo-liberal ekonomi ile global tüketici olmayı öğrendi.” Ve bağlantısal bütünsellik ile de “yaşamdaş” olmayı öğreneceğiz. Yaşamdaşlık biz özgürlükçülerin toplumsal ütopyalarına yakın olabilir mi? Yahut bu ütopyanın bilimsel paradigması bağlantısal bütünsellik mi olmalıdır? İkisine de yanıtım evet. Ancak eko-sosyalist kimliğimle yaşamdaşlık beklentimizi değerlendirmek zorundayım. Çünkü katalizör olacak bir mücadeleye gereksinimimiz olabilir.

Aydınlanma hurafelere indirilmiş en kapsamlı darbelerden biriydi, “bitimsiz rasyonel eleştiri” de değerli hususlarındandı. Ne ki güç timsali batılı beyaz erkek dışında kimsenin temsiliyeti yoktu ve insan mekanik doğa karşısında egemenlik kurmalıydı. “Doğayı anlamak” bile egemenlik ifadesiyle özdeşleşiyordu. Birey de burada icat edildi. Sonra, özellikle 19. yy. makineleşme süreciyle çalışma icat edildi ve baskı, organize etme, gözetim ve üretim araçları çeşitlenmeye başladı. Bireycilik yükselişteydi ancak nasıl bir bireydi? Elbette burjuvazinin anladığı kadarıyla, yani felsefesi çarpıktı yahut bireysellik sahip olma temelliydi. Eşit bireyler nasıl ki geçmişte tanrının karşısında eşit ise, bu kez de sermayenin sınırları ve ekonomik hedefler içerisinde bireydir. Sermayedar büyük biraderler de, beyaz batılı erkekten ötesi değildi. Devlet mekanizmasıyla birlikte yurttaşlık da gelişti; tanrının kolları altındaki kardeş kullar, devletin kolları altındaki yurttaş kullara dönüştü. Ardından tüketim toplumu ile kültür endüstrisi. Ve yeni medya ile küreselleşmeyle birlikte hiper-gerçeklik, hakikat-sonrası, postmodern süreç zirve yaptı.[7] Bugün sermaye sınıfının, doğanın simülasyonu haline gelen teknik’in ve bunların güdümünde ilerleyen tekno-bilimin/kültürün gelecek tasavvuru transhümanizmdir[8] ve sistemin başka bir alternatifi yok gibi görünmektedir.

Takıntılı büyüme anlayışıyla tüketimi pompalayan, doğayı talan eden, iklim krizine sebebiyet veren, parayı ilişkilerin rabıtasına, insanları birbirlerinin rakibine dönüştüren, ülkeleri kültür endüstrisine ve kendi ekonomik-siyasal programlarına bağlayan, militarizme ve gözetime ciddi yatırımlar yapan, üniversiteyi yabancılaşmaya hazırlık ve piyasaya eleman yetiştirme merkezine çeviren, toplumdan bireye dek kültürün kılcal damarlarını kodlamış bu sistem, hangi reformlarla dönüşecek ve “yaşamdaşlık”a evrilecektir? Frommcu biçimde sorarsak, sahip olmak kökenli davranış biçimlerini geride bırakıp olma’ya geçiş yumuşak biçimde nasıl gerçekleşecektir? Kronik belirsizliğin, sahip olma tutkusunun, rekabetin, gösterişçiliğin hüküm sürdüğü, ben-merkezcilik, izoleci bireycilik, pazarlamacı sahnelemeler ve empati yoksunluğunun ödüllendirildiği, kamusal yaşamın ve -ile olma’nın parçalandığı bir sistemde insanın varoluşu yalnızca olumsuz veçhelerle belirebilmektedir. Gerisi istisnadır. Bu epigenetiğe de uyar, “her şey içinde bulunduğu ağ ile anlamlıdır”a da. Yaşamın anlamı sistemin kodlarıyla tayin edilmektedir, ve bireyler kurdukları gündelik ilişkiler ile hayat gayeleri yoluyla onu var kılmaktadırlar. Akışın öznelerini nesnesine çeviren ve nesnelere form verme-kaderini tayin etme gücüne soyunan sistem son derece determinist ve tözcü biçimde yaşamı kodlamaktadır. Sürdüğü sürece de, oto-poiesis yalnızca sermayenin sınırları içerisinde gerçekleşecektir.

Bir eko-sosyalist ve belirimci materyalist olarak, bağlantısal bütünselci yaklaşımı ve yaşamdaşlık kültürünü sonuna kadar paylaşmaktayım, ve bunun için de kapitalist kodlara karşı radikal dönüşümlere gereksinim olduğu kanaatindeyim. Yoksa transhümanizm, eşitsizlik ve iklim krizi karşısında insansoyunu bekleyen gelecek, zihinsel ve sosyal olarak -olumlu manada- ileriye atılım değil aksine yeni bir orta-çağ anlayışına dönüş gibi görünmektedir. Ve doğadaki canlılık da bundan nasibini en sert biçimde almaktadır.

İlişkiselci Sosyal Anlayış

Klasik iki tip anlayış vardır, en basit deyişle bireyci-öznelci-mikrocu ve bütüncü-nesnelci-makrocu. Analizin nesnesi her zaman tartışma konusu olmuştur. Bu başlık altında ilişkiselci yaklaşım adına birkaç düşünürden söz edecek ve metni posthümanizmle bitireceğim.

Marks insanın arzularını, düş gücünü, duygularını vb. çoğunlukla es geçmişse de, analiz ettiği toplumsal olguları sosyal ilişkiler şeklinde ele almıştı. Burjuva üretim ilişkisi, işçi sınıfının burjuvazi ve orta sınıfla ilişkisi vb. Sosyal analizlerdeki iki yaklaşımı; yani önkabul olarak bireyin alındığı ve sonra tümele gidildiği yaklaşım ile, türün-tümelin bireylerden önce geldiği ve analizin aşağı doğru yapıldığı yaklaşımı kabul etmemişti. Onun yerine bireylerin kendi arasında ve üretim aygıtlarıyla ilişkiselliğini ön plana çıkarmıştır. (Ancak Marksizm’deki ilişkiselliğin daha ziyade üst-yapı olan üretim pratikleriyle kurulan ilişki üzerine eğildiğini belirtmeliyiz.) Diyalektik materyalist anlayıştaki incelemelerini değişimden muaf değil, akıştaki durumları soyutlayarak yapmıştır. (Ancak determinist biçimde proletaryanın burjuvaziyi devireceğini de düşünmüştür.) Baudelaire’in “geçici olandan ebedi olanı yakalamak” deyişine benzetilebilir bu. Birinden feragat edilmez, ne de olsa şeylerdeki değişim ve ilişkisellik bir anda başlamamıştır, varlıkları öyledir; bu sebepten hem o andaki ilişki biçimleri hem de evrimsel akıştaki değişkenliği incelenir. Nitekim üretim ilişkileri üzerinden Marks, işçiyi de kapitalisti de var eden şeyin mevcut ilişki niteliği olduğunu ifade eder. Sistem de bu ilişkiselliği yeniden ve yeniden üretir. Oto-poiesis hem bu ilişkinin yeniden üretimi, hem de sermayenin kendi kendisini yeniden üretimiyle vuku bulmaktadır. “Sermaye için sermaye” anlayışıyla işleyen oto-poiesis “amaçsız amaçlılık”tır ve bu düsturu her ilişki ve üretim biçimine yayar.

Simmel bireyci ve bütüncü sosyolojik yaklaşımlar arasında seçim yapılmasını hatalı bulmuştur, çünkü toplumsal gerçeklik ikisinden oluşmaktadır. (Fromm yıllar sonra benzer biçimde bireyde sosyolojiyi, toplumda psikolojiyi arayacaktır.) İzole birey yahut toplum fikirlerine karşıdır, iki olgu da karmaşık etkileşimlerin düğüm noktaları, bağlantılarıdır. Tıpkı akışta olaylar dizini içerisinde neden-sonuç birbirine geçiyor, her olay başlayıp bitse de bağlantısallık gereği sürüyor, ya da insan hem özne hem nesne, hem tek başına hem -ile olma nitelikleri taşıyorsa; Simmel’in yaklaşımı da ilişkisellik gereğince kimi zaman parçadan bütüne, kimi zaman tam tersi işleyebilmektedir. Öznel içerik ile nesnel kültür arasında diyalektik vardır.

Adını sık duymadığım ancak pek değer verdiğim isimlerden biri olan George H. Mead’den alıntı yapalım; ona göre bireyin yaşamsal tasarıları, bireyler arası etkileşimin tasarılarından kopuk değildir. “Sosyal psikoloji ile bireysel psikoloji arasında çok keskin bir hat çizilemez.” der ve benlik oluşumuyla ilgili şunları söyler; “Esasen kendisi için nesne olabilen benlik sosyal bir yapıdır ve toplumsal deneyimde ortaya çıkar. Bir benlik ortaya çıktıktan sonra, belli bir anlamda kendisi için gerekli olan sosyal deneyimleri kendisi sağlar ve biz benliği mutlak olarak tek başına tasavvur edebiliriz. Ancak, sosyal deneyim dışında ortaya çıkan bir benlik tasavvuru imkansızdır.”[9]

Bourdieu’dan söz açalım; “gerçek bağlantısaldır” diyen düşünürümüz, toplumsal ve zihinsel yapıların ilişkilerinden ve birbirlerini inşa edişlerinden söz açar. Faili bilinçli öznelciliğe ve faili edilgen nesnelciliğe karşı habitus kavramını getirmiştir. Habitus kabaca bireyin doğup büyüdüğü kültürel çevreyi ve yarattığı etkiyi ifade eder. Bir bakıma varlığımızın anlam bulduğu ağsal yapılanmadır. Bireydeki toplumsallıktır. Özneleşmiş nesnelliktir. Başka deyişle dışsal içselleştirilmiş ve davranışa dönüşmüştür. Davranış ise yeniden dışsallaştırmadır. Yani habitus hem özne hem nesne, hem toplumsal tarafından üretilen hem de onu üretendir. Tek belirleyici ekonomi değildir; yanı sıra kültür, siyaset, devlet ve kurumları, tüketim, şirketler, kültür endüstrisi vb. şeklinde çok bileşenli bir işleyiş vardır.

Son olarak Margaret Archer’a uğrayalım; bireyi ve toplumu, mikroyu ve makroyu aşmaya veya birini görmezden gelmeye çalışmanın doğru olmadığını belirtir. Hepsi hem tek tek anlaşılmalı hem de aralarındaki ilişkisellik çözülmelidir. Archer bütüne ya da parçaya odaklanmak yerine, oluşuma ve süreçlere odaklanır. Baudrillard’ın yapılacak tek şey parçalarla oynamaktır yaklaşımına katılmaz, postmodern “oyunculuk” kadar parçalara ayırmayı da zararlı bulur. Küresel kapitalizm, kültür, yapı, birey, medya ve her neyse, yaklaşımlar birini öne çıkarmakta ve öncü mekanizma haline getirmektedirler. Archer tüm sosyal hayatın yapı, aktör ve kültür (SAC) üçlüsünün ilişkiselliğiyle anlaşılabileceğini öne sürmüştür.

Tüm bunların ışığında şunları sormak zorundayım; “üst-yapılar bireyleri etkilese de bireyler üst-yapıların mantığını yaşam pratiğinde işletmekte ve yeniden üretmektedir” ifadesi biraz havada kalmıyor mu? Üst-yapıların bir etkisi de, kendi kodlarının bireyler tarafından içkinleştirilip yaşam pratiğinde üretilmesi değil midir? Ne de olsa bizler mekanik cisimler değiliz ve kukla ustasının ipleriyle hareket ettirilemeyiz, yani “etki” zaten halihazırdaki gibi işlemek zorunda. Bireyleri tamamen edilgen gören yaklaşımlara katılmamakla birlikte, sorduğum soruların da bariz bir çelişkiye yahut ucu açıklığa işaret ettiği kanaatindeyim. Ancak yaşamın çok bileşenli yorumlanışına ve mutlak öncü mekanizmalara karşı getirilen eleştirilere katılıyorum.

Posthümanizm – Başak Ağın

Önce transhümanizmden söz açalım. Ölümü karşısına alan, insanın mükemmelleşmesini hedefleyen ve teknolojiyi kutsayan sermayedar transhümanist anlayışın “posthuman”ı insan-sonrası manasına gelir. Francis Galton’un yaklaşımlarını paylaşarak konuyu özetleyelim; 19. yy’da Galton “İnsan türünü iyileştirmeye kalkışmak artık tamamen şart olmuştur. Ortalama birey modern uygarlığın talep ettiği gündelik görevlerin çok altında kalmaktadır.” demişti. Ona göre uzman dışındakilerin söz hakkı yoktur. Zekanın kalıtsal olduğunu öne sürer, bu sebepten “iyi” insanların üremeye teşvik edilmesi, kötülerinse kısırlaştırılması gerektiğini savunur (soy ıslahı). Ve öjenik teriminin yaratıcısıdır. Galton’u örnek vermemin sebebi transhümanizme, kapitalizme ve hümanizmin-aydınlanmanın olumsuz veçhelerine dayanak olarak görmemdir. Bir asır sonra Kurzweil şöyle diyecektir; “21. yüzyıl boyunca ekonomi ortalama bir kişinin yeteneklerinin artık yeterli olmadığı bir noktaya erişmiş olacaktır. Ekonomik yaşamda yer alabilmek için, insan yapay zeka aracılığıyla beynini artırmalıdır.”

Şimdi, ilişkiselci posthümanizm sorunlu klasik hümanizme eleştiridir; merkeze ne sermayeyi ne insanı ne de mistik biçimde doğayı koyar, mühim olan yaşam ve ilişkiselliktir. Varlıklar dolanık haldedir ve akışın içinde birlikte oluş’ur, hikaye anlatırlar ve hikayelere katılırlar. Temsiliyet ne beyaz erkekte ne de belli bir kesimdedir. Posthümanizm teknolojiyi dışlamaz ya da kutsamaz, evrimsel süreçte insanın yoldaşı olarak görür ve ekolojiye uyumlu biçimde örgütlenmesi gerektiğini savunur.

Başına ilişkiselci sıfatını koyarak kendimce negatif anlamından ayırmaya çalıştığım posthümanist yaklaşım için Başak Ağın şöyle yazmıştır; “Posthümanizm, sürekli değişen bir dünyada oluşan ve yenilenen kimliklerin, geçirgen bedenlerimizin ve gezegenin nüfusunu oluşturan kişilerin (insan, hayvan, bitki ya da sentetik bedenler) arasındaki dinamik ağları ve karşılıklı etkileşimleri anlamamıza olanak sağlamaktadır.”[10] Burada insan olmanın genelleştirilmiş standartlarına ve üstün değerlere karşı eleştiri vardır.

Kendisiyle yaptığımız röportajda Başak hoca, posthümanizmdeki yeni materyalist yaklaşım hakkında şunları söylemişti; “…bilme, var olma ve eyleme pratikleri bir aradadır ve birlikte oluşur, tezahür ederler. O “objektif, bilen özne, nesnel bir bakış açısına sahiptir” düşüncesindeki ikili karşıtlık yoktur yani. Bu anlamda da post-antroposantriktir, yani Antropos’u, insanı, bilen özne olarak merkeze almaz. Yöntemsel olarak da yansı(t)ma yerine kırınımı kullanır. Kırınım da yine kuantum fiziğinden ödünç bir kavram ve sosyal bilimlere bir yöntem olarak aktarıldı. Karşılıklı ayna tutma, birbiri gözünden okuyarak aradaki farklılıkların oluşturduğu desenlere bakma diyebiliriz.”[11]  

Çokluk olumlanır ancak bütünsellik dışlanmaz. (Kişisel bir ekleme yapmam gerekirse.) Aynılık ile benzerlik birbirlerine karıştırılmamalıdır. Bütünsellik içinde parçadaki kendine haslık korunabilir, ne ki bu da sabit bir “kendine haslık” değildir çünkü bağlantısallık içerisinde zenginleşmekte (ya da ilişkilerin mantığına göre körelmekte) ve değişime uğramaktadır. Parçalar arasındaki ilişkisellik kendi bütünsel örüntüsünü oluşturacak ve bütün de tıpkı parçalar gibi kendine has özelliklerle belirecektir. (İlişkisel) posthümanizm ile bağlantısal bütünselci/yaşamdaş yaklaşımın ortaklıkları görüldüğü üzere barizdir. Bilimsel, felsefi ve sosyal düzeyde ortak perspektif yakalamış gibiyiz.

Yazdığım hiçbir metinde “sonuç” bölümü bulunmadığı gibi, bunda da bulunmayacak. İlla sonuç için bir şeyler yazmamız gerekirse, “yaklaşımımızın sonuca bağlanamayacağı” olabilir. Disiplinlerarası ontolojik bir yolculuk yaptığımız naçizane metnimi, iki değerli hocamızın sözleriyle noktalıyorum.

“Bütünlük derken farklılıkları içinde bulundurmayı sürdüren, süreğenlik içerisinde akışın ya da oluşun kendisinin bizzat bütünlüğü oluşturduğu bir düşünce kastedilmektedir. Kısaca, ayrı ayrı parçaların toplanmasıyla bütünü oluşturan bir yapı değil; parçalarının her birinin kendi içinde zaten bütün olduğu, onların kümülatif devinimlerinin bütünselliği yakaladığı bir düşünce ifade edilmektedir.”

Başak Ağın

“İnsan zihinleri için yıllara, bu zihinlerin hayat verdiği kurumlar, kültür ve devlet yapıları için on yıllara yayılan bir değişim yaşanacak ve insanoğlu yaşam ağının parçası olduğunu, yaşamın merkezinde olmadığını önce anlayacak sonra bunu yaşamaya başlayacak ve ardından bu yeni kültürün kurumlarını oluşturacak.” Ancak “…yaşamdaşlığı öğrenemezse, yaşam denen öğretmenin yeni [yıkıcı] egzersizleri ile karşılaşacaktır.”

Türker Kılıç

[1] Ben Bir Garip Döngüyüm – Alfa Yayınları (ÇVR: İlkay Alptekin Demir)

[2] Aklın G’özü – Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi (ÇVR: Füsun Doruker)

[3] Zamanın Yeniden Doğuşu – Tübitak Yayınları (ÇVR: Bilge Tanrıseven)

[4] https://sentezfikir.wordpress.com/2020/03/18/icine-sikisip-kaldiginiz-evreni-nasil-anlarsiniz-lee-smolin-roportaj/

[5] John Brockman, Üçüncü Kültür – Alfa Yayınları (ÇVR: Yelda Türedi)

[6] Bağlantısallık Yaşamdaşlık – Ayrıntı Yayınları

[7] Gözetim evreleri ve hakikat-sonrasıyla ilgili ileri okuma: https://thepentacle.org/2021/08/19/gozetim-evreleri-buyuk-filtre-ve-post-truth/

[8] Transhümanizm ve Posthümanizm ile ilgili 16 dk’lık podcast: (16 dk’lık podcast: https://www.youtube.com/watch?v=H14wjZ-Lzx8&&ab_channel=Vortcast)

[9] Zihin, Benlik ve Toplum – Dorlion Yayınları (ÇVR: V. Ahsen Coşar)

[10] Posthümanizm – Siyasal Kitabevi

[11] Röportaj: https://thepentacle.org/2021/08/22/posthumanizm-uzerine/