H. Tuğça Şener ile Söyleşi

Astrofizikçi ve veri bilimci Dr. H. Tuğça Şener ile yeni yıla girmeden hemen önce bir söyleşi yaptık. AstroNotlar ve AstroKahve gibi projeleriyle bilimin gündelik hayattaki anlamlarını alanın uzmanı olmayan kişilere dahi ulaşacak şekilde aktaran Tuğça Hoca’ya zaman, mekân, dolanıklık ve posthümanizm üzerine çeşitli sorular sorduk.

Başak Ağın: Tuğça Hocam, hoş geldiniz. İlk sorumuzla hemen başlayalım. Fizikte zaman kavramı çok önemli, posthümanizmde de bizler için önemli bir yer tutuyor. Ancak bunun günlük hayattaki yansımaları, yani bizim zaman algımız her zaman böyle olmuyor. Bu konuda bize neler söyleyebilirsiniz?

H. Tuğça Şener: Başak Hocam, hoş buldum. Bu soru aslında göründüğünden daha karmaşık açıklamalar gerektirebilir ancak olabildiğince kısa ve öz yanıtlamaya çalışayım. Gerek fizik gerek felsefe tanımlarıyla çok geniş bir hacmi olan zaman kavramının günlük hayattaki kullanımı genellikle bir süreyi, geçmişi veya geleceği işaretlemeye karşılık gelir. Dün dediğimizde kastettiğimiz şeyin bugünden önceki gün, yaşanmış ve geçmiş bir zaman dilimi olduğu herkes tarafından bilinse de işin içine mekân ve konum girdiğinde durum farklılaşabiliyor. Zaman, sadece mekân değil insanın algısı ile de farklı bir anlam kazanabiliyor. Örneğin, Sydney’de saat sabah 7.00 iken, Dublin’le yaptığımız bir telefon görüşmesindeki ‘dün’ kavramının hem söyleyen ve dinleyenin algısına hem de konumuna bağlılığı kaçınılmaz. Kastedilen düne dair algının o esnada muhatabımızın konumuna bağlı olmasının yanı sıra bizim ‘dün’ ile kastettiğimizin kendi konumumuz veya yaşantımıza dair dün mü yoksa kendimizi onun yerine koyduğumuz varsayımıyla ima ettiğimiz dün mü olduğu karmaşası da cabası. Burada geçmişin asla tamamen sonlanıp geride kalan bir zaman kesiti değil; sürekli büyümekte, uzamakta ve şimdi ile hep iç içe bir etkileşim hâlinde olduğunu görüyoruz. Geçmiş diye adlandırdığımız zaman diliminde yaşananların bugün, şimdi ve geleceğe etkisi göz önüne alındığında da bu etkileşim ve süreklilik hâli bir kez daha kendini gösteriyor. Dün ve geçmiş gibi zaman dilimlerinden daha kısa ve hatta hızlı bir olgu olan ışık hızı ise zaman ve mekân konusuna farklı bir yaklaşım getiriyor. Işık hızının sınırlı olması, yani zamanla eş hızda olamaması; aynadaki aksimizden, gökyüzündeki en yakın yıldızı görüşümüze kadar birçok durumda geçmişin başlangıcı veya bitişini belirlemek için sınır çizmenin hem imkânsız hem de uygunsuz olduğunun göstergelerindendir.

B. A.: Peki süreklilik konusunu zamanla nasıl bağdaştırmalıyız?

H. T. Ş.: Süreklilik denildiğinde bir konunun ne zamandır gündemde olduğundan, bir eylemin ne sıklıkla yapıldığına kadar bir çok farklı anlam çıkarılabilir. Söz konusu fizik olduğunda ise ilk akla gelen zamanın sürekliliği olur çoğunlukla. Atomaltı düzeye baktığımızda bir elektronun atom çekirdeği etrafında dolanırken izlediği yörüngelerde sahip olduğu enerji düzeyleri arasındaki geçişinde gördüğümüz sıçramalar ve bu sayede meydana gelen enerji – veya foton – soğurma ve salınımları da aslında süreksizliğin sonuçlarına bir örnektir. Hatta tam da bu süreksizlik, bir diğer deyişle sıçramalar ve bunların kesin net özelliklerle belirlenmiş olması sayesinde burnumuzun ucundaki maddenin atom altı parçacıklarından yola çıkıp milyarlarca kilometre ötedeki yıldızın iç yapısına dair bilgiye erişebilmemiz mümkün olmaktadır. Yıldızdan bize gelen ışığın özelliklerine bakarak ışığın kaynağı olan yıldızın kimyasal yapısından yaşına, kendi etrafında dönme hızından, etrafında bir gezegen veya başka bir yıldız olup olmadığına kadar birçok bilgiye erişebiliriz. Hepsi de elektronun atom etrafında dolanırken sahip olduğu enerji düzeyleri arasındaki sıçramalı, yani kesintili hatlar izliyor olmasına dayanmaktadır.

B. A.: Zaman ve mekân arasındaki ilişkiye değinmiştiniz. Bunu posthümanizmde de birbirinden ayrılamaz biçimde zamanmekân diye kullanıyoruz. Hatta aslında kuantum fizikçi olan Karen Barad tüm posthümanist kuramını böyle kuruyor. En temel hâliyle zaman-mekân ilişkisini nasıl anlamalıyız?

H. T. Ş.: Bu sorunun çıkış noktası olarak öncelikle, zaman-mekân ikilisine dair en bilinen kavramlardan biri olan Werner Heisenberg’in belirsizlik ilkesini ele alabiliriz. Heisenberg’in adıyla anılan 1927 tarihli bu ilke, kabaca ‘bir parçacığın hem konumunu hem de hızını, bir diğer deyişle hangi anda o konumda bulunduğunu, aynı anda aynı kesinlikle ölçemeyeceğimizi’ söyler. Anlık durumlar söz konusu olduğunda zamanın ne kadar kesin ölçülebildiği, bu ölçüm esnasında diğer hangi değişkenlere ait bilgilerin kesinliğinden ne derece feragat edildiği fizik biliminin birçok alanında gündeme alınmıştır. Bir foton veya elektron gibi bir parçacığı ele aldığımızda herhangi bir andaki konumunu ancak belirli bir doğruluk sınırında, yani mutlaka bir hata payı içinde ölçebiliriz. Benzer şekilde zaman değil de konum üzerinden ilerleyecek olursak bu sefer de parçacığın belirlenen konuma geldiği veya bu konumdan geçtiği anı yine ancak bir hata payı içinde ölçebiliriz. Parçacığın, zaman skalasının hangi anında tam olarak hangi konumda bulunduğunun tayinin belirsizliğini formüle eden Heisenberg’in bu ilkesi, parçacık boyutundan insan ölçeğine geçtiğimizde insan zihninin derinliklerinde farklı bir anlam kazanır. Belirsizliğe neden olan ölçüm hatasının görece ihmal edilebilir olduğu bir konum ve zamanda bulunan kişinin, zihninden geçenlerle zamanı durdurması mümkün olmasa da, bir zaman yolculuğunu mümkün kıldığı söylenebilir. Zaman dilimlerinin sürekliliği bu gibi durumlarda geçmişi bugüne taşıyarak ve iki farklı zamanı aynı anda yaşayarak, bir diğer deyişle hatırlayarak, zaman ve mekân ikilisinde sınır çizmenin zorluğunu bir kez daha gözler önüne serer.

Heisenberg’in belirsizlik ilkesinin bir yorumu da gözlemleme eyleminin gözlemlenen parametreler üzerinde etkisi olabileceği yönündedir. 1920’li yıllarda Kopenhag’da ışığın dalga fonksiyonu ve parçacık yapısına ilişkin bir seri tartışma gerçekleştiren Heisenberg ve Niels Bohr, parçacık dediğimiz olgunun aslında bir olasılıklar uzayı olduğu yorumuna varırlar. Parçacık dediğimiz şeyin herhangi fiziksel bir şey değil tamamen bir olasılıklar toplamı olabileceği görüşü Kopenhag yorumu olarak literatürde yerini alır. İşte Barad da bu yorumdan yola çıkıyor aslında.

Kopenhag yorumuna göre bir parçacık algılanana veya gözlemlenene kadar tamamıyla olasılıklar yani belirsizlikler paketinden oluşurken, gözlemlendiği anda bu olasılıklardan sadece bir tanesi gözlemlenebildiği için dalga fonksiyonu çökmüş ve parçacık özelliği etkinleşmiş oluyor. Bu durumu, ölçüm gerçekleşene kadar yapılacak tüm tahminlerin anlamsız olduğu şeklinde yorumlamak mümkündür. Benzer şeyi daha büyük bir resme adapte edecek olursak tüm evren söz konusu olduğunda, evreni gözlemlemediğimiz sürece sadece bir olasılık, gözlemlediğimiz anda ise birçok olasılıktan sadece biri olarak yorumlamak mümkün olabilir. Bu, ‘anı yaşamak’ şeklinde günümüzde sıklıkla karşılaştığımız bir yaklaşıma da kapı açan bir bakış açısı olarak alabileceği gibi, insanın bilinçli yaptığı ve bilinciyle yönlendirdiği bir düşünme ve belki de hissetme eylemi şeklinde yansımaları olabilen bu durumun insan olma, bilinç sahibi olma ve hatta canlılık ötesinde de geçerliliğinin olduğu görülür.

B. A.: Bu konuyu, yine posthümanizmde önemli bir yer tutan ve posthüman dolanıklık ismiyle kuantum fiziğinden ödünç alarak Barad’ın literatüre kazandırdığı dolanıklık kavramıyla nasıl bağdaştırabiliriz?

H. T. Ş.: Işığın parçacık ya da dalga özelliklerinden hangisine göre davranacağını belirlemeye yönelik yapılan çift yarık deneyi olarak da bilinen deneyin çeşitli varyasyonları sonrasında dolaylı veya doğrudan her türlü gözlemin, deneyin sonucunu etkilediği ortaya çıkıyor. Bu aşamaya gelinebilmesinde önemli rol oynayan unsurlardan biri, ikiz (yani birbirine dolanık) parçacıkların oluşturulması oluyor. Birbiriyle herhangi bir iletişimi olmayan bu eş parçacıklardan birinin gözlemlenmesi parçacık eşinin davranışını etkiliyor. Etkileşim olmaksızın yapılan gözlemin de sonuca etkisi olduğunun fark edilmesi ile deneyler bir kademe daha detaylandırılıyor ve işin içine bir de zamansal bir gecikme ekleniyor. Böylelikle gözlemlenip gözlemlenemeyeceğini bilmeyen parçacığın eşine herhangi bir sinyal veya bildirim gönderememesi beklenirken, sonucun belirli bir zaman gecikmesinin ardından yapılan gözlemden bile etkilendiği ortaya çıkıyor. Yani deney hem zamandan bağımsız hem de parçacık ile doğrudan bir etkileşim olmaksızın gerçekleştirildiğinde dahi sonuç, gözlemden etkilenmiş oluyor. 2022 yılının Nobel fizik ödülüne layık görülen Alain Aspect, John Clauser ve Anton Zeilinger’in dolanık parçacıkların araştırmasına katkı sağlayan çalışmaları, bu konunun fizik dünyasında nasıl çığır açıcı olduğunun da bir göstergesidir. 

Zaman içinde konu öyle bir hâl alıyor ki kuantumdaki dolanıklık kavramı aslında evrenin, sırf onu gözlemlemeye çalışan insanlar ve böyle bir amacı olmasa da bilinçli varlık gösteren zihinler nedeniyle, aslında varlığı söz konusu olmayan, tamamen sanal bir olgu olduğuna kadar varıyor. Konuya bir diğer yaklaşım da bireysel ve toplumsal bilincin günlük hayatımızı etkileyebileceği iddiası üzerinden evrene mesaj göndermek suretiyle kuantumun günlük hayatımıza uygulanma çabalarına yol açıyor. Her ne kadar bilinç kavramı bugün kuantum fiziğinin ileri aşamalarında dikkate alınması kaçınılmaz bir parametre olsa da buna dair net cevapların olmamasının sözde bilimlerden nemalananlara büyük bir fırsat sağladığı da rahatlıkla söylenebilir.

B. A.: Aslında bir edebiyatçı olarak mantıken benim bu konulara uzak olmam beklenir tabii, ancak posthümanizme olan ilgim nedeniyle konu buralara geldi. Edebiyattan bir örnekle bu konuyu açıklamak nasıl mümkün olurdu?

H. T. Ş.: Tamamen farklı bir bakış açısıyla, şöyle söyleyebiliriz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki (1954) Mübarek’ten, önümüzdeki 15 milyar yıl boyunca hiçbir ayara ihtiyaç duymayacak kadar hassas çalışan atomik saatlere geldiğimizde ölçtüğümüz zaman, insanlığın kaçınılmaz sonuna ne kadar kaldığını; bir yıldızın ne zaman bir süpernova patlaması gerçekleştireceğini veya ikizini dünyada bırakıp ışık hızında uzay yolculuğuna giden astronotun ne kadar yaşlandığını farklı kesinliklerde söyleyebilir.

B. A.: Bu konu bir yerden karadelikler meselesine de bağlanmıyor mu?

H. T. Ş.: Evet, şöyle olabilir. İnsanın tek seferde kolaylıkla algılayabildiğinden daha büyük ölçeklere geçerken günlük hayatta aşina olduğumuz zaman ve mekân algısının nasıl bir hâl aldığını görmek için varlığı yıllardır teoride kalmış bir olgu olan karadeliklere bakmak yerinde olacaktır. 2019’da ilk karadelik görselini yayınlayan Olay Ufku Teleskobu, tek bir noktada konumlanmış bir teleskop değil, Dünya’nın altı farklı noktasında (Atakama Çölü-Şili, Volcán Sierra Negra-Meksika, coğrafik güney kutbu, Graham Dağı-Arizona, Pico Veleta-İspanya, Maunakea-Hawaii) bulunan toplam sekiz radyo teleskoptan oluşan bir ağdan meydana gelmektedir. Bu ağ vesilesiyle çapı Dünya’nın çapına denk tek bir radyo teleskopmuş gibi çalışan bir düzenek oluşturulmuş ve bu düzenek ile farklı tarihlerde (5, 6, 10 ve 11 Nisan 2017) elde edilen radyo dalgaları analiz edilerek ilk defa bir kara deliğin, hem de bizden 55 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir karadeliğin görüntüsü elde edilmiştir. Hem konumsal anlamda farklı bir ölçeğe geçerek tüm gezegeni tek bir radyo teleskopmuş gibi kullanma süreci, hem de farklı zamanlarda elde edilen verilerin senkronizasyonunu bir arada ele aldığımızda, az önce bahsettiğimiz belirsizlik ve ona etki eden en önemli faktörlerden biri olan ölçüm ve analizden gelen hata payı da burada hümanistik algı ve ölçeklerin ötesine geçmiş denilebilir. Dünya’daki mesafeler göz önüne alındığında birbirinden devasa uzaklıklarda yer alan radyo teleskopların her biri aşırı hassas bir atomik saat ile ayarlanmış, böylece tüm veriler merkezi bir konumda senkronize edilerek birleştirilmiştir.

B. A.: Tüm bunlara bakılarak posthümanizm açısından bir bağlantı kurmak isteseniz, bir astrofizikçi gözünden nasıl bir yorumunuz olur?

H. T. Ş.: Zaman insanın tahakkümü altında olmadığı gibi, söz konusu bir karadeliğin olay ufku olduğunda, mekân da insanın tahakkümünde olamaz. İnsanı gözlemlediği olgunun mekânına yani karadeliğin olay ufkuna koyduğumuzda herhangi bir nesnenin başına gelebileceği gibi insanın da maruz kalacağı spagettileşme aslında parçası olduğumuz doğanın en küçük biriminden en büyük ve çekici olgusuna kadar her aşamada ne kadar da posthüman olduğunun bir göstergesi olmaz mı?

Posthümanist algıda canlı-cansız ilişkisine bakış aslında zaman-mekân ikilisinde de kendini göstermektedir. Bir yıldızın karadeliğe akması ile bir insanın tıpkı bir spagetti gibi uzadıkça uzayan bir şekilde ince uzun bir hâle bürünerek spagettileşmesi arasındaki benzerlik bu ayrımın aslında ne kadar da ufak ve gereksiz addedilebileceğinin göstergesi olarak kabul edilebilir. İnsanı cansızdan ayıran bilinç ve iradesinin öneminin ve etkisinin olmadığı olay ufku cansıza da aynı şekilde davranır, insana da. Posthüman bilimsel kavramlar ele alındığında da canlı ve cansızı bir potada eriten bir ‘biz’ kavramının ne kadar yerinde bir yaklaşım olduğunu ispatlar niteliktedir. 

Bilim ve teknoloji her ne kadar insan ürünü olsa ve insana hizmet etse de insanı merkezden çıkarır ve insanı sahip olduğuna inanageldiği o suni kontrolden alıkoyar. Bir yanda bu güç kaybı ve konfor alanından ötelenme korkusuyla değişime direnen insan, öte yanda da kaçınılmaz bir şekilde bunları destekleyen ve hatta teşvik eden posthümanizm varken, bu ikilinin sentezinden ortaya çıkan yan ürünler de topluma mutlaka etki etmektedir. Kurtarılmayı bekleyen narin prenses hikâyelerinden galaksimizin merkezindeki kara deliğin görselini tüm dünyayla paylaşan bilim kadını imgesine olan yolculuğun posthümanizmin androsentrik görüşlere karşı tavrının da destekçisi hatta onun bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz.

Siz kitabınızda, “her şeyden önce, posthümanizme göre, insanın var olan değerler sistemlerinin merkezinde konumlandırılması sorunlu bir algıdır” diyorsunuz (Ağın, 2020, s. 28). Tam da buna benzer şekilde düşündüğümüzde Dünya merkezli sistemden Güneş merkezli sisteme geçiş ve insanın evren algısı, zaman ve mekânda da posthümanizmin etkisini ve önemini öne çıkarmaktadır. Parçacık mertebesinden insana, insandan gezegene ve dahasında da galaksilere uzanan bu zaman-mekân ikilisi gözle görülmeyecek kadar küçük mesafelerden akıl almaz ölçüde büyük astronomik uzaklıklara, anlık zaman birimlerinden, 55 milyon yıl geçmişe uzanabilmektedir.

Zamanı ölçmek için kullanılan çeşitli birimler, aygıtlar ve yöntemlerin yanı sıra zamanın insan üzerindeki etkileri söz konusu olduğunda posthüman kavramı ve zaman içinde bu kavramın değişimi de göz önüne alınması gereken bir diğer konudur. Zamanın insan ile iç içeliğine bakıldığında bugünkü zamanın diktatörlerin, işgalcilerin, cis ve beyaz insanın zamanı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ne var ki insan ne kadar konfor alanından çıkmaya dirense de aslında iç içe olduğu posthümanizmin yan ürünlerinin de desteği ve teşvikiyle değişmeye ve gelişmeye mecburdur.

B. A.: Çok teşekkür ederiz, bu güzel söyleşi ve video için.

H. T. Ş.: Ben teşekkür ederim, davetiniz için.


Kaynakça

Ağın, B. (2020). Posthümanizm. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Barad, K. (2010). Quantum Entanglements and Hauntological Relations of Inheritance: Dis/continuities, SpaceTime Enfoldings, and Justice-to-Come. https://feministstudies.ucsc.edu/faculty/publications/pdfs/barad-derrida-today.pdf

Heisenberg, W. (1927). ​​Über den anschaulichen Inhalt der quantentheoretischen Kinematik und Mechanik. Zeitschrift für Physik, 43(3-4), 172-198.

Press release: The Nobel Prize in Physics 2022. (2022, 19 Ekim). https://www.nobelprize.org/prizes/physics/2022/press-release/

Tanpınar, A. H. (1961). Saatleri Ayarlama Enstitüsü. İstanbul: Remzi Kitabevi.

The Event Horizon Telescope Collaboration, Akiyama, K., Algaba, J.C., Alberdi, A., Alef, W., Anantua, R., Asada, K. (2021). First M87 Event Horizon Telescope results. VII. Polarization of the ring, The Astrophysical Journal Letters, 910 (1).