Antik Çağlarda İklim Değişikliğinin İzini Sürmek: Antik Mezopotamya ve Atra-hasis

Z. Gizem Yılmaz Karahan’ın İngilizce olarak kaleme aldığı bu makalenin orijinali Paradoxa dergisinde yayımlanmış ve derginin özel izni ile PENTACLE için Başak Almaz tarafından çevrilmiş, redaksiyonu Sümeyye Aslan ve Şafak Horzum tarafından yapılmıştır. Son okuma ve düzenlemeler Başak Ağın’a aittir. Makaleden alıntı vermek isteyenler için künye bilgileri aşağıda sunulmuş, metin içerisinde ilgili sayfa numaralarının başlangıç noktaları köşeli parantez içerisinde ve koyu renkle belirtilmiştir.

Yılmaz Karahan, Z. Gizem. (2020) “Tracking Climate Change from Ancient Times: Ancient Mesopotamia and Atra-hasis”, Paradoxa, (31) pp. 231-248.


Buraya, bu kuru göl kıyısına ve bu yığma taş mezara ve içerisine yaşanmış tüm günlerimizin son gününde son sözlerimi koyduğum bu pirinç silindire, uzak diyarlardan gelip erişen sizler: Bir zamanlar uçabileceğini de düşünmüş bizler için dua edin.

(Margaret Atwood, “Time Capsule Found On the Dead Planet” 193)


ROBIN. Deniz daha da içerde. Her şey gidiyor ve gitmesine izin verecekler. […] Bırakın kendine ait olanı alsın deniz. […] Deniz bizi götürecek bir sonraki aşamaya.

(Steve Waters, The Contingency Plan 49)


Öz

Tufan anlatıları, Babil kil tabletlerine yazılmış bir destan olan Atra-hasis dedahil olmak üzere pek çok yaratılış mit ve hikayelerinde yaygın şekilde görülür. Enlil’in artan insan nüfusu üzerinde demografik bir kontrole sahip olmak amacıyla yedi gün sürecek bir sel yaratma planına karşı Enki’nin Atrahasis’i uyardığı tufan miti, ismini hikayenin başkahramanından alan Atra-hasis’in üçüncü tabletinde bulunur. Atrahasis’in suya karşı öznel ve eyleyici zaferine dayanan bu anlatı, insanlık tarihine hükmeden suya ve onun eyleyiciliğine duyulan korkuyu ortaya koyar. İnsanlarla su arasındaki kaotik ve uyumlu dolaşıklığa işaret eden bu çalışma, evrenin korkulan ve nefret edilen bir rizoması olan suyun element olarak analizini yapmakta, bir Mezopotamya tufan hikayesi örneği sunarak eyleyici elementlerden biri olan suya dayalı iklim kurgu kuramını genişletmektedir. [232] Ayrıca bu çalışma, iklim değişikliğinin antik çağlara dek izini sürüp Eski Mezopotamya’dan modern dünyaya insan türünün çevresel tarihini kaydederek modern dünyadan önceki çevresel kaygıların varlığını vurgulamayı amaçlamaktadır.

***

Sümer-Babil çivi yazılı kil tabletler üzerine kaydedilen bir destan olan Atra-hasis de dahil olmak üzere, çoğu yaratılış mit ve hikayesinde tufan anlatıları mevcuttur. Destan, artan insan nüfusunun ve bunun sonucunda sebep oldukları gürültünün tanrıları (Anu­—Gök Tanrısı, Enlil—Yeryüzü Tanrısı ve Enki—Su Tanrısı) nasıl rahatsız ettiğini anlatır. Bu tanrılar, aşırı nüfusları nedeniyle insanları cezalandırmak için onların üzerine elementlerden kaynaklı felaketler salar; insan türünü dünya üzerinden silmek için onları sırasıyla veba, kıtlık, kuraklık ve sel ile ziyaret eder. Atra-hasis’in üçüncü tabletinde, Enki’nin Atra-hasis’i rahatsız edici bir şekilde artan insan nüfusu üzerinde kontrolü ele geçirmek amacıyla yedi gün sürecek bir sel yaratma planları yapan Enlil konusunda uyardığı tufan miti bulunur.

Nuh’un Gemisi’nin öyküsünden önce kayda geçmiş ve Gılgamış Destanı’ndaki Utnapiştim’in hikayesiyle ilişkili olarak Atra-hasis, felaketten sonra hayatın devamlılığını sağlamak amacıyla bir dizi insan-dışı varlığa ve bunların aile üyelerine koruma sağlamak için (“Hayat Kurtaran” adlı) bir gemi inşa eder. Böylelikle, tanrılar insanlığın üzerine ölümcül bir tufan saldığında, Atra-hasis, gemidekileri tanrıların gazabından kurtarır.

M. Ö. 18. yüzyılda yazıldığına inanılan Atra-hasis, edebiyatın en eski örneklerinden biridir. Tanrıların insanlar gibi olduğu bir dönemde başlayan destanın ilk Tableti, tanrıların üzerlerindeki ağır yükten kurtulmak için insanlığı nasıl yarattığını anlatır, öyle ki “insan, yiyecek ve içecek tedarik ederek tanrıları ağır işlerden kurtarsın diye yaratılmıştır” (Lambert ve Millard 15):

Tanrılar insanlar gibi iken

İşten sıkıldılar ve ırgatlıktan çok çektiler-

Tanrıların meşakkati çok büyüktü,

İş ağırdı, sıkıntı çoktu– (43)

Tanrılar kendilerini bu yükten kurtarmak için, yalnızca tanrıların işlerini yerine getirmeleri amacıyla kullanmak üzere çamurdan insan yaratmaya karar verirler:

[233]

Geri kalan [zamanda davulu duydular],

Tanrının etinden bir ruh [vardı].

Yaşayan (insanı) kendi alameti olarak ilan etti,

Ve unutulmasın diye bir ruh [şahit bulundu].

O kili karıştırdıktan sonra

Annunaki’yi, ulu tanrıları çağırdı.

Igigi, ulu tanrılar,

Kile tükürdü.

Mami ağzını açtı

Ve ulu tanrılara dedi ki,

“Bana bir görev verdiniz, ben onu tamamladım;

[…] Ağır işinizi ortadan kaldırdım,

Çektiğiniz zahmeti insana dayattım.

İnsanlığı yaratmam için yaygara kopardınız,

Boyunduruğu çözdüm, özgürlük verdim.”

Onun bu konuşmasını duydular,

Birlikte koşup onun ayaklarını öptüler. (59)

Fakat, insanlar, yaratılışlarının esas amacından (tanrıların işini yapmak için yaratılmış olmaktan) saparak tam on iki yüz yıl sonra Dünya’da nüfus patlamasına sebep olur ve bu da nihayetinde tanrıları rahatsız eder. Yazar, hikayeyi kısaca anlattığı çivi yazısının satır ve sembollerinde aşırı nüfus problemlerini şöyle kayda geçer:

Bin iki yüz yıl [henüz geçmemişti]

[Topraklar genişleyip] ve insanlar çoğaldığında.

Yeryüzü böğürüyordu [bir öküz gibi]

Tanrılar rahatsız oldular [insanların curcunasından]. (67)

Bu satırlar anlam bakımından belirsizdir. Örneğin, “böğürmek” hem gerçek hem de mecazi anlamlar taşır. Dahası, bu satırlar düzenli aralıklarla gerçekleşen (çoğu antik çağlarda meydana gelmiş) deprem ihtimalini çağrıştırmaktadır. Metnin bu kısmı çağdaş bir bakış açısıyla okunduğunda günümüzdeki çevre krizleri ile antik çağlardakiler arasında bağlantı kurulabilir. Aşırı nüfus gibi antropojenik (insan kaynaklı) bir sorun, ekolojik dengeyi bozar ve bu antropojenik ihlalin sonucu, bir grup tanrının vermiş olduğu ceza olarak ortaya çıkar. Bu toplumsal cezalandırma, insanlık üzerinde güç ve kontrol arzusunu temsil edebilir. Tanrıları modern zamanların otorite figürlerinin temsilcileri olarak ele alırsak, benzer güç elde etme girişimlerini görebilir, bazı otoriter figürler ve kurumlar arasında bağlantılar olduğunu öne sürebiliriz.

[234]

Her kuruma belirli bir ceza kategorisi atfetmek—yani Atra-hasis’teki her tanrının tek bir şeyden sorumlu olması; örneğin Ninhursag’ın (Mami’nin) tanrıların ebesi olması gibi—güç ve kontrolün çevreye antropojenik bir müdahaleden kaynaklandığını gerekçe göstermenin bir yoludur. Atra-hasis’te bu müdahale dünyadaki nüfusun aşırı artışıdır. Daha farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, “ilkel ve suya dair” (Lambert “A New” 293) bir destan hakkındaki bu Sümer-Babil kil tableti örneği, iklim değişikliğiyle ilgili modern kaygıları çevresel tarih ile antik Mezopotamya’daki insan türlerinin arasındaki etkileşime bağlayarak modern zamanlardan önceki çevresel kaygıların varlığını vurgular.

Bu noktada tabletin tufan hikayesine ilişkin parçasının epey kırık olduğunu vurgulamalıyım. Yine de destanın geri kalan parçaları, dünyayı ‘insan’ hastalığından kurtarmayı amaçlayan bir sel baskını hikayesini anlatır. Aynı zamanda Bilgelik Tanrısı’nın Atra-hasis’e yedi gün ve yedi gece sürecek bir tufan planı hakkında bilgi vererek ona tufana hazırlanmak için nasıl zaman tanıdığından da söz eder. Aslında eski tufan hikayelerinin modern hikayelerden farkı budur; modern olanlarda karakterler çevresel felaketlere karşı hazırlıksız yakalanırlar. Öte yandan, bu çevresel felaketlerin yıkıcılığı her ikisi için de ortaktır. Atra-hasis, bu tufan felaketini tanrıları bile “su için boş yalağın önünde beraberce dikilen koyunlar gibi” (Battenfield 11) titreten korkunç bir kıyamet felaketi olarak tasvir eder ki bu esnada onlara yiyecek-içecek tedarik eden çalışanlar tufan sebebiyle ölmektedir:

Nintu, yüce hanım,

Dudakları ateşler içindeydi.

Annunnaki, ulu tanrılar,

Aç susuz otuyordu.

[…]

Nintu inledi ve duygularını döktü.

Onunla birlikte tanrılar da ağladılar.

Nintu kederinden şişmiş ve biraya susamıştı.

Oturduğu yerde, tanrılar da koyunlar gibi,

Ağlayarak oturup, gözyaşlarıyla yalağı dolduruyordu.

Dudakları hararetten kurumuştu,

Açlık krampları yüzünden acı çekiyorlardı. (95-97)

Tarih, benzer jeomitolojik hikayelerle doludur. Birçok antik kültürde, yaratılış mitlerini içeren destanlar felaket niteliğinde, sonucunda insanların hayata yeniden başlamak zorunda kaldığı [235] çevresel değişiklikten bahseder.[1] Genellikle yedi gün yedi gece süren böylesi bir çevresel felaketten kayık benzeri bir yapı inşa ederek kurtulmak, yaratılışla ilgili pek çok eski destan ve hikayede ortak bir temadır.

Örneğin, benzer bir tufan hikayesi antik İran kayıtlarında bulunur: “Yeryüzündeki canlıların onun soyundan geldiği, dünyadaki ilk erkek ve hükümdar” (Kilmer 175) Yima’dan bahseden bir Avesta hikayesi. Bu hikaye de, insanların yaratılışlarından sadece 300 yıl sonra aşırı nüfus yüzünden Dünya’da hiç boş yer kalmaması sonucunda ortaya çıkan çevresel değişimi ima etmektedir. Lider Yima’nın isteği üzerine Dünya yüzeyinin üçte bir oranında genişlemesi artan nüfus problemini çözer. Böylesi bir genişleme, ilgisiz ve cahil insanlar tarafından fark edilmeksizin üç kez gerçekleşir. Bu hikayedeki tanrılar meclislerini toplayarak, Zerdüştlüğün yaratıcısı Ahura Mazda’nın sonrasında Yima’ya anlattığı korkunç bir kış mevsimi aracılığıyla nüfusun aşırı artışını önlemeye karar verirler. Sonuç olarak Yima’ya insan-dışı yaşamın bazı temsili örnekleriyle beraber bu korkunç soğuktan kaçmak için özel bir oda inşa etmesi tavsiye edilir.

Aynı şekilde, Hint tufanının başkahramanı Manu yaklaşmakta olan bir tufan hakkında bir balık tarafından bilgilendirilir. Bu balık Manu’ya, boynuzuna bağlı bir gemi inşa etmesini önerir ve bu, Mahabharata Destanı’ndaki Brahma ile ilişkilendirilir. Felaketle sonuçlanan tufandan sağ kurtulan tek kişi olan Manu, tanrılara şükranını sunmak amacıyla suya süt ve tereyağı döker ve tanrılar bu şükran karşılığında, Manu’nun çektiği yalnızlığı gidermek için aynı noktada erkekler ve kadınları yaratır (Çığ 92).

Farklı kültürlere ait olup benzer element öykülerine dayanan birbirine yakın bu destanların tümü benzer felaket tasvirleri içerir. Böylece, farkında olmadan tüm bedenlerin maruz kaldığı maddesel olguları vurgular. Hayatın denizden geldiğinin altını çizerler; hayat sudan gelir; hayat, tufandan kurtulan Atra-hasis’in soyundan gelir: “Yeni bir gökyüzü altında ve sakin bir esinti içinde, felaketten kurtulmuş bu yeni grup, zalim deniz anadan doğdu. İlk yeniden doğuş” (Serres 8). İlk yeniden doğuş, tufan hikayelerindeki hem insan hem de insan-dışı yaşam formlarını kapsar ve böylece “doğaya karşı savaşta insan zaferinin baştan çıkaran anlatısını” alaşağı eder (Hartman ve Degeorges 457). İnsan ve insan-dışı tüm varlıkların üzerine düşen bu yıkım, [236] insan öznelliğinin benzersiz ve insan-dışı yaşamdan üstün olduğuna dair insanmerkezci inancı kırar. “[D]urdurulamaz ve öngörülemez, son derecede dikkat çeken ve şok edici biçimde güzel” (O’Dair 62) dalgalara karışan su, insan eylemlerinin neden olduğu elementsel dengesizlikleri sorgulamaktadır.

Her tufan miti, dünyayı “akarsuda süzülen bir kütük gibi” (Kenny 5) Dünya’nın sular altında kaldığı sıfır noktasına getirmeyi ve tüm yaşam formlarını orijinal su formlarına döndürmeyi amaçlamıştır. Bu, ilk kez Thales (M. Ö. 624-546) tarafından önerilmiş bilindik bir argümandır. Thales, aktif yaşam dinamiğinin suyun varoluşuna bağlı olduğunu varsaymıştır. Bu varsayım, yoğuşmadan seyrelmeye, nemden ıslaklığa kadar suyun her formunu kapsar çünkü her yaşam formu, suyun eyleyiciliğinin bir varyasyonu ve sapmasıdır. Yakın zamanda, Cohen ve Elkins-Tanton, biyolojik varlıkların aynı şekilde suya bağımlılığını öne sürdüler:

Yaşam için ona ihtiyacımız var ve Dünya’nın ne kadar sulak olduğu hakkında konuşuyoruz; ancak yine de bir şekilde tükeniyor. Hem efsanevi hem de hikayeleşmiş tufanlarda ve haberlerden öğrendiğimiz sellerde ya da daha kötüsü, kentlerimiz veya sokaklarımızda olduğu gibi, su yok eder, boğar ve korkutur. Su, tıpkı vücudumuzdan akıp bahçelerimizi suladığı ve ormanlarımızda buharlaştığı gibi hayallerimizden ve imgelerimizden damlar. Su, bedenimiz için olduğu kadar ruhlarımız ve gezegenimizdeki tüm yaşam için de merkezi konumdadır. (22)

Basitçe söylemek gerekirse, bildiğimiz şekliyle hayat, sudan gelir. Neil Shubin In Your Innerfish (2008) [İçimizdeki Balık] adlı eserinde, karasal yaşam formunun oluşum sürecine “yeryüzünün balıklar tarafından istilası” (5) diyerek suda yaşayan atalarımıza işaret eder ve ekler: “Antik balık kemikleri kim olduğumuz ve bu yolu nasıl geldiğimiz hakkındaki bilgiye giden bir yol olabilir. Görünüşte tuhaf yerlerden; dünyanın dört bir yanında kayalardan çıkarılan solucan ve balık fosillerinden tutun da bugün yeryüzünde yaşayan hemen hemen her hayvanın DNA’sına kadar kendi bedenlerimiz hakkında bir şeyler öğreniyoruz” (3). Yani, en basit haliyle tüm insan ve insan-dışı biyolojik yaşam formları sudan gelmektedir. Bizler; kökenimizin, gerçekte kim olduğumuzun, nereden geldiğimizin ve sonunda nereye gideceğimizin kaynağı olarak suyu işaret eden sudan doğma yaratıklarız.

Su, insan ve insan-dışı yaşamın ön şartıdır, ancak bu tufan hikayeleri suyun aynı zamanda insan ve insan-dışı ölümlerin kaynağı olduğunu da ortaya koymaktadır. Suyun eyleyiciliğinin aktif yaşamdaki merkezî konumu tehlikelidir: Su “hem tehlike hem kurtarıcı, hem tehdit hem can simididir” (Neimanis 81). Steve Mentz bunu şöyle netleştirir: “Dünyamızın büyük bir kısmı sudur. Bu suyun çoğu tuzdur. Nasıl görünürse görünsün, bizi nasıl hissettiriyorsa hissettirsin, dalgalarında bedenlerimiz nasıl süzülürse süzülsün, okyanus yaşanacak bir yer değildir” (Altta 96). Mentz’in bu anlayışı bizi bir paradoksa götürür: Evimiz sulak bir gezegen de olsa, [237] ona “Mavi Gezegen” de dense, su kesinlikle evimiz değildir. İnsan yaşamı ana rahminde suyla başlasa da, sudan gelen atalarımızdan bu yana çok evrildik ve kara yaşamına uyum sağladık. Bu argümanlarla ilgili olarak su, bir yandan Atra-hasis, ailesi ve “hayata ve sevgiye tanıklık edecek yeni şarkılarımızı sucul yapacak” hayatta kalmış bir grup insan-dışı varlık için yeni bir yaşam ve yeniden doğuş anlamına gelir (Duckert 248). Öte yandan, suyun güçlü kuvvetleri nedeniyle diğer varlıklar ölür ve yok olur. Destan, insanların bu güçler yüzünden çektiği acıyı şöyle anlatır:

Ne? [Dalgalanan?] denizin sebebi kendileri miydi?

[İnsan cesetleri] yusufçuklar gibi nehri doldurdular!

Bir sal gibi kıyıya çekildiler,

Bir sal gibi… nehir kenarına vurdular! (97)

Benzer yıkıcı felaketler, giderek daha da artan çevre sorunlarından doğan modern iklim kurguda da ortaya çıkmaktadır. Fatma Aykanat, iklim kurguyu incelerken, Dan Bloom’un “iklim kurgu” terimini ortaya koyan ilk kişi olduğunu belirtir ve ayrıca “iklim değişikliğini konu alan kurgusal anlatıların eskiden gelen örnekleri” olduğunu ekler (29). Son çalışmalar, iklim kurgu ile ilgili pek çok kuramsal sav ortaya koymuştur. Örneğin, Adeline Johns-Putra ve Adam Trexler iklim kurgu çalışmalarının önemini şu şekilde öne sürer: “İklim değişikliği artık sadece siyasi ve bilimsel gündemlerde değil, aynı zamanda daha geniş kültürel tahayyülde de birincil konumdadır” (185). Bu daha geniş kültürel tahayyül, ister çağdaş edebi eserlerde ister geçmişteki eserlerde, hatta antik çağlarda olsun, iklim değişikliğinin farklı şekillerde ifade edilmesine önayak olur. İklim değişikliği kurgusunun işlevi ile ilgili olarak Trexler, iklim kurgunun “iklim değişikliğinin bilimsel tarafının az çok gerçekçi temsilleri olarak mı yoksa … küresel ısınmaya dair kolektif tahayyülü temsil eden kültürel metinler olarak mı okunacağı” sorusunu gündeme getirir. (34). Benzer şekilde, Stephanie LeMenager, “iklim değişikliği ve sosyal yaralanmanın endişe veren bu çağıyla mücadele edecek bir anlatı biçiminin” (220) uygunluğunu vurgular ve iklim kurgunun “bir sosyal ihtiyaç belirtisini” ve “değişen sosyal ve ekolojik koşullara göreceli olarak yeni bir yapısal tepkiyi” (222) sürdürebileceğini ekler. Bu görüşler, eski tufan destanlarının iklim değişikliği anlatıları perspektifinden incelenmesine imkan sağlar ve böylece iklim değişikliğinin yalnızca çağdaş bir kavram olduğu fikrine meydan okur. Aşırı nüfus nedeniyle ortaya çıkan yerel bir çevre sorununun kültürel tahayyülüne bir örnek olarak Atra-hasis, iklim değişikliği anlatılarının yeniden tanımlanmasını gerektirir. Değişen sosyal ve çevresel koşulları kendi antik yöntemiyle birleştirirken nüfusu sınırlandırmak için acil bir sosyal ihtiyaca karşılık veren Atra-hasis, [238] yerel çevresel değişimin eski bir kültürel imgelemine örnek teşkil eder. Atra-hasis gibi öykülerin örneği iklim değişikliği kurgusunun kapsamını modern zamanlardan antik çağlara doğru genişleterek sorunsallaştırır.

Hem Atra-hasis hem de modern iklim kurgu romanları için zaman, mekan ve konu—karakterlerin çevresel bir yıkımdan sonra yeniden başlamak zorunda kaldığı sözde “dünyanın sonu” senaryosu (Greene 142)—ortak bir temadır. Atra-hasis, modern iklim kurgu romanlarının başkahramanlarına benzer şekilde, dünyanın sonunda yeniden başlamak zorundadır. Bu noktada, bir popülasyonun neden olduğu gürültünün birçok teolojik metinde yinelenen bir tema ve bu temaya karşı farklı yaklaşımlar olduğunun altını çizmeliyim. Mesela, bazı araştırmacılar bunun bir isyankarlık metaforu olduğuna inanmaktadır. Örneğin, Prof. Dr. Pettinato “‘gürültü’ kelimesinin dolaylı olarak isyanı işaret ettiğini, insanın yaratılış amacı olan işi yapmayı reddetmiş olabileceğini ve dolayısıyla Tufan ile cezalandırıldığını” iddia eder (alıntılayan Kilmer 167). Dahası, Anne Kilmer “insanın suçuna dair anlayışımızın temelinin öncelikle sayısal artışa ve yalnızca ikincil olarak, birçok canlı varlığın doğal getirisi olarak kabul edilebilecek gürültüsüne dayandığını” öne sürer (Kilmer 167). Metnin Enlil’in şikayetlerine verdiği referans bu görüşe örnek teşkil etmektedir:

Gürültü[yü] [duydu Enlil]

Ve büyük tanrılara [seslendi]

‘İnsanoğlunun gürültüsü [bana son derece fazla geliyor],

[Curcunaları yüzünden] uykumdan mahrum oldum.

…] veba salın üstlerine. (67)

İkinci tablette insanlar onu görmezden gelip ilahi hoşnutsuzluğu kışkırtmaya devam ettiklerinde ve vebadan sonra çoğalmaya son vermediklerinde Enlil, şikayetlerini yineler;

İnsanoğlunun gürültüsü bana son derece fazla geliyor,

Curcunaları yüzünden uykumdan mahrum oldum.

Bu insanların kaynaklarını kesin,

Bitkilerde kıtlık olsun, açlıklarını gideremesinler.

Adad yağmurlarını tutsun,

Ve seller aşağıda kalıp uçurumlardan yukarı çıkamasın.

Rüzgar essin ve yeri kurutsun,

Bulutlar çöksün ama bir damla düşürmesin,

Tarlalar verimini azaltsın,

Nisaba’nın memesi tıkansın. (73)

[239] Enlil insanları lanetler. Bu tür lanetler, evrenin dengesini ve düzenini bozan çok sayıda insanın kışkırtması sonucu ortaya çıkar. Enlil, insanlık açlıktan ölsün diye tohum saçmayı bırakması için hasat tanrıçası Nisaba’yı çağırır. Buradaki “curcuna” seçimi, hem nüfus oranlarındaki artış hem de isyankârlık ve sosyal hastalıklardaki artış için bir metafor olabilir. Türk Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ tufanın artan insan nüfusunun ardından geldiğini, bunun da sosyal ve kültürel kötülük ve yolsuzluğun otomatik olarak artışını tetiklediğini belirtir (22).[2] Çığ, hikayenin sonunda aşırı nüfus temasının ilahi alandaki rahatsızlığın temel nedeni olduğunu söyler.

Modern dünyaya dair yaygın bir şikayetin—gürültü kirliliğinin—izini Antik çağlara kadar sürmek ilginçtir. Bu sonik unsurun “geniş kapsamlı ve olumsuz sağlık, sosyal ve ekonomik etkileri” vardır (Goines ve Hagler 287). Modern gürültü kirliliğinin kaynakları arasında hareketli şehir trafiği, zayıf şehir planlaması ve aşırı kalabalık bulunur. Ve görmüş olduğumuz gibi, eski metinlerdeki bazı ilahi öfkelere gürültü kirliliğinin kurgusal bir eşdeğerinin neden olduğunu varsayabiliriz. Bu yüzden, Atra-hasis, artan gürültüden rahatsız olmuş tanrılar topluluğu ve aşırı sonik yük ile dolup taşmış bir dünyayı tasvir eder. Bu aşırı yüklemeyi hafifletmek demek bu durumun kaynağını, yani nihayetinde su baskınlarıyla yok olmaya mahkum olan insanı, ortadan kaldırmaktır.

Atra-hasis, aşırı nüfus dengesizliklerini gidermek için, Enlil’in doğum tanrıçası Nintu’ya verdiği, insanların yeniden aşırı üremesini engelleyecek bir yöntem ile ilgili tavsiyesiyi ayrıntılı olarak açıklar. Bu tavsiyeye göre, üç tür kadının var olması gerekmektedir. Biri doğuracak, diğeri doğurmayacaktır. Diğer bir deyişle, diğer kadın tipi kısır olacaktır. Üçüncü tür, doğurgan kadınlar çok fazla çocuk doğurmaya başladığında fazla bebekleri ortadan kaldıracaklar olacaktır; bunlar dişi cinlerdir.[3] Bu üç türün dışında, doğum yapması yasak olan üst sınıf ve alt sınıf kadın rahibeler olacaktır.

[Enki] ağzını açtı

Ve doğum tanrıçası Nintu’ya [seslendi]

‘[Sen], doğum tanrıçası, kaderlerin yaratıcısı,

…] insanlar için

…] …

…] bırak da olsun

[Muhtemelen sütunun sonunda bir satır eksik]

[240]

Ayrıca insanlar arasında üçüncü bir kategori olsun,

İnsanlar arasında doğuran kadınlar ve doğurmayan kadınlar (olsun)

Pašittu-iblisi insanlar arasında dolaşsın

Doğuranın kucağından bebeğini kapmak için.

Ugbabtu kadınları, Entu kadınları ve Igişitu kadınları belirlensin

El sürülemez olsunlar ki doğurmaları son bulsun. (103)

Tanrılar meclisi, böylesi sınıflandırmalarla istenmeyen nüfus artışını engellemeyi amaçlar (Çığ 50). Atra-hasis’teki buna benzer gibi edebi açıklamalar, aşırı nüfus ve ardından gelen sonik rahatsızlıkların aşırı yükünden kaynaklanan demografik stresleri azaltmak için bir tür antik çabayı gösterir. Demografik kontrol için 4.000 yıldan daha eski olan bu girişim olağanüstüdür. Bunun gibi kontroller bize Rebekah Sheldon’ın cinsel ve sosyal kontrolün iç içe geçmesine dair yorumlarını hatırlatır: “Üremeyle ilgili endişeler, çocuk [kavramı/algısı] üzerinden, normların toplumsal üretimiyle birleşir ve bu üretim yoluyla ortaya çıkar” (5). Bu ayrıca, insanlık üzerindeki biyolojik kontrolün sosyal ve kültürel kontrole de yol açan üreme kısıtlamasını nasıl kapsadığını gösteren doğa (beden) ve kültür (üreme üzerine söylem) arasındaki iç bağa işaret eder. Atra-hasis’in benzersiz hikayesi, aralıklarla gelen bir dizi tanrısal müdahale etrafında dolanır. İnsan gürültüsünün neden olduğu ilk rahatsızlık, “suruppu” adı verilen bir salgına yol açar. Salgın nüfusun yarısını öldürür ama insanlar bundan ders çıkarmaz ve endişe verici sayılarda çoğalmaya devam eder. İkinci cezalandırma gelir; tanrılar veba ve kıtlık gönderir. İnsanlar bunu yine sadece geçici bir uyarı olarak görür ve bu felaketten kurtulduktan sonra üremeye devam eder. Bu, cehaletin insanların düşüncelerine nasıl hükmettiğini ve böylece doğa onlara karşı durduğunda bile sosyal pratiklerin işlemeye devam ettiğini gösterir. Bu şekilde, Atra-hasis’teki aşırı nüfus sorunu, “bir dizi kıtlık, kuraklık, toprağın tuzlanmasına, kaşıntıya ve insanı ziyaret eden açlıklara” rağmen devam eder. “Tanrılar her yıl nüfusu kırıp geçirmek için farklı bir yöntem dener” (Kilmer 168). İnsanlar, ilahi ceza olarak gördükleri çevresel işaretlere direnerek türlerini sürdürme çabalarını iki katına çıkarırlar.

Burada İngiliz iktisatçı R. T. Malthus’un nüfus teorisinden bahsetmek yerinde görünüyor. Malthus’a göre, gıda kaynakları aritmetik olarak artarken, “kontrolsüz bırakıldığı zaman insan nüfusu her yirmi beş yılda bir ikiye katlanmaya devam eder veya geometrik bir oranda artar” (Malthus 17). Böylece gıda stokları, doğal ve sosyal sistemlerin ilgili dinamiklerinde nüfusun ihtiyacını karşılamayacaktır. Bu durumda, Malthus’un iddia ettiği gibi, insanlığın hastalıkları ve kötü alışkanlıkları “nüfus azalmasının” etkili biçimde “faal ve muktedir elçileri” olacaktır. Onlar büyük yıkım ordusunun öncüleridir ve çoğu zaman bu korkunç işi kendileri bitirirler. [241] Ama bu imha savaşında başarısız olurlarsa hastalıklı mevsimler, salgınlar, salgın hastalıklar ve veba müthiş bir silsileyle ilerler; binlerce, on binlercesini ortadan kaldırır” (42-43). Ahlaksızlıkları sebebiyle yeryüzünü boğa gibi böğürten bir toplumu kurgulayan Atra-hasis’te olan şey budur. Bu tasvir, sosyal düşüş ile eşgüdümlü çevresel düşüşü örneklemektedir. Bir başka deyişle, Malthus nüfus teorisine ilişkin üç noktaya değinir:

1. Nüfus, geçim kaynakları vasıtasıyla, zorunlu olarak sınırlandırılmıştır.

2. Bazı güçlü ve bariz kontrollerle engellenmediği sürece nüfus, geçim kaynaklarının arttığı yerlerde devamlı artış gösterir.

3. Bu kontroller ve artan nüfusu bastıran kontroller, nüfusu geçim kaynaklarıyla aynı seviyede tutmaktadır. Bunların tümü ahlaki kısıtlama, ahlaksızlık ve sefaletten etkilenir. (28-29)

Malthus teorisini takiben, çoğu tufan ve sel anlatısı aşırı nüfuslu, yozlaşmış ve itaatsiz toplulukların yok edilmesini konu edinmektedir. İkinci bir şans, dürüst ve masum bir iman sahibine (Şirvan 1) ilahi merhamet gösterildiğinde ve insanlık devam edebildiğinde gelir.

Aynı şekilde, modern iklim değişikliği distopyalarında, yozlaşma temaları aşırı nüfusun bir sonucu olarak bol miktarda bulunur. Bu tür distopyaların yazarları, insan kaynaklı—farkında olmaksızın ya da kurnazca—iklim değişikliği senaryolarını yeniden üretirler: Doris Lessing’in Hayatta Kalma Güncesi (1974) adlı eseri bu tür senaryolar için harika bir örnektir. Şiddet ve salgınları ölümün temel nedenleri olarak gösteren roman, yaygın bir yiyecek kıtlığını ve bunun sonucunda ortaya çıkan zalimliği kurgulamaktadır: “Her şeyi harap ettiler, bahçedeki sebzeleri mahvettiler, pencerelerde oturup yoldan geçenlere maymunlar gibi pislik saçtılar. Sarhoştular; kendilerine sarhoşluğu öğrettiler…. Fare kızartıyorlardı: evin yakınlarında bazı kanalizasyonların girişi vardı” (150). Tuhus-Dubrow’a göre Doris Lessing’in öyküsü, “insan davranışının, diğer etkilerin yanı sıra, tehlikeli fırtınalara yol açarak hava şartlarındaki değişikliği tetiklediğini” gösteriyor. Bu hikaye tanıdık gelmelidir çünkü insan tarihindeki en eski anlatılardan biridir. Nuh’un Gemisi hikayesi, bir tanrının günahları için insan ırkını yok ettiği antik tufan mitinin varyasyonlarından sadece biridir (60). Bu bağlamda, çevre sorunları insan kaynaklı sorunlara bağlıdır ve sosyal yozlaşma çevresel bozulmayla ilişkilidir. [242] Yani, kültür ve doğa iç içe olduğundan sosyal hastalıklar kaçınılmaz olarak maddesel ve çevresel hastalıklara dönüşür. Serenella Iovino ve Serpil Oppermann, “sosyal ve çevresel kaygıları söylemsel olanlardan ayırmanın imkansız olduğunu” belirtmektedir (463). Iovino ve Oppermann’ın yorumu, iklim kurgunun sosyal yozlaşma ve çevresel felaketler arasındaki bağlantıyı nasıl ortaya çıkardığını göstermek açısından özellikle faydalıdır. Böylece, bu tür anlatılar insan aklının doğa güçleri karşısında ayırt ediciliğini sorgulamakta ve insanların çevresel ve gezegensel süreçlerle nasıl iç içe olduklarına dair yeni örnekler sunmaktadır. Iovino ve Oppermann’ın yorumunu detaylandırmak gerekirse iklim kurgu, sosyal tutarlılığa dayalı çevresel sürdürülebilirliğin yeniden düşünülmesini teşvik etmektedir. 

Atra-hasis, doğal ve kültürel etkileşimlerin kesiştiği noktada, “insan sayılarının ‘doğal’ yollarla; veba, salgın hastalık, kuraklık ile [ilahi] kontrolünü” (Kilmer 172) tasvir ederek böylesi bir yeniden düşünmeyi betimlemektedir, ve tufan da bu doğal yolların bir örneğidir. Dahası, bu kontrol dürtüleri hem insan hem de insan-dışı doğada bir bozulma ile sonuçlanır:

Dünyanın rahmi [yeni varlıkları] taşımadı,

Bitki örtüsü filizlenmedi [..]

İnsanlar görülmedi [..]

Siyah tarlalar beyaz oldu,

Geniş düzlük tuzla boğuldu.

Bir yıl boyunca ayrık otu yediler (?);

İkinci yıl kaşıntıyı çektiler.

Üçüncü yıl geldi

[Ve] görünüşleri açlıktan [değişti].

[Yüzleri] kabuk bağladı, malt gibi

[Ve onlar] ölümün eşiğinde [yaşıyorlardı].

[Onların] yüzleri yeşil görünüyordu,

[Sokakta] kambur yürüdüler. …

Geniş omuzları [daraldı],

Uzun bacakları [kısaldı]. (79-81)

Atra-hasis, aşırı nüfuslu bir toplumda açlık, susuzluk ve hayatta kalmanın dehşetiyle tezat oluşturan temiz gıda ve temiz tüketimin önemine yaptığı vurguyla iklim değişikliği politikasını örneklemektedir. Medeni tüketim yöntemlerinin olmadığı bir çevrede insanlar öznelliğini yitirir ve insan özünü kaybetmiş maddeler haline gelir. İnsanlar sayıca arttıkça, toprağa değer verme yetilerini de kaybederler, bu da otomatik olarak fiziksel çevrelerini ve sosyal ilişkilerini bozar. Bu noktadaü, Malthus’un nüfus teorisi yeniden hatırlamak [243] gerekiyor. İnsanlıktan çıkan insanlar yamyamlığın dehşetini saçarak birbirlerini yemeye başlar. Anneler, yenilme korkusuyla kızlarını görmekten kaçınırlar. Antik iklim değişikliği, toprakta bozulma ve bunun sonucunda insan varlığını sürdürmek için doğal ürünlerin yetersizliği olarak kendini gösterir; ve tufan tüm yaşam formlarını yutar.

İlahi cezalandırma ve suyla cezalandırma teması; yani insanın kötülüğünden ötürü boğulması tüm yaratılış ve tufan destanlarında ortaktır. Fakat, bu ilkel destanlar aynı zamanda “doğa dengesi ile insanın evrendeki rolünün dengesi altında yatan bir motif” sunar (Kilmer 176). Kilmer’in görüşünü daha da ilerletmek adına, bu çalışmanın temel odağı şu soruyu dile getirmektir: Ya, insanların isyankarlığına ve sefilliğine karşı ilahi cezalandırma yerine, bu hikayeler, tarih boyunca aralıklarla tekrarlayan iklim değişikliği ve bunun insanlık üzerindeki etkisine dair inanışa dair edebi kanıt içeriyorsa? Bu hikayeler aynı zamanda kültür ve doğanın dolanıklığını gösterirken insan-merkezli bencilliğin felaket sonuçlarına işaret etmiyor mu? Bu soru, bizi çevresel felaketlerin doğal mı yoksa insan kaynaklı mı olduğunu düşünmeye davet ediyor. Atra-hasis’te, tüm feci doğal afetlerin aşırı nüfus ve ses aşırılığının bir sonucu olarak meydana geldiği görülür. Bu unsurlar insan-merkezciliğin ürünleridir. Bu merkezcilik, Margaret Atwood’un “Time Capsule Found on the Dead Planet” adlı eserinde de değindiği modern iklim kurgunun ortak bir temasıdır. Geçmiş ve günümüz anlatıları arasındaki ilişki, iklim değişikliğinin izini antik çağlara dek sürmemize yardımcı olabilir.

Schneider ve Adalı’nın Atra-hasis ile ilgili aydınlatıcı açıklamaları şöyledir: “İklim koşullarının çeşitli tanımları, Asurbanipal dönemine ait metinlerde bulunabilir. Bunlardan ilki, M. Ö. 666’da krala yazılan ve Assurbanipal’in tahta çıkışının bol yağışlı bir zamana denk geldiğini bildiren kalıplaşmış methiye bölümlerini içeren bir mektuptur” (4). Atra-hasis ve Asurbanipal arasında bir ilişki olması mümkündür çünkü; çivi yazılı tabletlerin kodunu çözmeye yardımcı olan bir Asurlular’a ait Atra-hasis metni Asurbanipal’in kütüphanesinde bulunmuştur (Batto 624). Bu ilişki, tufan felaketini mantıklı kılabilir. Geçmişte, Asya’nın bir bölgesinde hayatta kalanların aklında yer eden büyük bir tufan olduğu ortadadır. Bu feci tufan anısının tahayyülüne bu destanlarda yer verilmiştir. İlginçtir ki benzer kaygılar, modern dünyanın edebiyat çevresinde de insan tahayyülünde yer edinmiştir. Örneğin, Steve Waters’ın The Contingency Plan adlı eseri, Atra-hasis gibi dünyanın ekolojik dengesine yapılan insanmerkezci müdahalelerin bir sonucu olarak insan türünün yok olmasına ilişkin benzer kaygıları temsil etmektedir:

[244]

O denizi tanıyorum. Yıllardır rüyamda o denizi görüyorum, uyanırken onu görüyor, ağzımda tuzunun tadını alıyorum. Ve bu, son değil. Biliyorsun. Biliyorum. Bizim, yaptıklarımızın sonu olabilir, ama kimiz ki biz?

Dünyanın hastalığıyız, enfeksiyonuz, biz dünyanın uykusundaki huzursuzluğuz ve süpürülüp atılacağız, bu vücuttan atılacağız.

Deniz yükseliyor, kara gidiyor, şehirler gidiyor, insanlar gidiyor.

Bununla mücadele edemezsin. (83)

Benzer kaygıların zamanla kurgusal imgelemi ele geçirmiş olması, antik çağlardan kalma iklim değişikliği anlatılarının fosilleşmiş izlerinin modern çağa kadar ulaştığını gösterir. Bu açıdan bakıldığında, çevresel değişimin eski anlatıları, iklim değişikliği kurgusunun modern tanımını sorunsallaştırmaktadır. Tuhus-Dubrow’un öne sürdüğü gibi, iklim kurgu romanları “mitleri çağımıza göre yeniden biçimlendiriyor, bilgimiz ve korkularımızla uyum sağlamak için eskiden beri kabul görmüş anlatıları benimsiyor” (61). Tuhus-Dubrow’un ifadelerini doğrular şekilde Atra-hasis, geçmişte yaşanan olası çevre sorunlarına karşı bir uyarıdır ve bu yüzden, iklim değişikliği kurgusunun eski bir biçimini örneklemektedir.

Öyleyse, soruyu tekrarlamak gerekirse, ya bu ilkel kayıtlar sadece hayali yaratılış mitlerinden daha fazlasıysa? Ya aslında yazıldıkları dönemin antik çevresel değişikliklerini ortaya koyuyorlarsa? Bu destanlar, insan etkilerinin neden olduğu çevresel bir düşüşün ürünleriydi. Dan Bloom, Derrick Varn ile yaptığı bir röportajda şöyle der: “İklim kurgu geçmişte, şu anda veya gelecekte (yakın veya uzak gelecekte) yer alabilir ve distopik veya ütopik temalara yönelebilir. Böylece, iklim kurgu romancıları hayal güçlerinin ve dünya görüşlerinin onları götürdüğü doğrultuda yazabilirler” (2). Blooms’un açıklamalarıyla benzerlik gösteren Atra-hasis, aynı zamanda eski bir iklim değişikliği anlatısıdır.

Burada, Amerikalı-İrlandalı yazar Morgan Lyywelyn’in The Elementals adlı eserinin nasıl başladığını hatırlamalıyız:

Biz deniziz.

Biz gezegenin çift amaçlı üreme ve hürmet organıyız. […] Hiçbir sınırı kabul etmiyoruz, belki unufak edebileceğimiz küçük sınırları kabulleniriz. Biz sualtı merceği dünyanın rengarenk çeşitliliğiyle kırılmış bir prizmayız. Atlantis, Lemurya ve Mu’nun ve okyanus aşan Fenike ticaret gemilerinin ve Titanik’in ve Uçuş 19’un beş kayıp uçağının da imgeleri bizde saklıdır.

[245]

Biz deniziz.

İnsanları, onların kendilerini algıladıkları gibi görmüyoruz. […] İnsan, katı yüzeyler arayan, zehirli atıklar yaratabilme becerisine sahip, kendi kendini yenileyebilen bir organizmadır. İnsan, rahmimizden sürünerek çıkmış bir kanserdir.

İzliyoruz. Farkındayız. Biz deniziz. (i)

Bazılarımız şiddet yanlısı kapitalistleriz, onların çıplak elleriyle kurdukları kurumlarımızla bile isteye Son’unumuz olan kıyamete doğru sürüklenen…

Para sisteminin yanlış yönlendirmesiyle…

Ve deniz hala hepimizi izliyor…


Yazarın notu: Bu makalenin yazımı sırasında son derece yararlı görüşleri için Emrah Karahan’a en içten teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca, bu çalışmanın tarihsel artalanında yardımcı olan Doç. Dr. Selim Ferruh Adalı’ya teşekkür ederim.


Notlar

[1] Benzer hikayeler için bkz. Nuh’un Gemisi, Yunan mitolojisindeki Deukalion ve Pyrrha’nın hikayesi, Altay mitolojisindeki Nama’nın hikayesi, Azerbaycan mitolojisindeki Mazan’ın hikayesi, Hint mitolojisindeki Manu’nun hikayesi, İran mitolojisindeki Yima’nın hikayesi vb.

[2] Bu makalede kullanılan tüm Türkçe kaynaklar yazar tarafından İngilizceye çevrilmiştir.

[3] İslam inanışına göre cin figürü, insanlara büyü yapan soyut bir ruhun anımsatıcısı olarak dehşet saçmaktadır. Cinler, sosyal hayatı korkunç bir hale getirmeye çalışan şeytani ruhlardır.


Kaynakça

Makalenin kaynakçasına aşağıda verilen toplam dört linkten ulaşmak mümkündür.

Part 1 Part 2 Part 3 Part 4