Anti-Kapitalist Ekoloji: Romantizm ve Ekososyalizm

Romantizm, gelişen modern kapitalist topluma karşı, tıpkı ütopyacılar gibi Marksizm’den onlarca yıl önce eleştirel tavır takınmıştır. Elbette kapitalizm sözcüğünü pek sık kullanmamışlar, sanayileşme-makineleşme, sayısallaşma, burjuva uygarlığı, değerlerin çürümesi vb. ifadelerini ön plana çıkarmışlardır. 20. yy. ve günümüzde eko-toplum hayali kuran ekolojistler, sosyalizme değil romantizme bağlı olduklarını söylemekte ve romantizmi sahiplenmektedirler. Ne ki sosyalizme eleştirel bakışla bağlı olan ekososyalistler de romantizmi önemsemektedir. Ekososyalizm yalnızca üretim aygıtları ve dağıtım mantığının sınıfsal el değiştirmesi demek değil, aynı zamanda yeni bir medeniyet paradigması ve eko-kültür arayışıdır. Bu sebeple romantiklerin kimi yaklaşımları ve doğa görüşleri, benim gibi düşünen ekososyalistler için yol gösterici özellikler taşımaktadır.

Sermaye-Merkezcilik ile İnsan-Merkezcilik: Kapitalizm ve Marksizm

Kapitalizm, kaynakları tükenen bir gezegende durmadan büyüme hedefleyerek kendisiyle çelişmektedir. Süreç boyunca tükenense kapitalizm değil, canlılık olmuştur. Sermaye büyüme ve genişleme takıntısından vazgeçemez, onu reformlarla yavaşlatmaya ve yumuşatmaya çalışmak nafiledir. Vahşi kâr hırsı ve kitlelerin ona duyduğu tehlikeli inanç bir yana, büyüme bağımlı çoğunluğun adaletsizlik ve eşitsizliğe başkaldırmasını önlemenin yolu olarak görülür. Sermayenin büyümesi ve genişlemesi de doğal yaşamın küçülmesi ile daralmasına tekabül eder. Emperyalist kapitalizmden küresel kapitalizme, klasik moderniteden günümüz akışkan modernitesine değin bu mantık ve etki değişmemiştir. Rekabetçi kapitalizm karşısında insan ve doğaya ait hiçbir unsur sermaye adına dönüştürülmekten kaçamaz, yani finansallaşma ve metalaşmadan… Kapitalist kodlar insanlar arası ve insan ile doğa arasındaki ilişkiyi para ile değişim-değerine indirgemiştir.

19. yy.’da ekoloji hususunda iki yaklaşım vardı; kendinde değeri olan Doğa için doğayı gözetmek ve gelecek nesiller için doğayı korumak. İlki doğayı merkeze alırken, ikincisi insanı merkeze almaktaydı.

Öncelikle, eko-kıyım çerçevesinde dile getirilen insan-merkezci ifadesi hatalıdır. Sermaye bu zamana kadar ne gelecek nesiller ne de insan soyu adına hareket etmiştir. Doğru söylem sermaye-merkezciliktir. Ve insan sözcüğü kapitalist sınıfın arka kapıdan sıvışmasına sebep olmaktadır. Her daim genişleme ile denetleme hedefleri taşıyan sermaye, insan toplumu ile canlı toplumunu baskılama, çerçeveleme, kontrol etme ve kendi kodlarıyla örgütleme mantığını işletmiştir. İnsanın yaşam süresinin veya nüfusun artması kapitalizmin bahşettiği bir lütuf değildir. Sistem, Baudrillard’ın dediği gibi, insan toplumunu yıkıldı yıkılacak seviyede tutar ve geciktirilmiş ölüme hapseder. Bedene yakınlaşan iktidar insanı yaşatmak zorundadır, yoksa ne ondan faydalanabilir ne de başkaldırı tehdidini bertaraf edebilir. Öte yandan doğayı hem kendisi için mali kaynak hem de ölümünü geciktirmek “zorunda olduğu” insana kaynak olarak görmektedir. Aydınlanma’ya yapılan insan-merkezci yakıştırma bile “beyaz batılı erkek”ten ötesini temsil etmemektedir, -kaldı ki sermayeyi ve kapitalist devleti elinde tutan, parayı insan yaşamının rabıtası haline getiren de zaten aynı erkekti. Velhasıl kapitalist tarihte insan-merkezcilik bile yürürlüğe girmemiş, sermaye-merkezcilik hüküm sürmüştür.

Klasik modern dönemin çocuğu Marksizm için insan-merkezci demek daha uygun olabilir. Makineleşme-sanayileşmenin ilerlemeci büyümesinin sonucunda “kaçınılmaz olarak” proletaryanın “iktidarı” devralacağı düşünülmüştü. (Ne ki devrim sloganları “gelişmemiş” doğudan yükseldi.) Buradaki “iktidar” üretim aygıtları, devlet ve sermayedar panoptik kuledir[1]. Yıkılması amaçlanan içindekilerle birlikte panoptik kuleydi; üretim aygıtları ve ilerlemeci anlayış değil, devletse bir raddeden sonra(?) ortadan kalkacaktı. Marx (Paris Komünü yorumlarında), işçi sınıfının devlet aygıtını olduğu gibi almak ve kendi hesabına çevirmekle yetinemeyeceğine değinmişse de konu derinleşmemiştir. Kısacası sosyalizm eşittir üretim aygıtları eksi kapitalistler (Andre Gorz) mantığı vardı. Yani sermaye-merkezciden insan-merkezciye geçiş: Sermaye için değil halk için üretim.

Marks ve Engels -ezici yoğunlukta emek-sermayeye eğilmiş olsalar da- doğanın talan edilmesine kayıtsız kalmamışlar, insanı da doğanın ayrılmaz bir parçası olarak görmüşlerdi. Yoksa kapitalist talan manasında “insanın” doğaya egemen olmasını amaçlamadılar. Onlardaki “doğaya egemen olma” ifadesindeki egemenlik sözcüğü doğa yasalarını tanımak, keşfetmektir. (Ne ki her zaman bu anlama gelmez.) Tabii modern çağda yükselen maddeci anlayıştan ayrı değildir. Amaçlardan biri de Marx’ın ifade ettiği üzere doğayı gelecek nesillere iyi koşullarda bırakmaktır ve insanın kendi çıkarlarının peşinden gitmesinin eko-sistemin çıkarlarıyla çelişmeyeceğini belirtirler. Doğal güçler üzerinde kontrol, Aydınlanma geleneğine paralel biçimde Marksizm’de de mevcuttur. Engels doğanın öç aldığından/alacağından söz eder, bunu egemenliğimiz arttığı için değil aksine toplumsal üretimde egemenliğimiz olmamasına bağlar. Kısacası “insan ile insan” ve “insan ile doğa” savaşının/karşıtlığının çözümü olarak yine emek-sermaye çerçevesinden üretici güçlerin kontrolü ve gelişimi sunulmaktadır. Üretim aygıtları ile kontrol edenleri eleştirip üretim ilkesini korumak beyhudedir. Ki kendisini uyarlama konusunda usta olan kapitalizm tarih ilerledikçe öyle ya da böyle (bolluk ütopyasıyla birlikte) bu çözüm yolunu uygulamaya sokmuştur zaten. (Tüketim toplumundan bu yana insanın çıkarları ve ihtiyaç sözcüğü muğlaklaşmış, değişim-değeri de kullanım-değerine galebe çalmıştır. Paralel olarak yabancılaşma da yalnızca emeğe ve doğaya karşı değildir -ki emek somut ve soyut değişime uğramış, işçi sınıfı devrimci özne sorumluluğunu birçok veçhede yitirmiş, teknoloji doğanın simülakrı halini almıştır. Tüketim yalnızca metaları satın almak değil bir karakter, yaklaşım, ilişki, kültür biçimidir artık.)

Marks kapitalist yabancılaşmanın insanı insandan ve doğadan uzaklaştırdığını ifade etmekte haklıydı. Özel mülkiyet ve para rejimiyle doğanın aldığı görünüm değişiyordu. Velhasıl Marksizm günümüze ışık tutan ve geçerliliğini koruyan değerlendirmelere sahip. Ki akışkan modernitede ciddi değişimler yaşanmışsa da, buzun suya dönüştüğü o dramatik farktaki gibi değil. Ancak hem yaşanan ciddi değişimler (emek-çalışma, sınıf, gündelik yaşam, kültür, nüfus, teknoloji, denetim aygıtları, ekolojik kriz vs. hususlarında) sebebiyle bugün yeni bir radikal anti-kapitalizme gereksinim var, hem de üretim ve ilerleme hususunda sistemle dolaylı yoldan el sıkışan örtük mantık ile hümanist gelenekle yakınlaşan insan-doğa anlayışı bertaraf edilmeli. (Marx 1844 El Yazmaları’nda doğanın, insanın organik olmayan vücudu olduğunu yazmıştı.) Doğaya yaklaşım ise sadece “gelecek nesillere daha iyi koşullarda bırakmak” hedefiyle gelişmemeli, evrenin işleyişini kavrama çabası da egemenlik sözcüğüyle karşılık bulmamalıdır.

Romantizm: Makineye Karşı Doğa

Romantikler makineleşme-sanayileşme ve aklın yüceltilmesi karşısına doğayı ve sezgiyi-duyguyu koymuşlardı. Para adlı din tüm değerleri düşürmekte, kendine benzetmekte, insan ilişkilerini kodlamakta, hayal gücünü öldürmekte ve yaşamı tek tipleştirmekteydi. İşçi de makinenin ritmine boyun eğerek robotlaşmakta, cansız iş bölümü içinde canlı niteliklerini (örneğin yaratıcılık ve hayal gücünü) giderek yitirmekteydi. Yaşam parasal faydacılığa indirgeniyordu. Romantikler insan ile doğanın mutlak uyumuna özlem duyuyorlardı. Dinamik ve organik olanı yüceltirken, mekanik ve yapay olandan rahatsızdılar. Yaşanan çağı mekanik-çağ olarak adlandırmışlar ve hayatın sayısallaştırılmasını eleştirmişlerdi. İnsanın da mekanikleştirildiğine, duygu yönünün göz ardı edildiğine işaret ettiler. (Bu eleştiri haklı olarak sonraları Marksizme de yönelmiştir.) Aşırı maddeci anlayış yaşamı manevi açıdan kötürüm hale getirecekti. Yaşam parayla, hava sanayi dumanıyla zehirleniyordu, yalnızca kendi çıkarı için yaşamaya başlayan bireyse toplumsal algıyı yitirecekti. Bilim ile aklın her şeyi açıklamaya muktedir olmadığına işaret ettiler. Akıldan yola çıkarak yapılan ayrımlamalar, kategorileştirmeler insan yapısıydı ve dayatma mantığıyla işliyordu.

Romantiklerin sezgiyi fazlasıyla öne çıkarması onları tek boyuta kapatmıştır kuşkusuz. -Ayrıca çözümleri çoğunlukla geçmişe özlem duymaktan öte değildir.- Bilimsel metotla akıl yürütmekten ziyade temaşa içinde doğaya karışmayı savunuyorlardı. Ancak bana kalırsa iki yaklaşım da göz ardı edilmemelidir, seçim yapmak gerekmez, ikisi de yeni içerik ve görünümler kazandırılarak ilişkisel biçimde sürmelidir. Dünya ve evren (kendi varlığıyla birlikte) insan için hep merak konusu olmuştur; Dasein[2] da soru sorma, sorgulama ve üzerine gitme yönelimlerine sahiptir. İnsan zekası gereği bu meraktan ve sorumluluktan kaçamaz. Mühim olan hangi niyet, yaklaşım ve yöntemlerle vuku bulduğudur. Araştırma evresinde şeylerin izole edilmesi kaçınılmaz bir uğraktır, mevzu şeylerin orada bırakılıp bırakılmadığıdır. Akış ve ilişkisellik göz ardı edilemez.

Romantiklerin doğayı kutsallaştırdığı-mistik anlamlar yüklediği doğrudur, haksız bir eleştiri değil. Lâkin karşı çıktıkları tutumun da makineyi ve aklı kutsallaştırdığı göz önünde bulundurulmalıdır. Kimi değerlendirmelerse “kendinde değeri olan doğa” anlayışının eko-faşizme yol açtığı yönündedir. Oysa bu tek boyutlu bir bakış keza çoğunlukla Naziler üzerinden akıl yürütülmektedir. Mesela Nazi dönemindeki Köycülük Hareketi’nde üstün-Alman’ın kirletilmiş şehirlerdense saf ve temiz doğada yer alması gerektiği düşünülüyordu. Doğa ile millet arasında sıkı bağlar olduğu belirtiliyor ve Almanya’nın Alman kalabilmesinin koşullarından biri olarak görülüyordu. Fakat Naziler’in doğaldan anladığı güçlü olanın ayakta kalmasına dayalı Sosyal Darwinist/Spencerist anlayıştı ve insanları kıyımdan geçirmekte beis görmediler. (Ki makineleşme-sanayileşme ve şehirleşme hamleleri de unutulmamalı.) Bu da saptırılmış ve varoluşu baskılamayı amaçlayan bir doğa anlayışıdır. Tür yerine ırk kavramını kullanıyor ve öjenist bir yaklaşım sergiliyorlardı. Hayvan hakları ve doğa yanlısı tutumları tamamen sempatik görünmek içindi.

Velhasıl akla aşırı değer atfedilmesi romantiklere göre insanı doğadan koparmış, “sözde” efendisi konumuna çıkarmıştır. Doğa kendinde değere ve güzelliğe sahiptir. Oysa makineleşme sürecinde güzellik insanın müdahalesiyle mümkün görünüyordu; uygarlığın şekillendirmediği, sayısallaştırmadığı doğa vahşiydi, tıpkı uygarlaştırılmamış “barbarlar” gibi tehlikeliydi ve dizginlenmesi şarttı. İşte romantiklerin “kendinde değeri olma” tavrı böylece netleşmiş olur, yani doğanın değerli ve güzel olması için insan müdahalesine gereksinim yoktur, o kendinden öyledir. Romantiklerin toplum hayali ise rekabete değil işbirliğine dayalıdır. Parça-bütün değerlendirmesi üzerinden, tüm bireyler toplumda etken role sahip olmalıdır. Toplum kanunlardan, dayatılmış akılcı programlardan ziyade ortak kültür ve ilişkilerle bir arada olmalıdır. Elitliğe ve aşırı bireyciliğe de karşıdırlar, bu yüzden şöyle demişlerdir: Birlikte sanat, birlikte felsefe!

Elbette onlarda göz ardı edebileceğimiz kanaatler bulunmaktadır, lâkin gözetmemiz gereken tarafları belki de yeni bir medeniyet paradigması için bize manevi açıdan yol gösterecektir.

Kapitalizme Karşı Yeni Bir Medeniyet Paradigması: EKOSOSYALİZM

Eko ile sosyalizmin bir araya gelmesindeki mana şudur; ekoloji ile ekonomi, doğa ile toplum mücadelesinin kol kola girmesi. Ekolojik görünüm altında çevrecilik yapmaz[3], yani yeşil göstermelik biçimde kızılın yanında değildir, gerçekten oradadır. Çevre sözcüğü tehlikelidir keza yeni çeşit hegemonya, çerçeveleme ve kontrole işaret eder. Devlet çevre’lereyerek Doğa’nın tanımını yapar, erkeğin kadını eve kapatıp “koruması” gibi, Doğa artık sistemin çevre’lediği kısımdır. Mekanın üretimi ve alışkanlık gereği de toplumun Doğa anlayışı çevre’lenmiş sınırlardan ibaret kalır. Velhasıl Gorz’un işaret ettiği üzere çevreci-kapitalizm ile çevreci-sosyalizm arasında derin bir fark yoktur. Mevcut liberal düzen ya da sosyalist mücadelenin doğayı gözettiğini ifade edenler aslında çevre perspektifinden olaya yaklaştıklarından bihaberdir. Burada doğaya uyumlu bir toplum yok, çevreye uyumlu toplum var; başka deyişle doğaldan ziyade yapaya, gerçekten ziyade simülasyona uyum. Ayrıca klasik metinlerden cımbızla çekilen sayılı ekolojik paragrafla iş yürümez. Doğa konusu hiçbir şeyin bahanesi değildir. -Gelecek kuşaklara daha iyi bir doğa bırakmak da hikayedir, geleceğe bırakabileceğimiz tek iyi miras mücadeledir artık.

Değişimi doğallıktan koparan gösterge, geçmişte binlerce yıl süren evrimsel değişimlerin kabaca 200 yıla sıkıştırılmış olmasıdır. Yani iki asırdan kısa sürede, binlerce yıl sürecek değişimler yaşanmıştır. Amaç bugünden yarına eski değerlere dönmek değildir, örneğin karbon salınımının (ve iktisadi aklın) yükselmeye başladığı 19.yy. koşullarına kavuşamayız. Mücadele salınımın yavaşlatılması, dengelenmesi ve azaltılması yönündedir. Ve bunu başlatabilecek güce sahibiz, nitekim inanca sahip olduğumuz söylenemez. Kaldı ki kapitalizm de kendi inançlarını bireylerin inançlarına çevirerek toplumsal yaşamda gerçeklik ve işlerlik kazanması sayesinde varlığını sürdürmektedir.

Kalabalık etmemesi adına beş gözlem ve göstergeyle yetineceğim:

*Emisyonun %60’tan fazlası ABD, Çin (ikisi %40), Avrupa, Hindistan, Rusya ve Japonya’ya ait. (2018)
*Şu an 1.7 tane dünya varmış gibi tüketiyoruz.
*Ekolojik krize öncelikle maruz kalan kesimler yoksullardır. -Ki en bariz örneğini korona virüs salgınında yaşadık.
*Dünya nüfusunun zengin %1’i, yoksul %50’nin 2 katı (bazı araştırmalarda 3 katı) karbon salınımına sebep oluyor. (Nature Climate Change’deki ifade ise şöyledir; üst sınıfa mensup %0,54’lük kesim karbon salınımın %14’ünden sorumluyken, 4 milyar insan %10’luk salınımdan sorumludur.)
*Militarist yatırımlar savaş, sömürge, baskı vb. yanı sıra devasa sera gazı yayıcısıdırlar. (Örneğin “dünyanın jandarması Amerika” -68 öğrenci hareketinin sloganıdır- 2001 ve 2019 yıllarında “sadece” Afganistan’da 1,2 milyar ton sera gazı yaymıştır.)

Tüm bunlara rağmen basit yaşantımızda değişikler yapmamız elbette makro düzeyde olumlu sonuçlar yaratacaktır. Ancak rekabete, gösterişe, tüketime, özel mülkiyete ve hıza dayalı tekno-kültür değişiklerin sürekliliğini ve çok sayıda insan tarafından işletilmesini engellemektedir. Daha da önemlisi, kendi onurumuz ve canlılıkla kurduğumuz kardeşlik gereğince -her şeye rağmen- bireysel tedbirler almayı sürdürsek de bir şirketin veya devletin kıyımıyla, bir aptalın hatasıyla ya da zengin azınlık ile koruyucularının makro zararıyla emeklerimiz silinmektedir. Elbette kapitalist kültüre etken biçimde katılarak ve zihnimizi tek boyuta indirgeyerek suçu paylaşıyoruz, ne ki paylaşım sanıldığı kadar güçlü değil, kapitalist mantığın ve zengin azınlığın arka kapıdan sıvışmasına müsaade edilmektedir. -Ayrıca iklim krizinin tanrısal bir güce, ilahi kadere dönüştürüldüğüne de rastlamaktayız. Yani kasıtlı yapılan hatalar ile alınmayan önlemlerin sonucunda oluşan felaketlerin sorumluluğu kaderci biçimde iklim krizine havale edilemez, devlet ile şirketlerin “iklim krizini” sığınağa çevirdiğine tanık olmaktayız.

Velhasıl yukarıda sıraladığımız beş madde bile emperyalist kapitalizme karşı olmayan mücadelelerin uçucu reformlar ekseninde kalacağını göstermektedir. Geniş bir mücadele alanına ihtiyacımız var. Yavaşlatma ve dengeleme, tıpkı üstel biçimde ilerleyen bozulma gibi hızlandırabilir, lâkin reformla değil ekososyalist enternasyonalle mümkündür. Andre Gorz: “Hayatın gelişimine uygun bir dünyanın yeniden inşası sanayi toplumunun ekolojik modernizasyonunu değil, eko-sosyalist, anti-teknokratik ve anti-otoriter bir modernizasyonu gerektirir.”[4]

İnsan-merkezli (antroposen) yıkım ifadesi 1960 sonraları öne çıksa da önceki değişimler için de aynısı geçerli. Elbette “önce”den kastım 19.yy, yani 1960 öncesi için güneş hareketleri de hesaba katılabiliyordu ancak araştırmalar medeniyetin ürettiği karbon salınımı kadar etkili olmadığını, aslında klasik modern kapitalizmden beri antroposen içinde olduğumuzu gösteriyor.

Ekolojik krizin doğadan ziyade toplumsaldan kaynaklı bir kriz olduğu anlaşılmalıdır. Ekonomik sömürü, ekolojik talan ve siyasi baskı kol kola ilerler, yani aynı yapısal güçlerin tezahürleridir, öyleyse bizim de kol kola girmemiz gerek. Kültür endüstrisinin, tüketimin, eğitim kurumlarının, depolitizasyonun (siyasetten arındırma da diyebiliriz) ve aşırıcı mikrocu hezeyanların birlik ile mücadele potansiyellerini yok etmesine izin vermemeli, ayrıca hiçbir öğretinin tarihsel akıştan muaf kalarak geçerliliğini koruduğuna inanmamalı, dogmatizmden kurtulmalı ve mücadele birliği’ne yeni yaklaşımlar kazandırmalıyız.

Herbert Marcuse 1972’de şöyle yazmıştı; “Doğaya hükmederek insana hükmetme: İnsanın özgürleşmesi ile doğanın özgürleşmesi arasındaki somut bağ, günümüzde ekoloji dürtüsünün radikal harekette oynadığı rolde açık hale gelmiştir. Havanın ve suyun kirlenmesi, gürültü, endüstri ve ticaretin açık doğal alanlara tecavüzü; köleliğin, mahkumiyetin fiziksel bir görünümüdür. Bunlara karşı girişilen mücadele siyasi bir mücadeledir, doğanın ihlalinin kapitalist ekonomiden ayrılmayacağı açıkça ortadadır.”[5]

*Ekososyalizm tüketimin zorla azaltılmasını hedeflemez ve akışkan modernitenin kültürel yapısını es geçmez.
*Gereksiz ve zararlı üretimler yerini doğal ve zararsız üretim biçimlerine bırakmalıdır.
*Ulaşım anlayışı toplumcu ve ekolojik bir mantıkla yeniden örgütlenmelidir.
*Kendi kendisine inanmak ve tüketim jargonu yaratmak dışında vasfı olmayan devasa reklam sektörü ortadan kaldırılmalıdır.
*Yoğunlaşma bölgelerinin elindeki tekelci güç dağıtılmalıdır (ekonomik yoğunlaşma siyasi erkin de tekelde yoğunlaşması demektir).
*Bireyleri zihinsel olarak nesnesine çeviren kültür endüstrisi parçalanmalıdır.
*Rekabet sistemine eleman yetiştirme ve yabancılaşmaya hazırlama merkezine dönüşen eğitim anlayışı kökten dönüştürülmelidir.
*Çalışma saatleri azaltılmalıdır. Çalışmayla ve arta kalan (kültür endüstrisine bağlı) boş zamanla takas edilen mevcut geciktirilmiş ölüm düzeninin yeniden örgütlenmesi gerekmektedir. 7/24 çalışan piyasa yalnızca insanın zekasını, karakterini ve yaşamını düzenlemekle kalmamakta, doğanın talan edilmesi ve dengesinin bozulmasında büyük rol oynamaktadır.
* Ekososyalizm herkes için doğrudan demokrasiyi amaçlar. Tüm bireylerin demokrasiye sürekli katılımını sağlayacak araçlar ve yollar geliştirilmelidir.
*Amaç daha fazla mal ve iş değil, bir Dasein olarak insanın varoluşsal tarafını keşfedebileceği daha anlamlı bağlar ve iş-dışı zamandır. Bu da hem meta düzeyinde hem de karakteristik-duygusal-entelektüel manada tüketimciliği usul usul ortadan kaldırabilir. Çünkü sistem tarafından imal edilmiş ve her gün yeniden üretilen ihtiyaç (ve özgürlük) yanılsaması parçalanacak, kullanım-değeri yeni görünümler içerisinde tekrar önem kazanmaya başlayacaktır.
*Kültür endüstriyel bağlamda tepeden, yapay biçimde insan yaşamına sokulmaktan ziyade insanlar arası ilişkilerden, doğal yollarla belirecektir.
*Sistemin takıntılı büyüme anlayışı vazgeçilmez özelliğidir, rekabet kapitalizmi bundan kopamaz. Bizler ise “küçülme”nin büyüme olarak algılandığı bir kültür hayali kurmaktayız. Küçülme kıt kanaat geçinmek değildir. Kapitalistler bolluk ve refah getiren üretim anlayışının erbabı olarak kendilerini görür ve karşıt programları kıtlık tehdidi altında korku kaynağına çevirirler. Bu bir yanılsamadır, tıpkı yarattıkları sistemin manipülasyon yoluyla refah ve bolluk toplumu olduğuna kitleleri ikna ettikleri gibi.
*Hedefimiz daha az ve doğru tüketim, daha iyi ve eşit paylaşımdır.
*Kârın özele ve azınlığa, zararın genele ve çoğunluğa hitap ettiği bu düzen tersine çevrilmeli ve ekolojik dönüşüme sokulmalıdır.
*Walter Benjamin’den esinle şöyle diyebiliriz; eko-sosyalist devrim cenneti vaat etmez, cehenneme sürüklenen bir trenin imdat frenidir.

Küresel neo-liberal süreçte ekonomik eşitsizlik derinleştiği gibi ekolojik kriz de üstel ivmeyle şiddetlenmiştir. Ülkeler neo-liberal politikalara uyum sağlamak üzere iş-gücünü piyasanın iktidarına teslim ettiği gibi, topraklarını ve doğal kaynakları da peşkeş çekmektedir. -Ayrıca Çin gibi yarışa katılan ve büyüyen güçlerle birlikte ekonomik ve ekolojik talan gezegen boyutuna ulaşmıştır.- Velhasıl bir liberal, gerici bir hükümetin doğa karşıtı tutumlarına bakarak “liberal bir ülkede bunları göremezsiniz” derken hedefi şaşırmaktadır. Keza hem o “gelişmiş” ülkedeki doğa anlayışı “çevre”den ibarettir (ki çevreci tutumu zorunlu gösterir çünkü kendi topraklarını talan ettiği geçmiş süreçlerden geçmiştir) hem de ülkeleri kendi iktisadi aklına bağladığından doğa kıyımlarında ilgili hükümet ve şirketlerle birlikte sorumluluğu paylaşmaktadır. Dolayısıyla yeşilci-kapitalizm, tıpkı işçinin “ağır” kapitalist süreçten kopup “hafif” kapitalist süreçte prekaryaya dönüşerek ölümünün geciktirilmesi gibi, doğa hususunda da bir geciktirilmiş ölümden ibarettir. -Ki geciktirmeyi bile başaramamaktadır.

Michael Löwy: “Mesele çevreyi öldüren “kötü” kapitalistleri çevreci “iyi” kapitalistlerle çarpıştırmak değildir: Doğal dengeleri yıkan şey acımasız rekabet, kârlılıkta hızlı artış, kârlılık gereklilikleri, çıkarların genişletilmesi yarışı üzerine kurulu olan sistemin kendisidir. Özentili yeşil kapitalizm bir reklam manevrasından, bir metayı satmayı hedefleyen etiketten ya da en iyi ihtimalle, kapitalist çölün çorak toprağına düşen bir damla suya denk gelen yerel inisiyatiften ibarettir.”[6]

Çarçur edilen ve azınlığın elinde biriken kaynaklar, insan soyunu ekonomik refah düzeyine çıkaracak kapasitededir. Ancak empati yoksunluğunu ödüllendiren sömürgeci bir sistemde, nüfus toprağın kapasitesini aştığında ekolojinin krize girmesine paralel olarak varoluşun tezahürü de aç gözlülük, şiddete eğilim, talan, rekabet, benmerkezcilik, cehalet, gösteriş vb. şeklinde yaşanmaktadır. Başarının özel mülk ile nesneler aracılığıyla güç ve statü elde etmeye dönüştüğü yerde sağlıklı bir toplumsallıktan ve kaçınılmaz olarak sağlıklı bireysellikten söz edilemez. Buradan da ekolojik kültür çıkmaz, -mış gibi yapmanın ötesine geçilemez. Kapitalizm hemen her alanda israf ekonomisidir. İnsan soyunu ve canlılığı tehdit eden bu devasa israf makinesi durdurulamaz değildir. Her yanı örümcek ağlarla sardığından sistem bize içselleştirilmiş bir kader olarak değiştirilemez-lanetli pay gibi gelmekte, aynı şekilde zarardan dönülemeyeceği yanılgısı yaratmaktadır. Aksine, kapitalizmin kaynaklar ve üretim hususundaki israflarını durdurmak yalnızca bir seçim meselesidir. Böyle olmayı seçtikleri için böyledirler çünkü kendini beğenmiş sosyopatların yönettiği bu sistem, “amaçsız amaçlılık” haline gelen oyunu başka türlü sürdüremez. Hem israfı durdurmak hem de sermayenin yerine doğanın ve insanlığın çıkarına işletecek seçimler yapmak, en ivedi biçimde pratiğe yansıyabilecek hususlardır. Yaşanan devasa israf tamamen mantık ve ihtiyaç dışıdır, değişim sürecinin başlaması aklıselim bir tavra bakar. Elbette diğer dönüşümler akış içerisinde belirecektir, örneğin ekolojinin dengelenmesi yahut toplumun sahip olmaktan olmaya geçmesi gibi.

Mikro hareketlerin makro harekette yan yana gelmesi gerekmektedir. Yani hareketler Hareket’e dönüşmelidir. Ekososyalist birlik budur, göstermelik neo-liberal çoğulculuğun ve farklılığı atomize mantıkla yücelten postmodern yaklaşımın ötesindedir. Mikro hareketler mücadelesini sürdürmelidir. Ancak nasıl ki anlam atomlar düzeyinde değil de atomlar arası etkileşimle oluşan örüntülerle beliriyorsa, mücadelelerin de değişim yaratabilmesi için örüntü oluşturmak üzere bir araya gelmesi şarttır. Eko-sosyalist birlik yeşiller ile kızılların dayanışmasından ibaret değildir. Jorge Riechmann’ın ifadelerini okuyalım; “Ne eşitlikçi ve anti-kapitalist işçi hareketlerinin kızılından, ne kadının özgürleşmesi için verilen mücadelenin morundan, ne barış için şiddet karşıtı hareketlerin beyazından, ne anarşist ve özgürlükçülerin otoriterizm karşıtı siyahından, ne de yaşanabilir bir gezegende adil ve özgür bir insanlık için mücadelenin yeşilinden” (vazgeçilmelidir.) Yeşilin içerisine klasik hümanizm ile modern trans-hümanizmin eleştirisi olarak post-hümanizm de koyulmalıdır. Keza “yaşanabilir bir gezegen” adına verilen mücadelenin felsefi arka planında, ilişkisellik ve yaşam-merkezcilikten söz açan post-hümanizmin yer alması ufkumuzu genişletecektir.

Dilim döndüğünce kısa ve öz tutmaya çabaladığım yazımı, ustam Andre Gorz’un sözleriyle noktalıyorum;

“Sanayileşmeci ütopya bize üretici güçlerin gelişmesinin ve iktisadi alanın yayılmasının insanlığı kıtlıktan, adaletsizlikten ve rahatsızlıktan kurtaracağını; insanlığa, doğaya hakim olmanın egemen gücüyle birlikte kendi kaderini belirlemenin egemen gücünü de vereceğini; ve çalışmanın, her insanın benzersiz gerçekleşmesinin herkesin özgürlüğüne -hak ve ödev olarak- hizmet edeceğinin kabul edildiği demiurgosvari ve öz-poietik bir faaliyet haline geleceğini vaat etmişti. Bu ütopyadan geriye bir şey kalmadı. Artık her şeyin boş olduğu ve olayların akışına boyun eğmekten başka çaremiz kalmadığı anlamına gelmez. Bu, yeni bir ütopya bulmamız gerektiğini ifade eder; çünkü çökmekte olanın tutsağı olarak kaldığımız sürece, mevcut değişimin içerdiği kurtuluş potansiyelini algılamaktan ve bu değişime yön vererek ondan yararlanmaktan uzak kalırız.”[7]              


[1] Panoptikon ve diğer gözetim aygıtları için ileri okuma: https://thepentacle.org/2021/08/19/gozetim-evreleri-buyuk-filtre-ve-post-truth/

[2] Kısaca, insan varoluşu. Kendi varlığını mesele edebilen, sorgulayanlar ile sorgulayamayanlar arasında tanıklık eden, farkında olduğunu fark edebilen, geleceği tasarlayabilen ve yönelimsel, kendisine hem özne hem de nesne olabilen varlık.

[3] Etimolojik bir hata yaptığım sanılmasın, eko ile çevre’yi kasıtlı olarak ayırıyorum çünkü algısal açıdan farklılık arz ediyorlar.

[4] Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji – Ayrıntı Yayınları (ÇVR: Işık Ergüden)

[5] Karşıdevrim ve Başkaldırı – ARA Yayınları (ÇVR: Gürol Koca – Volkan Ersoy)

[6] Ekososyalizm – Epos Yayınları (ÇVR: Hande Turan Abadan)

[7] İktisadi Aklın Eleştirisi – Ayrıntı Yayınları (ÇVR: Işık Ergüden)

+ posts