Hepimiz Aynı Gemide miyiz?: Çevresel Irkçılığa Posthümanist bir Bakış

Batı’da Plato’dan yani Eflatun’dan beri var olan ve insanı insan olmayanlardan (özellikle de türsel anlamda en yakınımız olan hayvanlardan) ayıran özellikleri sorgulayagelen sistematik Batı felsefesi geleneği, özellikle Aydınlanma Çağı düşüncesi ve onu takip eden düşünce ekolleri ile birlikte uç noktalara ulaştı. Batılı elitlerin düşünme ve mantığı üstün olmanın ön koşulu kabul edilmesi ve bu üstünlüğün yalnızca insana ait olması, insan ile doğa arasına bir sınır çekti. İnsanlar arasında da Avrupalılık, heteroseksüellik, beyazlık ve erkeklik gibi özelliklerin yalnızca belli bir grup insanda olması, aynı grubun kendileri gibi olmayan diğer insanlarla arasına mesafe koymasına sebep oldu. Bu düşünce biçimine etki eden kapitalizmin de tetiklemesiyle, emperyalizm, sömürgecilik ve artık bugünkü halini alan şirketokrasi gibi acımasız düzenler meşrulaşmış oldu[1]. Zira doğal olarak insani kalıpların dışında kalan insan olmayan varlıkları ve belli kalıplara girmeyen insanları sömürmeye dair etik kaygılar ortadan kalkmış hale geldi. Bu da aslında dünya nüfusunun büyük bir bölümünü ciddi bir problemi kabul etmek zorunda bıraktı: çevresel ırkçılık (environmental racism).

Beyaz olmayanların karar alıcı mekanizmaların dışında bırakılması sonucunda, içlerinde bulundukları çevrenin karar alıcı beyazlar tarafından büyük şirketlerin vicdanına terk edilmesi ve dolayısıyla sağlık, ekonomi ve eğitim gibi temel alanlarda dahi dezavantajlı hale gelmeleri olarak da tanımlayabileceğimiz çevresel ırkçılık, Laura Pulido’ya göre aslında daha önce de bahsi geçen sistemlerin bir sonucudur çünkü bu durum aslında ırkçı kapitalist sistemin bir ürünüdür[2]. Beyaz olmayan kimliklerin değersizleşmesi, söylemin doğal bir parçası haline gelmiştir; bu da çevresel ırkçılığı meşrulaştırmaktadır[3]. Kuzey Amerika’da siyahiler ve yerliler; Avrupa’da Romanlar, Samiler, Koniler, Yemetler ve savaş mültecileri; Latin Amerika ve Karayipler’de bölge halkı; Afrika’da özellikle güney Afrika halkı; Asya’da ise genel olarak güney Asya halkı[4], bu şirketokrasi düzenine kafa tutamadıkları için büyük şirketlerin ‘bilim adına’ yaptıkları, ancak amacı çoğunlukla kâr elde etmeye yönelik olan çalışmalarının çevresel kurbanı olmakta ve kimyasal atıklara maruz kalmaktadırlar[5].

Peki neden bu insanlar? Çünkü şirketler atıklarını daha az bedel ödeyecekleri yerlere atıyorlar ve bu yerlerde azınlıklar yaşıyor. Şirketler bir zararlı atık tesisi kuracakken belirlenen lokasyonun fiziksel, demografik, sosyo-ekonomik özelliklerine bakıp talep ve beklentinin en az olacağı azınlık çevrelerini seçiyorlar ve tesislerini buralara kuruyorlar[6].

Robert Bullard, beyaz adamın bu tutumunu ‘Not in My Backyard – NIMBY (Benim Arka Bahçemde Olmaz!)’ bakış açısıyla açıklamıştır. Semtinde kirliliğin yaşanacağını, bundan dolayı sağlık problemleri doğacağını ve emlak fiyatlarının düşeceğini öngören orta sınıf beyaz adam, elbette kendi mahallesinde atık istemez ve yasal sistemin de desteğiyle adeta şirketlere ‘burada olmaz, başka yere götürün’ der. Yani kirliliğe sebep olanlar, kendi hayat kalitelerinin düşmemesi için kirliliği yakınlarında istemezler. Bu tavır, Amerika’da düşük gelirli yerlerde tesis kurdurtmaya yol açarken global bağlamda belli dezavantajlı ülkeleri ve nüfusları etkilemektedir. Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülke, artık sanayileşmiş ülkelerin atık çöplüğü haline gelmektedir. Fakat Chelle McIntyre-Brewer bunun da bir çözüm olmayacağını, zira aşırı üretimin ve dolayısıyla kirliliğin sürekli arttığını, sürdürülebilir çevre politikalarının zora girdiğini, dolayısıyla da tabiri caizse, elbette bir gün zenginlerin de arka bahçesine atık atılacağını öne sürmektedir[7].

Bu tesisleri kuran şirket sahiplerinin ekonomik güçleri sayesinde bunu yapabildiklerini görüyoruz. Bu (genellikle beyaz; Kuzey Amerikalı ya da Avrupalı) şirketler, yasamaya dolaylı olarak müdahiller ve yaptırım güçleri yüksek. Devletler de kopmaz bağlarla bağlandıkları ekonomik sistemlerin derinden sarsılacağı korkusuyla çevresel ırkçılık ayrımını kapatmaya haliyle yanaşmamaktalar. Dünyanın birçok ülkesinde de benzer durumların yaşandığını düşünürsek, durumun ırkçılıkla beraber sınıfçı bir yönü de olduğunu görüyoruz. Çevresel ırkçılık teorilerinin temellerinin atıldığı Birleşik Devletler’de ilk etapta bir beyaz-siyahi ayrımı net olsa da büyük şirketlerin dünya çapındaki etkilerine bakılınca durumun ten renginden ve salt ırkçılıktan öte olduğunu savunan çalışmalar da var[8]. Dahası, sosyal konuları ekonomik konulardan ayrı ele almak da oldukça indirgemeci bir bakış açısı olur. Üstelik çevresel ırkçılık teorisyenlerinin bu denkleme katmadığı ve posthümanizmin ekoeleştirel ayağının imdadına yetişeceği bir aktör daha var: doğalar.

Çevresel ırkçılık teorileri anti-kapitalist bir tavırla insanların şirketlerle olan ilişkilerinde insan tarafında olsalar da hala insan-merkezci bir pencereden baktıklarını söyleyebiliriz[9]. Çevresel ırkçılık özünde Aydınlanmacı hümanizmin eleştirisi olsa da, hümanizmin ötesine çok geçebilmiş değildir[10]. Bu durumda neo-hümanist bir teori bütünü olduğunu söyleyebiliriz. Fakat neohümanizmin de eksik kaldığı yönler var çünkü çevre ve ırkçılığın bir araya getirildiği bir çerçevede doğa(lar) hâlâ devre dışı kalmış durumda ve bu bağlamda neo-hümanist değil, posthümanist bir bakış açısına ihtiyaç duyduğumuzu belirtmek isterim. Meseleye yalnızca insanların etki ve tepkileri açısından bakmak, yani çevresel ırkçılığın yalnızca ırkçılık ya da ırkçılık ile birlikte sınıfsal ayağına bakmak çözüm odaklı olmaktan uzak. Doğa-insan etkileşimini kabul etmediğimiz sürece zaten sorunları tam anlamıyoruz demektir. Kenya’daki Yeşil Kuşak Hareketi’nin kurucusu Profesör Wangari Maathai de aynı konuya değiniyordu: Fakirlik ve toprağın katli, birbirini tetikleyen şeylerdi ve bu döngüden kurtulmanın yolu toprağa can vermekti[11].

Konuya posthümanist bir perspektiften bakacak olursak, bilgi ile varoluşun birbirinden ayrılmaz olduğunu görmekteyiz. Örneğin, posthümanist kuramlara önemli bir imza atan Karen Barad’a göre varlıkla bilmek içiçe kavramlar olduğu için ontolojimiz (varlıkbilim) ile epistemolojmiz (bilgibilim) de kopmaz bağlarla bağlı[12]. İnsan ve doğa da birbirinden bağımsız varlıklar değil, birbirini durmaksızın etkileyen ve devinim içerisinde olan bir ilişkiler ağının parçalarıdır. Biz doğayı “biliyoruz çünkü zaten doğa ile biriz”[13]. Hal böyle olunca, insan ve doğanın ontolojik ve epistemolojik sınırları ortadan kalkıyor ve bir bütüncül onto-epistemolojik varlık alanına giriyorlar. Dolayısıyla da doğadaki olayları insan etkisinden bağımsız düşünmek, içinde bulunduğumuz dünyada artık imkansıza yakın. İçinde bulunduğumuz ilişkiler ağını düşündüğümüz zaman insan eyleyiciliğinin doğalar üzerindeki etkisi kadar bu doğaların da insanlara sınırlar çizdiğini ve belli kalibrasyonlara maruz bırakmaktığını görüyoruz. Bilim insanları, insan faaliyetlerinin doğayı, doğanın da insanları nasıl etkilediğini uzun zamandır çalışıyorlar. Sanayileşmeden itibaren hızlanan buzul erimeleri ve dünya çapında su seviyelerinin yükselmesi, uzun zamandır alarm zillerini çalmakta. 2017 yılında 20 milyona yakın nüfus hava olayları dolayısıyla göç etmek durumunda kaldı[14]. Buna ek olarak, daha güvenli alanların azalması ve dolayısıyla emlak fiyatlarının artması bu bölgelerdeki yoksul halkın da evlerini terk etmesine neden oluyor[15]. Yani insan her ne kadar doğayı kendinden ayrı, uzak ve gözlenlenebilen, ölçülebilen, adeta bir obje olarak görse de aslında iç içe geçmiş bir ilişkiler ağıyla birbirine bağlılar. Bunun bir başka örneği olan Katrina Kasırgası’nı iki farklı bakış açısıyla okuyabiliriz. Mclntyre-Brewer, 2005 yılında yaşanan bu doğa olayının özellikle New Orleans eyaletini, ama orada da en çok siyahi toplulukları kötü etkilediğini yazmıştır. Eyaletteki beyaz nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki iyileştirme çalışmaları siyahi nüfusun yoğun olduğu bölgelerdekine göre çok daha hızlı ve etkili işlemiştir[16]. Kasırgaya dair bu inceleme, aslında afet sonrası durum tespiti açısından önemli olsa da biraz insan-merkezci kalmakta ve afetin kendisine, yani doğanın varlığına hâlâ gözünü kapatmakta. Nancy Tuana ise Katrina Kasırgası’nı ele aldığı kitap bölümünde afetin “sosyal durumumuzu yeniden somutlaştıran ve doğal olanın eyleyiciliğini ciddiye alan bir ontolojinin kabulünün gerekliliği”ni gösterdiğini yazmıştır[17] çünkü bu kasırga doğal döngünün ötesinde fosil yakıt kullanımı ve çölleşme gibi insan faaliyetlerinin de sonucu idi. Bu durumda Katrina Kasırgası insanla doğanın arasındaki -ya da sosyal olanla doğal olan arasındaki- “ağdalı gözenekliliğin” (viscous porosity) bir örneği idi[18]. Aydınlanma Çağı’ndan bu yana iki bağımsız varlık olarak kabuledegeldiğimiz bu iki varlığın aslında nasıl ayrılmaz bir bütünün parçası olduğunun göstergesi idi.

Akademik çevreler bu bakış açısının öneminin 30 yılı aşkın süredir farkında fakat akademi dışındakiler bu durumun ne kadar farkında? Aslında akademi dışındaki çevrelerde de farkındalığın yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Burada Barad’ın doğayla bir olduğumuz için zaten içten içe doğayı da kendimiz gibi bildiğimiz önerisi doğrulanmış oluyor çünkü aslına bakarsak yerli halkların büyük şirketlere karşı verdikleri amansız mücadelede halkın da uzun zamandır bu simbiyotik ilişkinin farkında olduğunu ve kabullendiğini görüyoruz. Yeşil Kuşak Hareketi bunun farkındalığı ile başlamıştı. Kahramanmaraş’taki Afşin A Termik Santrali’nin doğayı ve insanı katlettiğini[19] yerli halk yaşıyor, biliyor ve yıllardır çözüm bekliyor. Kaz Dağları’nda Kanadalı şirketin altın araması yapmasına bölge halkı karşı çıktı. Çamlıhemşin’deki Yeşil Yol projesini durdurmaya çalışan protestoculardan biri olan Havva Teyze “Biz buraların hamurunda yoğrulmuşuz” diyordu[20]. Doğayla insanın yoğrulup yekpare hamur haline gelmişliğini biliyordu.

‘Doğayı korumazsak geleceğimiz olmaz’ sözü doğru olsa da eğer doğayla olan ilişkimizi tek yönlü, yalnızca kendi geleceğimizi garantilemek için iyileştirmeye çalışmak gibi bir gaflete düşersek hâlâ hümanizmin ötesine geçememişiz ve durumu kavrayamamışız demektir çünkü bu durum tek yönlü değil. Gerard Manley Hopkins, 19. yüzyılda kavaklar kesildiğinde üzüntüsünü “Binsey Poplars” şiirinde dile getirmişti ve sanayileşmeye kendi üslubunca tepki göstermiş, ağaçlara ağıt yakmıştı. Birçok insan mercan resiflerini, kutup ayılarını, pandaları kendilerine direkt faydaları olduğu için değil, onlara duydukları saygıdan dolayı şirketlerden korumaya çalışıyor. İçinde bulundukları alanın yalnızca kendilerine ait olmadığını, doğayla ortak bir yaşam alanını, aynı gezegeni, paylaştıklarının farkındalar.

Şu anda bildiğimiz kadarıyla üzerinde bu şartlarda yaşayabileceğimiz başka bir dünya yok. Dünya dışına çıkmaya çalışanların da hepimizi beraberinde götürmeyeceği belli. Elysium gibi filmler bunun sinyallerini çok önceden vermişlerdi. Yani görünen o ki şimdilik hepimiz aynı gemideyiz. Aslında mesele, hepimizin aynı kompartmanlarda olmaması ve lüks kompartmandakilerin gemiyi ve gemidekileri önemsememesi ile alakalı. Üstelik lüks kompartmandakiler ısrarla gemiyi batırmaya yönelik faaliyetlerde bulunurken bunun ceremesini alt kompartmandakilere ve gemiye çektirmekteler. Gemiyi kurtarmanın yolu ise yalnızca gemidekilere değil, geminin kendisinin de varlığına ve eyleyiciliğine saygı duymaktan ve bu varlık ve eyleyiciliğin ortaklığını kabul etmekten geçiyor. Şanslıyız ki bunu bilen milyonlar bu gemide yolculuk yapıyorlar.


[1] Kapitalizm ve sömürgecilik Aydınlanma Çağı’ndan önceye dayansa da buradaki kasıt Aydınlanma ile beraber bu süreçlerin hızlanması ve daha ikna edici şekilde meşrulaşmış olmasıdır.

[2] Pulido, Laura. (2017). “Geographies of race and ethnicity II: Environmental racism, racial capitalism and state-sanctioned violence.” Progress in Human Geography 41, 4, s. 524-525.

[3] A.g.e. s. 525.

[4] McIntyre-Brewer, Chelle. (2019). “Environmental racism throughout the history of economic globalization.” AUC Geographica 54, 1, s. 108-110.

[5] McIntyre-Brewer’ın makalesinin ilgili sayfalarına adı geçen bölgelerdeki şirket faaliyetleri sonucu bölge halklarının yaşadığı sorunlarla ilgilenenler için başvurulabilir.

[6] Hamilton, James T. (1995). “Testing for Environmental Racism: Prejudice, Profits, Political Power?.” Journal of Policy Analysis and Management 14, 1, s. 109-110.

[7] McIntyre-Brewer, Chelle. (2019). “Environmental racism throughout the history of economic globalization.” AUC Geographica 54, 1, s. 111

[8] Holifield, Ryan. (2001). “Defining Environmental Justice and Environmental Racism.” Urban Geography 22, 1, s. 83.

[9] Buradaki kasıt çevresel ırkçılığın temelinde insan-merkezci olması bakımından posthümanist bakış açısıyla bir adım ileriye gitmemizin gerekliliğidir. Ekoeleştirinin ikinci dalgası olarak kabul edilen akımda, çevresel adalet eleştirisi (environmental justice criticism) bulunmaktadır. Çevresel ırkçılık kavramı da bu düşünce okuluna aittir. Buradaki temel sav, öteki olarak görülen işçi ve fakir sınıfın (ki genellikle slumlarda olanlar azınlıklar) yaşadığı alanları göz önüne sermek ve bu insanların haklarını hem kuramsal hem de aktivizm olarak destek olmaktır. Her ne kadar insan-eksenli bir söylemleri de olsa kentsel/gecekondu ikiliğini de yok etmeye çalışıp farklı çevrelerin olduğuna da dikkati çekmektedirler. Çevre adaleti çalışmaları insandan bağımsız ayrı bir kategori gibi anlayageldiğimiz doğa ile kültürün ve sosyal aktivitelerin iç içeliğini ortaya koymak açısından çok önemlidir, ve Batı’da göz ardı edilen insan topluluklarının da varlığını ve etkisini bir kere daha hatırlatmıştır (Opperman, s. 22-23). Dolayısıyla, bu teorilerinin Batı metafiziğinin temelinde yatan ikili sistemin üstesinden gelme çabasını düşününce posthümanizmle ortak noktaları elbette bulunmaktadır. Fakat Gizem Karahan hocamızın da hatırlattığı üzere bu sistemler oluşturulurken insan-merkezci zihniyetin de dışına çıkmamız elzemdir (a.g.e., s. 401). Buradaki amacım olaya biraz daha geniş bir çerçeveden bakıp kırılgan iç içeliğimizin farkındalığının gerekliliği ve bu noktada posthümanizm teorilerinin bize yardımcı olacağıdır.
Kitap için kaynakça: Oppermann, Serpil (Ed.). (2012). Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat. Ankara: Phoenix.

[10] Tek tip bir insana karşı çıktığı ve ırk, sosyo-ekonomik durum gibi sebeplerden dolayı marjinalize edilmiş azınlık toplulukları merkeze aldığı için Aydınlanmacı Hümanizm’i eleştirse de çevresel ırkçılığın odağı hala insandır.

[11] Nixon, Rob. (2011). Slow Violence and the Environmentalism of the Poor. ABD: Harvard University Press, s. 137.

[12] Konunun daha geniş açıklaması için sitemizde Başak Ağın tarafından kaleme alınmış “Neuralink: Barad’ın Etiko-onto-epistemolojisi Işığında Bir Değerlendirme” yazısını inceleyebilirsiniz.

[13] Barad, Karen. (2007). Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning. Durham: Duke University Press, s. 184-185 (Çeviri benim).

[14] Oppenheimer, Michael ve diğerleri. (2020). “Chapter 4: Sea Level Rise and Implications for Low-Lying Islands, Coasts and Communities”. Special Report on the Ocean and Cryosphere in a Changing Climate. IPCC, s. 396. Sözü geçen rapor için: https://www.ipcc.ch/srocc.

[15] A.g.e., s. 399.

[16] McIntyre-Brewer, Chelle. (2019). “Environmental racism throughout the history of economic globalization.” AUC Geographica 54, 1, s. 109.

[17]  Tuana, Nancy. (2008).“Viscous Porosity: Witnessing Katrina”. Material Feminisms, ed. Stacy Alaimo and Susan Hekman. Bloomington & Indianapolis: Indiana University Press, s.188 (çeviri yazara ait).

[18] A. g. e., s. 193.

[19] Greenpeace’in bölge ile alakalı raporuna göre toprakta biriken ağır metallerden dolayı bölgede ürün miktarı ve verimi düşmekte, çevredeki sular (özellikle Ceyhan Nehri) atılan atıklardan dolayı kirlenmekte, çocuklar da dahil bölge halkında astım, bronşit gibi solunum hastalıkları görülmektedir. Atıkların etki alanları çevre illere kadar uzanmaktadır. Detaylı bilgi için Greenpeace’in ilgili internet sayfası ve Instagram hesabını inceleyebilirsiniz. Sözü geçen rapor için: https://www.greenpeace.org/turkey/raporlar/afsinde-komurlu-termik-santrallerin-bedeli-rapor.

[20] Görgü, Ezgi. “Torunlarım için Direneceğim”. Evrensel, 12 Temmuz 2015. https://www.evrensel.net/haber/255782/torunlarim-icin-direnecegim.

+ posts