Posthümanizmle İlk Karşılaşma Üzerine

Bu yazı daha önce 6 Kasım 2021 tarihinde, kardeş sitelerimizden biri olan SentezFikir‘de yayımlanmıştır.

Öncelikle posthümanizme dair seviyemi ve harcadığım mesaiyi özetleyeyim: Başak Ağın‘ın Posthümanizm kitabı ile Youtube’daki konuşmaları, PENTACLE‘daki değerli insanların yazıları ve Braidotti’nin İnsan Sonrası kitabından öğrendiklerim. Konuyla ilgili ise daha önce podcast yapmıştım, ancak yazılı olarak da çok kısa bir şeyler söyleme gereksinimi duydum.

Başlıktan anlaşılacağı üzere, yazı posthümanizmle yeni karşılaşmış olanları ilgilendiriyor. Ki bir düşüncenin tehlikeli hale gelebilmesi için akademik ortamı aşıp -ne kadar mümkünse işte- sokağa inmesi gerekir. Bu dahil yazdığım yazıların çoğu bahsettiğim köprü görevine hizmet etmeye yöneliktir. Kişisel bir tutum. Hocalar ve düşünürler anlaşılır olmak zorunda değil belki, ancak sokağın içinden onları anlayabilme şansı yakalamış olan devrimci-entelektüelin görevlerinden biri, öğrendiklerini karşılıksız biçimde sokağa taşımaktır. Bizim düşünce dünyasındaki naçizane misyonumuz da bu, hiçbir açıdan konfor sağlamasa da… Neyse, konumuza dönelim.

Her şeyde ilk karşılaşma hayatidir; önyargılar, duygular, izlenimler, fikirler vs. bir oranda bu esnada oluşur ve ilişki süreklilik arz etmiyorsa koyulmuş yargıların değişmesi genellikle zordur. Zihnimizde öyle yer ederler ve sık kurcalamadığımızdan değişmezler. Bu durum bir kavramla ilk karşılaşma için de geçerli. Posthümanizm sözcüğüyle karşılaştığım anı hatırlıyorum; İnsan-Sonrası, aklımda beliren ilk şey buydu. Transhümanizme ise Baudrillard’dan okuduklarım kadarıyla hakimdim ancak farklı okumalarla mevzunun tekno-kapitalizmle daha ilgili olduğunu anlamıştım. Velhasıl “posthüman-insan sonrası” da zihnimde ilk bağını transhümanizmle kurmuştu. “Tamam işte, insanın aşılmasını arzulayan tekno-füturistlerin mevzusu…” Sonra iş değişti, Nietzsche’nin bir sözünü anımsadım; “İnsan aşılması gereken bir şeydir, onu aşmak için ne yaptın?” Yirmi yaşından beri aklımın köşesinde kazılı duran bir söz. Ve insanın aşılmasının sadece transhümanist-kapitalist bağlamda gerçekleşmek zorunda olmadığını zaten düşündüğümden, “belki de” demiştim; “posthümanizm de benim anladığım türden bir aşmayla ilgilidir?” Kavramı geri çağırdım ve nihayetinde gördüm ki öyleymiş. Hatta posthümanizm sayesinde, belki de ilk kez ayakları yere basar biçimde Nietzsche’nin sözünün içini doldurmuştum.

İnsanların konuyla ilgili sorularına ve yazdıklarına baktığımda, ilk problemin “post-sonra” ön-ekinden kaynaklandığı saptamasında kani oldum. Sonra… neyin sonrası? Post-modernizm gibi modernizm karşıtlığı ya da temel anlam gereğince modernizm sonrası mı? Hüman da insan, nihayetinde insan sonrası da otomatikman transhümanizmi çağrıştırıyor. Yani zihnin ilk kurduğu bağ bu eğilimde. İnsanın teknoloji vesilesiyle bildiğimiz durumunun ötesine geçmesi hali. Sayborglaşma, yapay zeka, zihnin bilgisayara kopyalanması, hatta bugünlerde revaçta olan metaverse vb. konuları birçok açıdan buna dahil.

Olay en basit ve bu sebeple eksik tabiriyle şöyle aslında:

Transhümanizmin post-hümanı; insan-sonrası, bildiğimiz insanın aşılması, geride bırakılması manasına geliyor, yani ilk izlenimdeki anlamla eş. İnsanın mükemmelleştirilmesi amacı ile yeni bir din gibi teknolojinin kutsanması. Ayrıca post, devam niteliğinde bir sonralık anlamı da taşıyor; yani translaşmış hümanizm, yenilenmiş aydınlanma olarak bir devamlılık. (Biliyorsunuz; merkezde beyaz batılı erkek insan var, her şey sermaye için, doğa statik ve varlık yukarıdan aşağıya değer mertebeleriyle sıralanmış durumda.)

Posthümanizmin post-hümanı ise, Hümanizmin-Aydınlanmanın aşılması, aşılarak sonrasına geçilmesi manasına geliyor. Bir şeyin devamlılığı yok, post-modernizmdeki postun karşıtlık olması gibi, buradaki post da hümanizm karşıtlığına tekabül ediyor. Lakin tam bir karşıtlıktan ziyade eleştiri olarak ele almamız daha doğru. Yani kendini anti-hümanizmde konumlandırmıyor, insan karşıtı da değil. İnsanın yoldaşı olduğu için teknolojiyi de önemsiyor. (Merkezde hiçbir şey yok, varolanların ilişkiselliği ön planda, değer ataması yapılmıyor, her şeyin ayakları aynı düzleme basıyor ve yan yana.)

Literatürü değiştirecek ya da eleştirebilecek kişi kesinlikle ben değilim, yine de bu konudaki fikirlerimi paylaşacağım.

Transhümanizmin “post-hümanı” da Posthümanizm(ler) çatısı içerisindeyse, buna trans-posthümanizm denmesi daha doğru olabilir.

Öte yandan yukarıda bahsettiğim pozitif “post-hüman”a ise eko-posthümanizm yahut benim dilimde ilişkisel-posthümanizm demek daha doğru olabilir. En azından ben böyle yapıyorum.

Bunlar elbette değişmeyecektir, okur karşılaştığı Posthümanizmi ayırt etmek için trans mı yoksa eko mu (ilişkisel mi) olup olmadığını sorarak ilk yanlış izlenimi engelleyebilir. Posthümanizm bu iki cepheden ibaret değil elbette, ancak çatışma iki cephe arasında yaşanmaktadır. Gönül isterdi ki pratiğe de yansısın…

Felsefeyi tehlikeli hale getirmek dileğiyle!

+ posts