Rosi Braidotti ve İnsan Sonrası Bağlamında Öznellik – 2

Bu yazı, yazarın Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü öğrencisi Faruk Karaca’nın, Sibel Yardımcı danışmanlığında bitirme tezi olarak tamamladığı çalışmanın kısaltılmış ve PENTACLE için editoryal düzenlemelerden geçmiş ikinci bölümüdür.

Spinoza ya da Varlığın Yataylığı

Bu noktada İnsan-Sonrası bölümüne geçmeden önce arada bir es vermek ve Spinoza’dan bahsetmek istiyorum. Bunu yapmamın sebebi Braidotti de kitaplarında birçok yerde Spinoza’nın kudret (conatus), ilişkisellik gibi kavramlarına/fikirlerine atıf yapıyor ve felsefesinden besleniyor. Benim de özellikle sevdiğim ve İnsan Sonrası bağlamda da yeri olduğunu düşündüğüm bir kişi olduğu için bu tez bağlamında özellikle bir başlık açmak ve felsefesini anlatmak istedim.

1. Töz

Spinoza, kendisine göre tüm varlığın temelinde olan tözün tanımını Ethica’nın 1. kitabının 3. tanımında vermektedir: “Töz derken, kendinde olan ve kendisi aracılığıyla kavranabilen şeyi anlıyorum, yani kavramı başka bir şeyin kavramından oluşturulması gerekmeyen şeyi” (Spinoza, 2019, s. 34). Bir diğer terim olan tanrının tanımını ise şu şekilde açıklıyor: “Tanrı derken mutlak anlamda sonsuz varlığı anlıyorum; başka deyişle her biri ezeli-ebedi ve sınırsız özünü ifade eden sonsuz sıfatlardan ibaret tözü” (Spinoza, 2019, s. 35).

Şimdi elimizdekileri birleştirelim: Dünya’nın, insanların, hayvanların ve canlı/cansız çevremizdeki her şeyin ve her olayın oluşmasının bir nedeni vardır, buradaki nedenden kastım hayatın anlamı gibi bir şey değildir. Töz ise bu husule gelen şeylerin kökenidir. Tanrı ise tanımı itibariyle ezeli-ebedi ve sınırsız olduğuna göre aynı anlamda tözdür, yani Töz=Tanrıdır ve Spinoza’ya göre evrendeki her şey Tanrı’nın sonsuz sıfatlarından çıkmaktadır. Bu sıfatların da tavırları vardır ve böylece Spinoza’nın varlığa bakış çerçevesi tamamlanır. Biz bu sonsuz tavırlardan yalnızca ikisini algılayabiliriz: düşünüm ve yayılım (uzam) tavırlarını.

Burada bir örnek vererek konuyu daha da netleştirmeye çalışalım. Biz bir bedene sahibiz. Spinoza için bu bedene sahip olmak şu anlama gelir: Biz Tanrı’nın yayılım/yer kaplama/uzam sıfatının bir tavrı olarak/olan bedene sahibiz. Başka bir deyişle, bedenimiz, Tanrı’nın özünün yayılım sıfatının bir tavrı olarak zuhur edişidir. Bu bakış açısından Tanrı, evrendeki her şeyin dışında ya da üstünde falan değil, tam tersine her şeye içkindir, her şeyin özündedir.

Töz kavramını Spinoza’nın çağdaşı olan ve Hümanizmin de kendisinden çokça beslendiği Descartes’ın töz anlayışıyla karşılaştırmak yerinde olacaktır. Descartes’a göre 3 töz vardır: Tanrı, düşünüm (zihin) ve yayılım (beden). Ona göre bunlar husulün 3 farklı kaynaklarıdır. Yani aynı doğa içerisinde Tanrı, zihin ve beden farklı şeyler olarak var olmaktadırlar. Spinoza aynı doğa içerisinde sadece bir töz olabileceğini şu şekilde kanıtlamaktadır: “Farklı iki ya da daha fazla töz olmuş olsaydı, bunlar birbirinden ya sıfatlarındaki farklılıkla ya da hallerindeki farklılıkla ayırt edileceklerdi. Sadece sıfatlarındaki farklılığa göre ayırt edileceklerse, o zaman herhangi bir sıfata sadece birinin sahip olduğu kabul edilecektir”[1] (Spinoza, 2019, s. 38). Başka bir deyişle bir töz, bulunduğu evrendeki tüm sıfatları kapsadığı için, başka bir tözün farklı bir sıfata sahip olması gibi bir ihtimal olmamaktadır. Bu sebeple de ikinci bir töz olamaz. Descartes’taki düşünüm ve yayılım tözlerini ise Spinoza kendi felsefesinde sıfat olarak belirtmektedir.

2. Sıfat ve Tavırlar

Düşünüm ve Yayılım sıfatlarının tavrı olan ‘zihin’ ve ‘beden’ kavramları nelerdir peki? Öncelikle işe bu ikisinin özü itibariyle, yani Tanrı’nın sıfatının tavrı olması ölçüsünde değer ve derece olarak aynı fakat zuhur etmesi itibariyle farklı olduğunu söyleyerek başlayalım. Kaldı ki “Tanrının, tözün sıfatlarında hiçbir hiyerarşi söz konusu değildir. Niçin? Çünkü eğer töz bütün sıfatlara eş ölçüde sahipse, sıfatlar arasında hiyerarşi yok demektir, biri ötekinden daha değerli değildir” (Deleuze, 2000, s. 91).

Spinoza’da Ethica’nın 3. kitabının 2. önermesinde şöyle demektedir: “Beden zihnin düşünmesine neden olamaz, aynı şekilde zihin de bedenin hareket etmesine ya da hareketsiz kalmasına veya herhangi başka bir durumuna (eğer başka durumlar söz konusuysa) neden olamaz” (Spinoza, 2019, s. 201). Yani zihin kendisinden dolayı düşünür ve beden kendisinden dolayı hareket eder, birbirlerinden dolayı değil.

3. Duygu ve Duygulanım

Bu düşünüşün ve hareketin nasıl olduğuna geçmeden önce şunu açıklamakta fayda var: “… Her varlık kendi varlığını sürdürme konusunda bir çabaya sahip, bu her varlığın arzulamak durumunda olduğu şeydir. … Spinoza, bu çabayı destekleyen ve insanların bu çabayı daha yetkin olarak uygulayabilmesine, gerçekleştirebilmesine yarayan arzu biçimine potentia agendi, yani eyleme geçme gücü, potansiyeli diyor” (Baker, 2019, s. 184). Eyleme gücünün artıp azalması ise varolanın günlük hayatında yaşadığı karşılaşmalarla oluyor. Sözgelimi köydeki eve gittim ve çocukken çok sevdiğim oyuncağımı gördüm. Çocukken yaşadığım mutlu anılar aklıma geldi ve içim sevinçle doldu, oyuncakla oynamaya başladım. Veya tam tersini ele alalım, aynı oyuncağı gördüm fakat oyuncakla alakalı mutsuz bir anı aklıma geldi, kederlendim. Oyuncağı bırakıp hemen köyden uzaklaşmaya yöneldim. Görüldüğü gibi karşılaşmalar eyleme geçme gücümüzü hem zihnen hem de bedenen olumlu veya olumsuz şekilde etkilerler. Bu etkilenmelerin öncesi ve sonrasındaki farkların tamamına duygu denmektedir. Başka bir deyişle, “bir duygu bir “şey” değildir; bir simge, bir imaj, bir şey değildir, bir değişmedir. Bu değişme zorunlu olarak bir dereceden başka bir dereceye geçiş halidir. Bir aralığın takip edilmesidir bir duygu…” (Baker, 2019, s. 100). “Demek ki duygu[2] birinin varolma kuvvetinin sürekli varyasyonudur…” (Deleuze, 2000, s. 18). Duygulanış ise şudur: “… duygulanış mutlak olarak kesin bir tanım vermek gerekirse bir şeyin imgesinin bende bıraktığı anlık etki demektir” (Deleuze, 2000, s. 55).

Örnek vermek gerekirse: yolda neşeli bir şekilde yürürken eski bir arkadaşımı gördüğüm anda bende oluşan onunla konuşma isteğimden dolayı artan neşe veya arkadaşımı gördüğüm için varolan neşemin yitip yerine gelen keder bir duygulanıştır. Önceki neşemin yerini daha yoğun bir neşeye veya kedere bırakması süreci ise duygudur. Başka bir deyişle o arkadaşımın bende yarattığı tekil durum -daha yoğun neşe veya keder- duygulanış; bu durumun önceki durumumu değiştirme süreci -halihazırda varolan neşenin artması veya yerini kedere bırakması- ise duygudur.

4. Dikey Düşmanı Spinoza

Buradan İnsan-Sonrası’na ise etkilenmeler ve karşılaşmalar aracılığıyla ve her şeyin Tanrı’nın sıfatı olmasıyla bağlanmaktadır. Bu düşünce içerisinde insan sadece diğer insanlardan etkilenmemekte, kudretini sadece diğer insanlar değiştirmemektedir. Diğer canlılar da pekala değiştirebilir. Örneğin ayağımı masaya çarptığımda canım acır, kudretim azalır. Böylece insan-dışı bir varlık da benim üzerimde tesir etmiş olur. Buradan da hareketle sadece diğer insanları gözetmemek, diğer varlıkları da gözetmek gerektiği düşüncesine varırız.

Ayrıca Hümanizm başlığında belirtmiş olduğum hiyerarşi de her şeyin Tanrı’ya aynı yakınlıkta olmasıyla ortadan kalkar. Eğer insan da hayvan da bitki de veya diğer varlıklar da Tanrı’nın sıfatıysa ve birbirlerinden etkileniyorlarsa buradan dikey bir haritalandırma değil, gayet yatay bir düzlem ortaya çıkar. Bu düzlemdeki her şey de -eğer kudretlerini azaltmak gibi bir amaçları yoksa- birbirini gözetmek zorundadır.

Bu açıdan bakıldığında Hümanizmin merkezine aldığı erkek, beyaz, hetero, Avrupalı insan figürünün farklı cinsiyet kimliği, Dünya’nın farklı yerinden bir insanla veya bir hayvanla, bir masayla herhangi bir farkı olmamaktadır. Aksine, Dünya üzerindeki varlıkların birbirleriyle her an değişmekte olan bir kudret ilişkisi olduğundan dolayı birbirlerini önemsemek zorundadırlar. Bu da Braidotti’nin hesap verebilirlik dediği kavrama ulaşmamızı sağlar. Böylece yaptığımız eylemleri sadece kendimizi, kendi türümüzü değerlendirerek yapmaz, diğer varolanlara etkisini de düşünür hale geliriz.

Buradaki sürekli etkilenme halinden Braidotti’nin dile getirdiği başka bir hareketliliğe, göçebe öznellik kavramına geçebiliriz. Spinoza’dan sonra bu konuya geçiyorum çünkü göçebe öznellikte de temel olan şey aslında sürekli bir değişim halidir.

5. Göçebe Öznellik

Göçebe öznellik temelde sürekli bir oluş halinde olunduğunu ifade eder. Böylece sabitlik veya donukluk değil, sürekli değişen bir yapı vardır ortada. Bu ise merkezin, iktidarların bireye dair çizdiği sınırların ihlal edilmesi, bu çerçeve karşısında kaçış çizgileri oluşturmak demektir. Uysallar (Saylak, 2022) adlı dizide de buna dair bir örnek verebiliriz: Başroldeki Oktay Uysal çeşitli sebeplerle bir gece, çocukken hayranı olduğu Punk kültürüne uygun giyinmeye, buna uygun dolaşmaya karar verir: giysilerini, saç tarzını değiştirir, yıkılma emri verilen binalara evsiz insanları toplayarak orada farklı bir kültürün yaşamasına olanak verir. Burada bir kaçış çizgisi oluşmuş, kişiler toplumun sabit öznelliği karşısında farklı fakat istedikleri gibi davranma cesareti gösterebilmişlerdir. Ancak Oktay Uysal için bu durum geçerli değildir, o hala gündüzleri takım elbisesini giyer, işine gider ve Punk’la hiç alakası yokmuş gibi yaşar. Bunun sebebi iş hayatının, içindeki imaja “uygun olmamasıdır”. Sabitlik, donukluk belirli bir kalıp yaratır ve bu kalıba uyulmamasını istemez, çünkü uyulmaması demek farklı kalıplar, hareketlilik demektir ki bu da bu çalışmada dile getirilen çokluktur.

Bu donukluk aslında bir iktidar olan bilgi üretimini sağlayan üniversiteler tarafından da sağlanmaktadır. Sosyoloji, birçok şeyin eleştirisini yapmış/yapıyor olmakla birlikte hala toplumsal cinsiyet, ırk, yaş, sağlık durumu gibi özellikleri değişken olarak almaktadır. Alana göre değişkenler farklılık gösterebilir fakat anketlerde sürekli olarak cinsiyet, yaş sorulmasının çok da bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. X, Y, Z kuşağı gibi insanların doğum tarihlerine göre bu kişilere dair belirli önyargılar inşa etmenin de gereksiz olduğu bence oldukça açıktır. Kişiler, doğdukları tarihle, Dünya’da geçirdikleri yılla herhangi bir özelliklerini orantılı yaşamak zorunda değildir. Irkları yüzünden de belirli siyasi görüşlere yatkın olmak/olmamak zorunda değildir. Bunlardan, çevrenin kişi üzerinde hiçbir etkisi yoktur gibi bir fikir anlaşılsın istemem. Fakat bireye dair her şeyin bireyin elinde olmayan etkenler tarafından belirlendiğini söylemek de bireyi silmek demektir.

Burada eleştirdiğim sosyoloji alanında ise bana göre yapılması gereken kişilerin tercih etmesini, farklı tercihleri düşünmesini dahi engelleyen etkenleri ortaya çıkarmak, bu etkenlerin çalışma mekanizmalarını göstermek, bu mekanizmalara karşı ne yapılabileceğini, alternatif yolların neler olabileceğini paylaşmaktır. Sosyoloji, bireyleri kısıtlayan toplumsal normları, kuralları, yapıları tekrar inşa etmekle değil, ortadan kaldırmakla ilgilenmelidir. Bunu yaparken de kavramlara değil süreçlere odaklanmalıdır.

Örneğin Braidotti çeşitli göçebe öznellik örnekleri sayar. Bunlar: “Evsiz, göçmen, sürgün, sığınmacı, turist, savaşta tecavüz kurbanı, seyyah göçmen, yasadışı göçmen, başka bir ülke sakini, e-postayla sipariş edilen gelin, ekonomik olarak gelişmiş dünyada genç veya yaşlı bakıcısı, hırslı çalışan, küresel bir girişimde mali uzman, küresel BM sisteminde insani yardım görevlisi, artık varolmayan bir ülkenin (Yugoslavya, Çekoslovakya, Sovyetler Birliği) vatandaşı” (Braidotti, 2017, s. 19).[3] Bütün bunların ortak özelliği nedir? Ne ifade eder bu konumlar, sıfatlar? Toplumsal konumları belirsiz, geçişken, hem fiziksel hem de toplumsal olarak kendilerine atfedilen değerlerin siyasi, jeopolitik gibi etmenlerle sürekli olarak değiştiği konumlardır. Dolayısıyla göçebe öznelerdir. Buradaki göçebelik, bu sıfatlara sahip bireylerin hayatını pozitif olarak da etkileyebilir bu insanları daha yaralanabilir hale de getirebilir. Bir diğer özellik ise burada sayılan konumların birçoğunun sinemadan meclislere kadar temsillerinin istisnalar dışında olmamasıdır. Bu ayrıca merkezin donukluğu karşısında yapılabilecek şeylerden biridir de: Merkezin kategorilerine sığmayacak yapılar üretip donukluğu sarsmak, kategorizasyonu istikrarsızlaştırmaktır. Sözgelimi internet bunun bir örneğidir: Merkezin kontrol edemeyeceği, etse etse belirli bir kısmını edebileceği ama asla engelleyemeyeceği bir ağdır bu ve inanılmaz hızlı şekilde ilerler, yayılır. Bundan 50 yıl önce insanların çeşitli meraklarına dair bilgilere ulaşabilmeleri için çabalamaları gerekirken bugün sadece telefona bakmaları yeterlidir. Burada, bilginin merkezi olarak benimsenen eski otorite figürlerinin yerini çoklu bilgi ağlarının almasındaki siyasi yön ise oldukça açıktır: Direniş, tam olarak değişimde oluşmaktadır: hegemonyanın gücüne karşı değişimin gücü veya bir başka deyişle “Kişinin edindiği veya miras aldığı değerlerden ve inançlardan, dışa-dönük, çoklu-ilişkisel bir öznellik pratiği üretmek üzere tahliye olması anlamında radikal alışkanlık yıkımı” (Braidotti, 2017, s. 124).

Yanlış anlaşılma olmaması adına daha açık ifade etmem gerekebilir: Göçebelikten kasıt sürekli bir gezinme halinden ziyade mevcut kalıpların ve bu kalıpları barındıran yapıların içerdiği baskının ve hiyerarşinin farkına varılması, dolayısıyla bunlardan vazgeçilmesi, özneye dair her çağrıdan kaçınılması ve bireylerin kendilerine dair seçme ikilemlerinin olmadığı bir yaşamın da mümkün olabilmesidir. Amaç oradan oraya bir seyahat değil, gezinmelerin yapılabileceği ve bu süreçte de baskıya uğranmayacağı bir düzlem inşa edebilmektir.

Ayrıca göçebe öznellik, failliğin önemini göz ardı etmek değil, “… fail mefhumunu ilişkisel ontolojilere uygun şekilde yeniden işlemektir. Faillik hali elle tutulamaz, kişilerin veya şeylerin mülkiyetinde değildir; faallik bir sahnelemedir [enactment], dolanıklığı yeniden düşünme olanaklarına dair bir meseledir” (Barad, 2020). Failliği eğer bir sahneleme, belirli bir kurgunun canlandırılması olarak ele alırsak karşılıklı sürdürülen bir diyaloga da benzetebilir, karşımızdakine yanıt verme performansı olarak düşünebiliriz. Bu karşılıklılık ise “güç dengesizliklerini inkar etmeyi değil bunları göz önünde bulundurmayı gerektirir” (Barad, 2020). Karşılıklı performans olarak ele alınan faillik de insana özgü bir şey olmaktan çıkar, insan-dışıların da sergileyebileceği bir eyleme dönüşür. Barad’ın ‘inter-action’ yerine ‘intra-action’ koymasını ele alalım: buradaki oyun inter-(arasında) yerine intra-(içinde)’nın geçirilmesiyle eylemlerin birbirine dışsal çeşitli failliklerden ziyade birbirini oluşturarak edimde bulunan bir ağı hedefliyor (Barad, 2020). Böylece dikey bir hiyerarşiyi değil, Spinoza’daki gibi yatay bir düzlemde her şeyin birbiriyle etkileşimde olduğu bir varlık düzlemini kast ediyor. Bu hatta Braidotti’nin insana dair olan iki kavramını da ekleyebiliriz: gömülü/iliştirilmiş [embedded] ve bedenli/cisimleşmiş [embodied]. Gömülü kavramı insanın çevresiyle bir ilişki halinde olmasına, sürekli olarak etkilenmeye açık olmasına; bedenli kavramı insanın üzerinde aşkın herhangi bir şeyin (tarih, bilinç, vb.) olmadığı anlamına gelmektedir. Buna göre insan, gömülü olmasından dolayı çevresine karşı sorumlu, bedenli olmasından dolayı da etkilenmeye ve etkilemeye açık halde ve bu yüzden de çevresindeki varlıklara hesap verebilir olmak durumundadır.

Başka bir kavram olan yaşamsal materyalizm de yine burayla bağlantılandırılabilir. Bu kavramla kast edilen yerküreyle akla değil duygulanıma dayalı bir ilişkidir. Bu ilişkinin farkı çevremizdeki her şeyin ölçülüp biçilerek akla uygun hale getirilmeye çalışılmasından ziyade karşı tarafı da bizimle aynı görerek onun hislerine, yaşamının değerine odaklanmaktır. Ayrıca bu bakışın çıktılarından biri de karşımızdakiyle, onu herhangi bir ön-şemaya sokmadan veya bu ön-şemaya göre değerlendirmeden iletişim kurmak ve böylece karşımızdakinin cinsel yönelimine dair önyargılarımızı harekete geçirmeden devam etmektir. Bir başka çıktısı ise daha önce söylediğim gibi duyguların dış etkene göre değişkenliğini göz önünde bulundurmak zorunda kalmamızdır. Dolayısıyla karşımızdakiyle kendimizi de etkileyen bir ilişki halinde olduğumuzu fark eder ve buna göre devam ederiz. Bu da birbirimizi gözeten, karşılıklı hesap verebilirliğe dayalı bir iletişimle sonuçlanır. Böylece Braidotti’nin bir diğer kavramı olan “gezegensel siyasete” (Braidotti, 2021, s. 116) geçebiliriz. Bu aslında siyasetin ölçeğini insanlardan çekip Dünya üzerindeki tüm canlılara genişletmek anlamına gelir. Dolayısıyla herhangi bir politik karar alınırken de ülkelerin, partilerin çıkarları değil bu varlıkların çıkarlarının gözetilmesi demektir.


Baker, U. (2019). Sanat ve Arzu. İstanbul: İletişim Yayınları.

Barad, K. (2020, Temmuz 28). Madde Hisseder, Konuşur, Acı Çeker, Arzular, Özler ve Anımsar: Karen Barad ile Röportaj. (R. Dolphijn, I. v. Tuin, Röportajı Yapanlar, N. Kulunç, & Ö. Karakaş, Çevirmenler) Haziran 28, 2022 tarihinde https://terrabayt.com/dusunce/madde-hisseder-konusur-aci-ceker-arzular-ozler-ve-animsar-karen-barad-ile-roportaj-1/ adresinden alındı

Braidotti, R. (2017). Göçebe Özneler: Çağdaş Feminist Kuramda Bedenleşme ve Cinsiyet Farklılığı. (Ö. Karakaş, Çev.) İstanbul: Kolektif Kitap.

Braidotti, R. (2021). İnsan Sonrası Bilgi. (S. Sam, & E. Çaça, Çev.) İstanbul: Kolektif Kitap.

Deleuze, G. (2000). Spinoza Üzerine On Bir Ders . (U. Baker, Çev.) Ankara: Öteki Yayınevi.

Saylak, O. (Yöneten). (2022). Uysallar [Sinema Filmi].

Spinoza, B. (2019). Ethica. (Ç. Dürüşken, Çev.) İstanbul: Alfa Yayınları.


[1] Metinde yer alan daha önceki önermeye gönderme, o önermeye burada dönemeyeceğimizden dolayı eklenmemiştir.

[2] Metindeki ‘affectus’ kelimesi tercümesi olan ‘duygu’ ile değiştirilmiştir.

[3] Braidotti bu alıntıdan önce şunları söylemektedir: “Göçebe olmak, ileri kapitalizmle bütünleşmiş ve onunla suç ortaklığı içerisindeki ihtişamlı sosyetenin bir parçası olmak değildir (Alcoff 2006). Daha ziyade bütüncül öznelerin gerilemesine ve geleneksel özne görüşünün uzay-zaman sürekliliğinin istikrarsızlaşmasına işaret eder.” (Braidotti, 2017, s. 19) Burada bir eleştiri de yapmam gerekiyor: Burada dile getirilenlerin hepsine göçebe öznellik dese de bu konumların Butlercı anlamda kırılganlığı aynı değildir. Ben burada Braidotti’nin göçebeliğin çeşitliliği için bu kadar farklı konum saydığını düşünüyorum. Yoksa ekonomik olarak gelişmiş bir yerde yaşayan bir insanla seyyah göçmenin göçebeliği aynı deneyimi ifade etmemektedir.

Faruk Karaca
+ posts