Bu yazı, yazarın Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü öğrencisi Faruk Karaca’nın, Sibel Yardımcı danışmanlığında bitirme tezi olarak tamamladığı çalışmanın kısaltılmış ve PENTACLE için editoryal düzenlemelerden geçmiş üçüncü bölümüdür.
İnsan-Sonrası veya Hiçbir Şeyin Kalmaması ve Her Şeyin Var Olması
Buraya kadar Hümanizmin ne olduğundan, neler doğurduğundan bahsedip Spinoza’nın nasıl farklı bir varlık yapısı çizdiğini ortaya koymaya çalıştım. Burada ise elimizdeki sorunlara -insan-merkezcilik, türcülük, kalıpyargılar, vb.- Braidotti’nin nasıl çözümler sunduğunu dile getirecek, ayrıca Haraway’e başvurarak farklı birlikteliklerin nasıl olabileceğini, Butler’a giderek de yasın, şiddetin nasıl herkesi kapsadığını ve aynı zamanda birleştirebileceğini göstermeye çalışacağım. Bunu yapma sebebim ise İnsan-Sonrası bağlamda sadece öznelliğin kendisini değil, toplumsal alanda oluşturulmaya çalışılan farklı yapıları da ele alabilmek.
1. İnsan mı? O da ne?
Hümanizmin insanını düşünelim: Vücudundaki tüm mekanizmaların düzenli ve verimli bir şekilde çalıştığı, hiçbir kusuru olmayan, beyaz, Avrupalı, heteroseksüel bir erkek. Böyle birini tanıyor muyuz? Cevap büyük ihtimal hayır olacaktır, en azından benim için öyle. Birimizin gözü uzağı göremezken diğerimiz dişlek olabilir. Dolayısıyla “ideal insan” denen kavram bir kurgudur veya başka bir deyişle “Toplumsal gerçeklik, yaşanan toplumsal ilişkilerdir, en önemli politik inşamızdır, dünyayı değiştiren bir kurgudur” (Haraway, 2010, s. 45). Buraya kadarki Hümanizm üzerine bahsim de aslında bir noktada toplumsal gerçeklik denilen şeyin bir kurgudan fakat dünyayı değiştiren, belirli varlıkların yok olmasına sebep olan bir kurgudan ibaret olduğuna ulaşma isteğimden de kaynaklanmaktadır. İnsan-Sonrası ile kastım da bu kurgunun değiştirilebileceği, “perspektifin hafifçe yoldan saptırılabileceği” (Haraway, 2010, s. 54) ve başka yönlerde yeniden kurgulanabileceğidir.
Hümanizmin bize dayattığı gibi “doğru temsil, tam özne” gibi mefhumları da aramak zorunda değiliz. “Eksiklik ve Yasa temelli dilbilimsel gösteren, en iyi ihtimalle, kısıtlanmayı yayar ve güçlenmeyi esirger” (Braidotti, 2014, s. 205). Haraway, Hümanizmin öznesinden kaçarken ona benzer özneler yaratılmasına dikkat çeker. Bunu Feminizm üzerinden dile getirir: “Feminizm sınıflamaları, resmi kadın deneyiminden sapmaları kontrol altında tutmak için epistemolojiler üretir” (Haraway, 2010, s. 57-58). Haraway’in bu okumasına göre Feminizm, bir kadın özne yaratsa dahi bununla birlikte bir kalıpyargı da yaratır ve bu kalıpyargıya uymayanları da kabul etmez. Braidotti’nin İnsan-Sonrası göçebe özneleri ise doğal bir birlik fikri istemez, hiçbir yapının da tamamlanmış olduğunu kabul etmezler.[1]
2. Donna Haraway ve Farklı Ortaklaşmalar
Bu noktada Haraway’in kan bağıyla değil, seçimle akrabalık (affinity) fikrini de dile getirebiliriz. Pek çok kişi kan bağı bulunan ailesi kendisini herhangi bir nedenden kabul etmediği veya kendisi ailesini reddetmeyi tercih ettiği için kendisine başka bir çevre edinmekte, bu çevreyle bir akrabalık ilişkisi yaşamaktadır. Heteronormatif kalıpların dışında cinsel yönelimleri bulunan kimselerden farklı gençlik altkültürleriyle uyumlu müzik dallarını takip eden kişilere kadar toplum dışına itilmiş çoğu grupta bu seçilmiş akrabalık ilişkilerini görmek mümkündür. Bu, sadece insanlar arasında da olmak zorunda değildir. Birçok kişi yoldaşı olan köpeği, kediyi çevresindeki insanlardan daha çok önemsemektedir. Dolayısıyla bu fikir de sadece teorik ve hayal düzeyinde değil, bizzat pratik olarak yaşanmaktadır.
Kan bağının yerine seçimin geçmesi kimliğin yerine de yakınlığın (Haraway, 2010, s. 55) geçmesine neden olabilir. Belirli bir amaç doğrultusunda birçok kesim birleşebilir, ortak hareket edebilir. Bu ortaklık, Haraway’in ‘yakınlık’ fikrinde olduğu gibi, karşılıklı sorumluluk temelini de sağlar. Burada oluşan birliktelik tür, ırk gibi mefhumlardan değil, seçimlerden, ortak bir hedeften hareketle oluşur. Farklı kesimlerden, farklı coğrafyalardan gelen insanların oluşturdukları koalisyonlar bunun örneğidir. Haraway, bu akrabalığı tarif ederken bir ağaç gibi aşağısı yukarısı belirli bir yapıdan ziyade sarmaşık gibi, köksap gibi her tarafından saçaklanan, başı sonu belli olmayan bir ağı kast ettiğini dile getirmektedir: “… benim akraba ağlarımın şekli, ağaçtan çok sarmaşık parmaklığını ya da kordonu andırır. Aşağısını yukardan ayırmak mümkün değildir; her şey yanlara gider görünür” (Haraway, 2010, s. 229).
3. Judith Butler ve Yaralanabilirlik
Seçimle akrabalığın yapısını Butler’ın dile getirdiği insanların yasta, kayıpta ortaklaşabilmesi fikirleri doğrultusunda düşünmek istiyorum. Butler, her ne kadar Braidotti, Haraway gibi düşünürlere kıyasla insan-merkezci kalsa da bu fikirler insan-sonrası için de düşünülebilir. Örneğin sevdiğimiz bir insanı kaybettiğimizde veya tanımadığımız bir insanın dahi kaybını gördüğümüzde üzülürüz. Bu ortak bir paydadır. Bunu daha da kapsayıcı hale getirebiliriz: Türkiye’de 2021 yılında birçok bölgede çıkan orman yangınlarında birçok farklı hayat tarzından birçok kişi gerek yangını söndürmeye bölgeye gitmiş, gerekse de bu olaya dair bulunduğu bölgede yapabileceği her şeyi yapmaya çalışmıştır. Ormanların kaybı insanları birleştirmiştir.
Ayrıca bu kayıplar sadece dışarıya dair bir üzüntü değildir. Birini kaybettiğimizde ne olduğunu tam olarak bilemesek de kendimizden de bir şeylerin gittiğini fark ederiz. Kaybedilen şey sadece karşıya ya da sadece kendimize dair değildir, onunla aramızdaki ilişkiye/bağa dair bir şeydir (Butler, 2005, s. 38). Dolayısıyla kayıpta aradaki bağı da yeniden hatırlarız. Bu bağın Spinoza’daki yansıması etkilenmelerin varlığı ve bu sayede ötekinin benim üzerimdeki etkisi iken Braidotti’deki yansıması ise birbirlerinin hayatlarını devam ettirmelerini sağladığını, bu devam ettirmenin bir ilişki oluşturduğuna dair ortaya attığı ilişkiselliktir. Böylece Butler’daki yas, hem bir varlık sistemi olarak Spinoza’ya hem de İnsan-Sonrası yaşamı anlamak adına Braidotti’ye uzanabilmektedir.
İlişkisellik sadece teorik olarak vurgulanan bir şey de değildir. Halihazırda süregiden, hayatın her alanında olan bir şeyin dile getirilişidir yalnızca. Arkadaşlarımızla konuştuğumuz konuları ele alalım: bunların her birinde bir ötekine, o an orada olmayan birine atıf yaparız. “Seçtiğim ilişkilere dair bir hikaye anlatmaya koyulurum ve anlatımın bir noktasında, o ilişkilerin beni nasıl sıkıca kavrayıp çözdüğünü açığa çıkarmış olduğumu fark ederim” (Butler, 2005, s. 39). Bu yalnızca insan olmak zorunda da değildir, hayvanlardan, ağaçlardan, mantarlardan da söz ederiz. 2020 yılında çıkan Koronavirüs’e bakalım mesela, bir anda tüm dünya hayatlarındaki virüse dair konuşmaya başladı. Bu “konuşma” eylemiyle aslında direkt olarak ağızdan dışarı çıkan kelimeleri kast etmiyorum, yaşadığımız müddetçe attığımız her adımın ötekiyle ilişkiler içerisinde olduğunu, bundan dolayı da gerek aklımızdan geçenlerin, gerek eylemlerimizin hep bir diğeri ile olan ilişkimize atıf yaptığını ifade ediyorum. Dolayısıyla ilişkiselliği kabul edip etmemekten farklı bir noktadayız, zaten kabul etmiş haldeyiz. Soru ise bu kabule uygun davranacak, eylemlerimizde diğer varlıkları da dikkate alacak mıyız? İnsan-Sonrası kuramın sıklıkla dile getirdiği şey budur aslında.
Butler ilişkisellik bağlamında ayrıca şiddetten ve yaralanabilirlikten de bahsetmekte, şiddetin kötü de olsa ötekine -veya “bana”- bir temas olduğunu söylemektedir. Arada düşmanca da olsa bir ilişki/bağ mevcuttur. Kaldı ki bu kırılganlık herkesi kapsayan fakat bazılarını daha kırılgan/yaralanabilir hale getiren bir şeydir ve tam olarak bu yüzden herkesi ortaklaştırmaktadır. Ayrıca bu yaralanabilirlik, iradeyle ortadan kaldırılan bir şey değildir (Butler, 2005, s. 44). Buradan hareketle “başkasına zarar verme ki sen de zarar görmeyesin” gibi gizli çıkarcı bir noktaya varmak istemiyorum. Kast ettiğim şey ötekini gözeterek kendimizin de daha iyi bir yaşama sahip olabileceğimiz, bunun için illa kendimizi düşünmek zorunda olmayışımızdır. Spinoza’daki etkilenme ve kudret anlayışlarını da buraya dahil etmeye çalışalım: Yaralanabilirliği kudretin azalışı olarak ele alırsak, herkesin yaralanabilir olması herkesin birbiriyle etkilenmelerinde bu kudret ilişkisinin, yaralanabilirliğin gözetilmesini gerektirdiğini söyleyebiliriz. Türkiye’deki orman yangınları sonucunda sadece ormanlar ve bu ormanların barındırdığı bütün bir yaşam alanı ortadan kalkmamıştır, burada yaşayan insanların da hayatı zarara uğramış, ormanda yaşamasalar dahi o bölge daha az yaşanabilir bir hale dönmüştür. Güney Amerika’daki ormanlar sadece oradaki halkları da etkilemez, bu olaylara daha yakın olanlar daha fazla etkilenmiş, daha fazla yaralanmışsa da binlerce kilometre ötede, Avrupa’da, Asya’da yaşayan insanların da gerek yaşamsal çeşitliliğin, gerek oksijen miktarının azalması gerekse de küresel ısınmanın daha feci bir hale gelmesiyle yaşamlarını etkilemektedir. Dolayısıyla bu kriz anlarını yaralanabilirlik çerçevesinden de düşünüp daha ortak-bir-yaşam için harekete geçebiliriz.
Butler, kederin bizi belirlediği/etkilediği noktada Spinoza’ya yaklaşmakla kalmaz, ötesine de geçer: Kederin -kendimizin özerk olduğu gerçeğini yadsımamakla birlikte- ötekilerle etkileşimimizden, başka yaşamlara bulaşmışlığımızdan hareketle özerkliğin sınırlarının da belirlendiğini söyler (Butler, 2005, s. 43). Bu ise aslında başından beri ötekilerle bir bütün olduğumuzu, onlara göre de şekillendiğimizi dolayısıyla da ötekilere dikkat etmemiz, onları kale almamız gerektiğini ortaya koyar. Braidotti’nin “biz-(hepimiz)-bu-işte-beraberiz-ama-hepimiz-aynı-değiliz” (Braidotti, 2021, s. 74) şeklinde formüle ettiği fikirle hemen hemen aynı noktaya çıkarır bizi.
İnsan-tanıma-yaralanabilirlik ilişkisine dair ise şöyle bir bağlantı dile getiriyor: “Bu anlamda eğer yaralanabilirlik insanlaşmanın bir önkoşuluysa ve insanlaşma değişen tanıma normlan üzerinden farklı şekillerde gerçekleşiyorsa, demek ki yaralanabilirliğin herhangi bir insan özneye atfedilebilmesi, kökünde varolan tanıma normlarına bağlıdır” (Butler, 2005, s. 57). Bunu daha da genişletmeyi öneriyorum: yaralanabilirlik tüm varlığın önkoşuludur, çünkü tüm varolanlar yaşam kudretlerinin başkasının eylemleri neticesinde azalmasına tanık olabilirler. Bundan dolayı da insan-dışıları tanımamayı kabul eden normların bizzat kendisi gözden geçirilmelidir.
Tanıma ve tanınma ise ötekine dair bir iletişim başlatmaktır temelde. Ben başkasının beni tanımasına dair bir ricada bulunduğumda eski ben değilim, hatta o andaki ben dahi değilim. “Tanınmayı talep etmek ya da tanımayı teklif etmek, insanın şimdiden olduğu şeyin tanınmasını talep etmek değildir. Bir oluşu rica etmek, bir dönüşümü başlatmaktır, hep Öteki’yle ilişki içinde geleceğe dair beklenti sahibi olmaktır” (Butler, 2005, s. 57-58). Dolayısıyla İnsan-Sonrası ötekilere bir kapı açmanın kendimizi de değişime uğratacağını, bizi artık eski biz olmaktan başka bir noktaya götüreceğini dile getirir. Sözgelimi evimizin kapılarını kedi, köpek gibi bir yoldaşa açtığımızda artık onu da düşünmeye başlarız. Suyu nereden içeceğini, nerede yatacağını, nerede yemek yiyeceğini düşünür, evi ona göre şekillendiririz. Fakat bu eylemi tek başımıza da yapmayız aslında, yoldaşımızın hareketlerini izler, neyi sevip neyi sevmeyeceğini düşünür ve ona göre hareket eder, sevmediği şeyleri farklı şekillerde yaparız. Burada sözünü ettiğim şehirdeki bir evken bu evi daha farklı bir halde de düşünebiliriz: Çobanlık yapan biri sürüyü dolaştırmaya çıktığında çevresine de dikkat eder, nereye gidip nereye gitmeyeceğini, hangi alanlara götürüp nerelerden uzak durması gerektiğini takip ederek öğrenir. Sürünün dağılmamasından da sürüdeki herhangi bir üyenin zehirlenmemesini sağlamaktan da sorumludur. Veya bir çiftçi tarlasına hangi dönemde hangi tohumu ekeceğini, o tohuma ne kadar su vermesi, toprağı ne kadar havalandırması gerektiğini bilmek zorundadır. Çünkü tarlayla ilişkisi sadece paradan ibaret değildir, tarlayla, doğayla kentli insanınkinden daha farklı, daha yakın bir ilişkidedir. Yetişen bitkilere zarar verecek böceklerin bulaşmaması için dikkatlidir. Uzatsam da vermek istediğim fikir aslında insanın da yaşamının çeşitli yerlerinde ötekini tanıdığını anlatmak, İnsan-Sonrasının dile getirdiği fikrin o kadar da yabancı olmadığını dile getirmektir. Bu zaten çeşitli coğrafyalarda yaşanmakta olan bir fikirdir, amaç doğayla, çevreyle kurulan bu ilişkinin genişletilmesi, gezegen üzerinde süregiden ağın daha görünür kılınmasıdır.
Burada söz konusu olan elden geldiğince Hümanizm yerine farklı bir yöne gidebilme ihtiyacının farkına varılmasını sağlamaktır. Bu bağlamda insanın sonuna dair endişeler anlaşılabilir olsalar da mantıksızdırlar. Anlaşılabilirdir çünkü şu ana kadar bu sistem içerisinde yaşanmıştır ve bunun sonuna dair söylemler alışkanlıktan ve yeniliğin ne getireceğine dair belirsizlikten dolayı ürkütücü olabilirler. Fakat mantıksızdırlar çünkü bu insanlık kime ne getirmiştir sorusu karşısında verilebilecek cevap: İnsanlığın bir kısmının zenginliği ve refahı karşısında büyük bir kısmının sefaleti, canlarının değersizliği, hayvanların, bitkilerin ve diğer tüm canlıların da katlidir. Dolayısıyla bu kötülüğün karşısına geçebilmenin yolu bakış açısını değiştirmek, Dünya’yı buraya sürükleyen etkenleri yıkmak ve bunlardan çıkarılan derslerle yeni bakış açıları, yeni düzenler inşa etmektir. Şu ana kadar hâkim olan kendi türü içinde diğer türlerden izole şekilde hareket eden Hümanizmin, Avrupa-merkezciliğin, diyalektiğin karşısına tüm canlıların birbirleriyle ilişki içerisinde olduğunu kabul eden bu çerçevede de gerek kendi davranışlarından sorumlu ve hesap verebilir gerek de ötekilerin davranışlarına ve yaşamına saygılı olan bir çerçeve konulmalıdır.
İnsan-sonrası öznellik Braidotti’nin deyişiyle “materyalist ve vitalist, cisimleşmiş ve iliştirilmiş, feminist ‘mevki siyaseti’ uyarınca sıkı sıkıya bir yerlerde mevkilenmiş”tir (Braidotti, 2014, s. 63). Materyalisttir, çünkü soyut bir yapıya/varlığa başvurmaz, Dünya’dakilerle ilgilenmektedir. İliştirilmiştir, çünkü Dünya üzerindeki her şeyin birbirleriyle ilişkisi ve birbirleri üzerinde etkileri olduğu fikrinden hareket eder.
Şimdi parça parça anlattığım bu fikirleri birleştirmeyi ve ortaya bütüncül bir şey çıkarmayı deneyeceğim sonuç bölümüne geçelim.
Braidotti, R. (2014). İnsan Sonrası. (Ö. Karakaş, Çev.) İstanbul: Kolektif Kitap.
Braidotti, R. (2021). İnsan Sonrası Bilgi. (S. Sam, & E. Çaça, Çev.) İstanbul: Kolektif Kitap.
Butler, J. (2005). Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü. (B. Ertür, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.
Haraway, D. (2010). Başka Yer. (G. Pusar, Çev.) İstanbul: Metis Yayıncılık.
[1] “Siborg feministler, ‘biz’im artık doğal bir birlik matrisi istemediğimizi ve hiçbir yapının tamamlanmış olmadığını savunmak zorundalar” (Haraway, 2010, s. 59).