Felsefede her zaman geçerliliğini koruyan bir soru: İnsan nasıl etik ve özgür bir yaşam sürer? Bu sorunun cevabı günümüze değin gelen tarihsel süreçte birçok defa değişti fakat bu değişim genel olarak “insan” odağını temel alarak şekillendi. Ne var ki bu hümanist idealin, insanı kendi içindeki birtakım etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim, sınıf gibi farklarla biz’i tanımlamadığı, aksine ayrıştırdığı görüldü. Peki, bu bağlamda Spinoza’nın ontolojisi bize ne tür bir başka yol gösterdi? Etik ve özgür yaşamanın temelinde yalnızca insan ontolojisini anlamak mı geçiyor?
Spinoza’nın ontolojisi hiyerarşi barındıran bir ontoloji yerine düz bir ontolojidir: Yani monistik bir yapıdadır. “[Z]ira bizler en yetkin olana, bütünün, yani onun bir parçası olacak şekilde tabiyiz ve deyim yerindeyse, ona tabi olan bin bir türlü iyi düzenlenmiş ve yetkin işin gerçekleşmesine kendi payımızca katkıda bulunmaktayız.”[1] Burada şu fikir akla gelebilir: “Bütün” olarak kastedilen nedir? Spinoza için insan Doğa’dan ayrı bir şey değildir; ona içkin bir şekildedir ve tam da bu içkinlik ona özgürlüğün yolunu gösterir. Bütünselliği kavradığımız, doğamıza ve özümüze uygun yaşadığımız, “yetkin bir varlığa bağlı ol(duğumuz) ya da yetkin bir varlığın parçası ol(duğumuz)”[2] müddetçe özgürüzdür. Burada yetkin gücün Tanrı ya da töz olduğu, bunların da Spinoza için Doğa’yı kastettiği unutulmamalıdır. En nihayetinde özgürlük insanın bir içkinlik felsefesi oluşturması anlamına gelir. Spinoza’nın felsefesinin, özgür bir yaşam temelinin insanmerkezli düşünceden uzaklaşma koşuluna bağladığı ve bunu da Doğa ile kurduğumuz ilişki tarzında aramamız gerektiği yönünde bize yol gösterdiği açıktır.
Rosi Braidotti, Spinoza’nın monistik evren fikrinin posthüman birey için bir temel olduğunu düşünür ve şöyle belirtir: “Bana kalırsa bu monist öncüller, klasik hümanizme bel bağlamayan ve ihtiyatla insanmerkezcilikten kaçınan insan sonrası bir öznellik kuramının yapıtaşlarıdır.”[3] Posthüman bir etiğin gerekliliğini vurgulayan Braidotti, bu etiğin yeni materyalist bir çerçeve içinde olması gerektiğini ve “insan” haklarının diğer organizmalara atfedilemeyeceğini söyler.[4] Bunun nedeni her tekil varlığın kendi varlığını devam ettirme isteğidir ve bu çaba antropomorfik bir genelleme ile sağlanamaz. Bu bağlamda Spinoza’nın conatus’u söz konusu etik için bir öz oluşturur: “[H]erhangi bir şeyin ya kendi kendisine ya da başkalarıyla birlikte herhangi bir şeyi yapmasına ya da yapmaya çalışmasına neden olan yetisi, yani çabası, başka bir deyişle kendi varlığını sürdürmek için sarf ettiği güç, yani çaba, o şeyin mevcut özünden, yani fiili özünden başka bir şey değildir.”[5] Monist fikrin yani her tekil varlığın tözün birer sıfatı olduğu fikri ile conatus fikrini birlikte ele aldığımızda bir bütünlük içinde yer aldığımız ortaya çıkar. Dolasıyla etik yaşam, bu bütünlüğün farkında olarak yaşamak anlamına gelir. İnsan türü olarak insandışı varlıklarla kurulan ontolojik bağlantıların farkında olarak dönüşmek ahlaki kurallarla hareket etmeyi değil, etik bir yaklaşımla bakma gerekliliğini beraberinde getirir.
Spinoza’nın oldukça uzun bir zaman önce öne sürdüğü fikirleri, kendisine ne yazık ki dışlanmış bir hayata mal oldu, fakat şimdi bu fikirlerin birleştirici gücünü keşfediyoruz. Spinoza ben yerine biz’i oluşturmak istedi. Diğer varlıklarla simbiyotik şekilde sürdürdüğümüz bu yaşam bizim katıksız olmadığımızı gösterdi. Antropos tahtından çok daha önce indirilmişti; bunun farkında olarak bir etik oluşturmak ve bu etik çerçevesinde özgürce yaşamak için geç değil.
[1] Baruch Spinoza, Kısa İnceleme, Çev. Emine Ayhan, Dost Kitabevi Yayınları, 2015
[2] Sevinç Türkmen, Ekopraksisin Ontolojisi, İthaki Yayınları, İstanbul 2019
[3] Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, Çev. Öznur Karakaş, Kolektif Yayınları, İstanbul 2018
[4] Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, Pek İnsanca: Bir Posthümanistin Anıları ve Emelleri, Çev. Bülent O. Doğan, Cogito: İnsan Sonrası içinde, 2019
[5] Baruch Spinoza, Ethica, Çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa Yayınları, s. 212-213, İstanbul 2016