Hayvansal Beslenme, Vejetaryenlik, Veganlık: T. Colin Campbell’in Çin Diyeti Kitabı  

İnsan zaman zaman bazı hayvanları besliyor veya seviyorsa bu, yaşama saygısından ve ahlak duygusundan değil, sadece kendi bencilliğinden ya da onlardan çıkarı olduğundandır. Bu, onları yemek vaktine kadar devam eder…

Vejetaryenliğin Yararları – Sadık Hidayet

Batı düşüncesi uzun tarihi içerisinde yemek kültürüne dair çeşitli görüşler ortaya atmıştır. Batı kültürünün ana akım yaşam biçimi hayvanların birer tüketim ve gıda nesnesi olarak yenilmesinden yana tavır koymuştur. Batıda hayvan hakları savunuculuğu her ne kadar önemli bir yer teşkil etse de, vejetaryenlik pratiklerinin somut hayata yerleşmesinin geçmişi pek de uzak değildir. Batı tarihinde azınlıkta kalan ve merkez ideoloji tarafından marjinalleştirilen vejetaryenlik günümüzde yeniden canlanmış görünmekte ve vejetaryen beslenme çeşitli medya ve kitle iletişim araçlarının da vasıtasıyla gittikçe yaygınlaşmakta ve alternatif bir beslenme biçimi olarak yerleşikliğini güçlendirmektedir. Buna rağmen, vejetaryenlik ile hayvan hakları savunuculuğu arasında sağlam bir paralellikten ve sorumluluk etiğinden bahsetmek, vejetaryenliğin “hayvansal ürünlerin tüketilmediği bir tür diyet” (Kalkandelen 24) olarak görülmesinden dolayı hâlâ olası görünmemektedir. Zülal Kalkandelen’e göre, vejetaryenliğin ve “veganlığın bu şekilde sadece beslenme kısmına odaklanarak, etik ve politik yönünü dışlayan bakış açısı, veganizmin özünün ortaya çıkmasında büyük bir engeldir” (24).

Çok sayıda insanın hayvan hakları ile ilgili endişelerini dile getirdiği ve onlara eşit muameleyi talep ettiği, ancak hayvan eti yemeye devam ettiği bir çağın içerisindeyiz. Hayvan hakları savunucularının et yeme pratiklerindeki çelişkiye değinen Peter Singer (2005), bu çelişkiyi “diğer hayvanların vücutlarını yeme şeklindeki çok derinlere işlemiş alışkanlığı bırakmak ile kendi ahlaksal savlarının sonuçlarına uygun yaşamadıklarını kabul etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalacakları nokta” (282) olarak tanımlamaktadır. Valéry Giroux ve Renan Laure (2021) bu çelişkili durumu “et paradoksu” olarak adlandırmaktadır: “Çoğumuz onların iyi muamele görmesini umuyoruz. Ama yine de onları yiyoruz, sömürülmelerine ve inanması güç şekillerde öldürülmelerine ortak oluyoruz. İşte bu duruma ‘et paradoksu’ deniyor” (14). Singer’in insanların vicdanına seslenerek et yemekten ve hayvanlara yapılan her türlü kötü muameleden vazgeçme çağrısını bu yazıda başka bir açıdan ele alarak, T. Colin Campbell’ın Çin Diyeti [The China Study] kitabında, aşırı hayvan eti tüketiminin kronik sağlık sorunlarına yol açtığı ve pek çok hastalığın ilerlemesine neden olduğu ile ilgili argümanlarından kısaca bahsedeceğim.

Öncelikle Sadık Hidayet’in Vejetaryenliğin Yararları (2018) kitabında söylediği şu sözlere dikkat çekmek istiyorum: “Et kuvvet verici bir gıda değildir ve sanıldığı gibi kasları kuvvetlendirmez. Et yer yemez bir kuvvet hissedilse de bu yapay bir heyecanlanmadan ileri gelir. Halk inancının aksine et, bedeni zehirleyen bir maddedir. Bağırsaklarda bozularak türlü mikroplar üretir. Hemen hemen sindirim sistemi ile ilgili tüm hastalıklar etin bozulması ile bağlantılıdır” (38). T. Colin Campbell’ın 2006 yılında yayımlanan ve Amerika’da en çok satanlar listesinde yer alan kitabı Çin Diyeti kitabı Sadık Hidayet’in sözlerini doğrularcasına, aşırı hayvan eti tüketiminin zararlarını etkileyici bilimsel verilerle anlatır. Campbell’ın çalışması Rachel Carson’un Sessiz Bahar (1962) kitabının yaptığı etkiye benzer şekilde, bilimsel verileri öyküleyici ve lirik bir dille anlatarak Amerikan halkının beslenme alışkanlığını değiştirme gücüne ulaşmıştır. Beslenme, diyet ve sağlık üzerine yapılmış en kapsamlı bilimsel çalışmalardan biri olan ve yirmi yılı aşkın deneylerin[1] ve araştırmaların sonuçları üzerine kurulan kitap, Batı tıbbının indirmegeci yaklaşımının karşısında yer alarak, sağlık sorunlarını bütüncül ilke çerçevesinde ele alır.

Campbell’ın eleştirisinin temel argümanlarından biri hayvansal proteinlerle ilgilidir. “Bitkisel beslenmeye dayalı diyet ile ilgili yanlış kanılardan biri, veganların kaslar, kemikler, kıkırdak, cilt ve kanın önemli bir yapı taşı olan proteini yeterince almadığıdır” (Hawthorne 60). Campbell’a göre “proteinin öyküsü biraz bilimden, biraz kültürden ve bir doz da mitolojiden beslenmiştir. … Hiçbir şey proteinin anlatılmamış öyküsü kadar iyi gizlenmemiştir” (53). Protein alımı Amerikan kültürünün içine o denli işlemiştir ki zihni proteinden azat etmek nerdeyse imkansızlaşmıştır. Campbell, Amerikan kültürünün güçlü araçlarından olan bilimselliğe başvurarak bu inancı kırmaya çalışmıştır. İlk olarak, hayvansal proteinlerin vazgeçilmez olmadığını belirten Campbell, bitkisel proteinlerin insan bedeni için yeterli besini sağladığını açıklamaya çalışır. Ardından hayvansal protein ile pek çok kronik hastalık arasındaki bağlantıyı ortaya koyar. Campbell’ın vardığı sonuç, hayvansal proteini ihtiyaç duyulan miktarın üzerinde tüketen insanların kansere, kalp hastalıklarına, diyabete ve başka kronik hastalıklara yakalanma olasılığının daha yüksek olacağıdır. Kültürümüzde et ile, özellikle de sığır eti ile ilişkilendirilen proteini kanseri teşvik edici “azot içerikli kimyasal” (54) olarak tanımlayan Campbell, yaptığı deneylerde yüzde yirmi oranında alınan haysansal proteinin kansere yol açtığı sonucuna ulaşır. Hayvansal proteine kıyasla, soya ve buğday gibi bitkisel proteinlerin kanser oluşumunda ve büyümesinde herhangi bir etkisinin olmadığını ortaya çıkarır. Tüm araştırmalarını farklı miktarda hayvansal protein alımı üzerine yaptığı deneyler üzerine kuran Campbell, alınan miktarın önemi olmaksızın, hayvansal proteinlerin hastalıkların oluşmasını başlattığını veya hastalıkları ilerlettiğini iddia eder. Hayvansal proteinin vücudumuz için gerekli olduğuyla ilgili kültürel inancı tersyüz eden Campbell, hayvansal proteinin zaruri bir ihtiyaç olmadığını, “doku proteinlerimizi yapmak için ihtiyaç duyulan yaklaşık sekiz aminoasitin” (57), kültürel olarak düşük kaliteli olarak tanımlanan bitkisel gıdalarda da bulunduğunu ekleyerek, beslenme ile ilgili kültürel inancımızı sorgulayacak kritik bir soru sorar: “Yeni proteinlerimiz için gerekli olan yapıtaşlarını en etkin şekilde sağlayacak besinlerin hangileri olduğunu tahmin edebiliyor musunuz? Cevap, insan etidir. İnsan bedenindeki ette bulunan protein, tam da ihtiyaç duyulan doğru aminoasit miktarını içerir. Fakat arkadaşlarımızı yemekte yiyemeyeceğimize göre, bir sonraki ‘en iyi’ proteini hayvanları yiyerek alırız. … ‘Düşük kalite’ bitkisel proteinlerde bir veya fazla sayıda aminoasit  eksik olabilir ama bir grup olarak hepsini içerirler” (58).

Hayvansal protein alım miktarı ile kansere yakalanma olasılığı arasındaki bağlantıyı fareler[2] üzerinde deneyen Campbell, farelere kanser tetikleyici toksik bir kimyasal olan aflatoksin ile birlikte hayvansal protein verir. İki grup fareye aynı miktarda aflatoksin verirken, protein miktarı bir grupta yüzde yirmi, diğerinde ise yüzde beştir. Deneyin ikinci aşamasında aflatoksin miktarını, üçüncü ve dördüncü aşamalarda protein miktarını azaltıp çoğaltarak değiştiren Campbell tüm aşamalarda aynı soruca varır. Tümör haline dönüşen öncü hücre kümeleri olan odakların gelişiminin “ne kadar aflatoksin tüketildiğinden bağımsız olarak, neredeyse tamamen ne kadar protein tüketildiğine bağlı” (96) olduğunu sonucu çıkararak, “az proteinli diyete geçirilen hayvanlarda odak gelişiminde keskin bir düşüş” (99) gözlemler. Bir sonraki adımda, bitkisel proteinin aynı etkiye sahip olup olmadığı üzerine bir araştırma yapan Campbell, bitkisel proteinin kanser oluşumunda hiçbir etkisinin olmadığını gösterir. Burada sadece bir örneğini verdiğim Campbell’ın tüm deneysel araştırmaları, her ne kadar günümüz için bile hâlâ radikal görünse de, kanserin doğru beslenme ile kontrol altına alınabileceğini savunarak retorik sorular sorar: “Yaşamımızın çoğunda küçük miktarlarda kanser oluşturucu kimyasallara maruz kaldığımız fakat tümör gelişimini ilerleten ve besleyen yiyecekler tüketmediğimiz müddetçe, kanserin oluşmaması mümkün müdür? Kanseri beslenme ile kontrol altına alabilir miyiz?” (103). Bu soruları ispatlayabilmek için insanlar üzerinde de araştırmalar yapan Campbell, iki farklı coğrafyadan, yani Çin ve Amerika’dan, veriler elde eder. Çin’in kanser haritasını inceleyen Campbell, “genetik geçmişleri benzer olduğu halde” (119), Çin’deki farklı vilayetler arasında kanser oranının  büyük farklılıklar gösterdiğini belirtir. Bu farklılığın temelinde “hayvansal esaslı besinlerde” (130) bulunan kan kolestrolünün bulunduğunu belirten Campbell, hayvansal tüketimin daha çok olduğu “belli illerde kandaki kolestrol seviyesi yükseldiğinde, ‘Batı’ hastalığı vakalarında da artış” (131) olduğu, fakat “Batı standartlarına göre bu hastalıkların Çin’de nispeten nadir olduğu” (132) sonucuna varır. Böylece, sağlıklı olmamız için kandaki kolestrol seviyesinin düşmemesiyle ilgili Batılı yerleşik düşünceyi eleştiren ve hayvansal esaslı besinlerin kandaki kolestrol artışıyla, bitkisel esaslı  besinlerdeki besin maddelerinin ise kandaki kolestrol düşüşle ilişkili olduğunu gözlemleyen Campbell (134), bitkisel esaslı beslenen “birçok Çinli’nin 170 mg/dL’nin altında bile olsa, düşük kolestrol seviyelerinde avantajlı durumda olduğuna dair ikna edici kanıtlar” (132) elde eder. “Kolestrol seviyelerinin, Çin ortalamasından çok daha yüksek olduğu” (133) Amerikan toplumunu Çin toplumu ile kıyaslayan Campbell, hayvansal protein miktarının kronik hastalıklar üzerinde muazzam bir etki yarattığını belirtir.

Kitabın on birinci bölümünde, doğru beslenmeye bütüncül bir yaklaşım getiren ve birbiriyle bağlantılı sekiz ilkeyi[3] inceleyen Campbell, sindirim sürecinde kimyasalların birbirleriyle karmaşık bir ilişki kurmasından dolayı, belirli bir besinin[4] vüdumuz için daha faydalı olduğu düşüncesine şüpheyle yaklaşır. Bu noktada, Amerikan sağlık bilimi ve sistemini de eleştiren Campbell, beslenme ile kronik hastalıklar arasındaki bağlantıyı gösteren sayısız bilimsel kanıta rağmen, “sistemin tümünün nasıl kafa karıştırıcı bilgi ürettiğini” (390) ve tıp dünyasının hayvansal beslenmeyi makul göstermeye çalıştığını belirtir. Campbell’a göre bilim ve tıp dünyasındaki yozlaşmadan daha zararlı olan şey bilimsel indirgemeciliktir: “İndirgemecilik diye isimlendirdiğim, bağlamdan detayları alarak inceleme ve sonuçlardan çıkan karmaşık ilişkileri değerlendirmeye çalışma metodu ölümcüldür” (446). Karmaşık problemlerin küçük parçalara ayrılarak ve izlenebilir birimlere bölünerek anlaşılabileceğini savunan indirgemeci yaklaşım, tıp bilimlerini de kapsar ve doktorların hastalıkları teşhis etme, tedavi etme veya önleme yöntemlerini de etkiler. Campbell’a göre, birimler arasındaki karmaşık ilişkinin ürettiği ve sadece parçaların araştırılmasıyla tahmin edilemeyecek veya bulunamamayacak davranışlar da vardır ve tıp dünyasında bu koşulların hesaba katılmaması yaygındır, “beslenmeyi böyle hatalı şekilde incelemek bir norm haline gelmiştir” (446). Campbell’ın bütüncül yaklaşımında, vücut sisteminin bütüncül olduğu ve belirli bir besinin diğerlerinden çok daha faydalı olduğu düşüncesine eleştiri getirilir. Kitabının son bölümünde vejetaryenlik ile ilgili etik fikirler de ortaya koyan Campbell, antik dünyanın filozoflarına referanslar vererek şu soruyu sorar: “Eskiden kadim Yunan olimpiyatlarındaki en iyi atletlerin bitkisel esaslı beslenmesi gerektiğini bilirken, nasıl oldu da vejetaryenlerin yeterli protein alamadıklarından korkmaya başladık?” (530).

Campbell’ın sorusu hayvan etinin tüketimine dair argümanların binlerce yıldır varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Antik zamanlardan modern dönemlere vejetaryenliğin felsefi tartışmalardan pratik kaygılara doğru evrildiğini gözlemlemiş durumdayız. Günümüzde vejetaryenlik marjinalleştirilmiş bir olgu olmaktan çıkıp, temel bir mesele olmaya doğru ilerlemekte ve sapkın bir yönelim olmaktan kurtulmaktadır. Mark Hawthorne’un da (2009) belirttiği gibi, “gittikçe daha fazla insan ‘neredeyse vegan’ beslenme biçimine geçerek et, yumurta ve süt ürünleri tüketimini önemli ölçüde azaltmaktadır” (108). Fakat bu dalganın aşırı bir iyimserliğe yol açmaması da dikkate alınmalıdır, çünkü hayvanları yeme alışkanlığımızı onaylayan ve köklerimize sinmiş olan ideolojiler hala güçlüdür ve muazzam zorlukları da beraberinde taşımaya devam etmektedir. Hızla ve hala çok miktarda tüketilen et yeme pratiği ile onu reddetme pratiği arasındaki çatışma varlığını sürdürmektedir. Vejetaryen/vegan beslenmeye ulaşmak mümkün oldukça, bitkisel beslenme küresel iklim krizinin etkilerinin azaltılması için de önemli bir araç durumuna gelecektir.

Kaynakça

Campbell, T. Colin. Çin Diyeti: Kansere Karşı Doğru Beslenme Rehberi. Çeviren: Mihriban Doğan. Martı Yayınları, 2014.

Giroux, Valéry, ve Renan Larue. Veganizm. Çeviren: Z. Hazal Louze, İletişim Yayınları, 2021.

Hawthorne, Mark. Vegan Etik: Herkes İçin Şefkatli Bir Yaşama Kucak Açmak. Çeviren: Feyyaz Şahin. Pales Yayınları, 2009.

Hidayet, Sadık. Vejetaryenliğin Yararları. Çeviren: Mehmet Kanar. Yapı Kredi Yayınları, 2018.

Kalkandelen, Zülal. Vegan Devrimi ve Hayvan Özgürlüğü. Kült İletişim, 2018.

Singer, Peter. Hayvan Özgürleşmesi. Çeviren: Hayrullah Doğan. Ayrıntı Yayınları, 2005.


Notlar

[1] Campbell’in araştırmalarını ve deneylerini insanlarla birlikte hayvanlar, özellikle de fareler üzerinde yapmış olması başka bir etik tartışma olup, bu yazının kapsamı dışında tutulmuştur.

[2] Fareleri kullanmasının nedenini Campbell şöyle açıklar: “Genç fareler ve insanlarda gelişmek için gerekli olan protein miktarının yanı sıra, yetişkin fare ve insanlarda sağlıklı kalmak için gerekli protein miktarı önemli ölçüde benzerdir” (101-102).

[3] Çok yer kaplamaması için sekiz ilke bu yazıda belirtilmemiştir. İlgili bölüm için bkz. Campbell, ss. 353-388.

[4] Burada kastedilen hayvansal esaslı besinlerdir.

+ posts