Ekofobi doğaya karşı duyulan mantık dışı korkuyu tanımlayan bir terimdir. 1996 yılında David Sobel bu terimi çevresel sorunlarla yüz yüze gelen insanlarda açığa çıkan korku ve nefret olarak tanımlamıştır (5). Ekofobi terimi aynı zamanda Simon Estok tarafından doğaya karşı duyulan mantık dışı korku, nefret ve iğrenme olarak tanımlanmıştır (10). Bu tanımlamalar her ne kadar benzer görünse de iki kuramcının terimi kullanış şekilleri birbirinden farklıdır. Sobel, ekofobinin çevresel sorunlarla karşılan insanlarda ortaya çıkan bir tür duygu olduğunu savunurken, Estok ekofobinin çevresel sorunların sebebi olan hareketler olduğunu belirtmiştir (Sobel 5-6; Estok 1). Doğanın bilinmezliği ekofobinin arkasındaki en büyük sebep olduğu için her iki tanım da gayet uygun görünmektedir.
İnsanlar olarak doğayı ve çevreyi doğrudan etkilediğimiz fakat bu etkinin sonuçları hakkında fazlasıyla cahil olduğumuz bir dönemde yaşıyoruz. Ekofobiyi tarihin her anında görmek mümkündür çünkü ekofobi tek başına var olan bir olgu olmaktan çok, tıpkı çevreci beşerî bilimlerin geneli gibi, günlük insan hayatıyla hep iç içe olmuştur. Bu yazıda seçilen filmi, tarihsel bağlamını, ekofobiyle ilişkisini ve ekofobinin insanların içine nasıl işlendiğini incelerken Estok’un tanımlamalarını kullanacağım.
Bilinmezliğinden ve bizim cahilliğimizden dolayı, doğaya yıllardır hayatımız pahasına yenmemiz gereken bir düşman gözüyle bakıyoruz. Bu savaş, kadın düşmanı ve erkek egemen bir dünyada süregelmektedir, bu da kadınların en az doğanın kendisi kadar bu nefretten payını aldığı anlamına gelmektedir. Kadınsal özellikleri doğayla ilişkilendirerek kadınlar ve doğa arasında bir bağ kurma çabası ekofobinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Antik çağlardan beri kadınların yeri ya da hayatı hep günlük hayattan ayrı bir yere koyulmuştur, bunu Antik Yunan’daki bios/zoe ayrımında da görebiliriz. Her iki kelime de hayat anlamına gelmektedir fakat bios elit, eğitimli, özgür erkeklerin, diğer bir deyişle oy verme hakkı olan kişilerin hayatını temsil ederken zoe geriye kalan kadın, çocuk, yaşlı vb. kişilerin hayatlarının yanı sıra doğal hayatı da temsil etmektedir. Kadınların hayatları hep doğal yaşamla bir görülmüş, sosyal ve politik hayattan uzak tutulmuştur. Böylece hem kadınlar hem de doğa bu mantık dışı korkunun hedefi olmuştur. Cadılar ve büyücülük, kadınlar ve doğa arasında yaratılan bu yapay bağın ve bu bağa duyulan korkunun sonuçlarıdır. Kalıplaşmış cadı figürüne baktığımızda şifalı bitkiler ve otlarla ilgilenen, doğayla ve hayvanlarla derin bağlar kuran kadınları görüyoruz. Ekofeministler tarafından şiddetle eleştirilen kadınların doğayı daha iyi anladığı çünkü doğayla daha derin bir bağları olduğu fikri günümüz kalıplaşmış cadı figürünün temelini oluşturmaktadır.
Robert Eggers’ın ilk filmi The VVitch: A New England Folktale (2015) bu kalıplaşmış cadı figürünü içermektedir. Film 17. yüzyıl İngiltere’sindeki din anlayışının sorunlu yapısını anlatmaktadır, bu yüzden o çağda yaratılan cadı figürünün de bir eleştirisi olarak ele alınabilir. 17. yüzyıl ve yakın çağlarına baktığımız zaman birçok kadının evlenmemesi ya da herhangi bir konu hakkında fikir belirtmesi gibi sıradan, fakat normal karşılanmayan davranışlarından ötürü cadı olmakla suçlandığını görebiliriz. Tıpkı doğa konusunda olduğu gibi, kadınların bu davranışlarının yabancılığı ve bilinmezliği toplumda onlara karşı duyulan mantık dışı bir korku ve öfkeye yol açmıştır. Estok’un da kitabında altını çizdiği üzere, erkeklerin akıl ve akılcılıkla eşleştirilmesi, kadınları deliliğe, histeriye ve cadılığa daha yatkın canlılar konumuna koyarak bu korkuyu tetiklemiştir (175-76). Kadınların histeriye ve deliliğe olan bu sözde yatkınlıklarının ortaya çıkaracağı sonuçlar kadınları gereksiz bir korkunun hedefi haline getirmiştir.
Çevresel felaketlerin ve ekofobinin sonuçlarıyla yüz yüze gelen ilk gruplar kadınlar ve çocuklardır. Filmde de bunun örneğini görmekteyiz. Ailenin dört çocuğundan biri olan büyük oğulları, Caleb, tek başına ormana gidip orada bir cadı tarafından lanetleniyor. Bu lanetin suçu ailenin diğer üç çocuğunun üzerine kalıyor ve babaları tarafından siyah keçi ile birlikte ahıra kilitleniyorlar. Ailenin inancına göre şeytan, erkek keçi kılığında da göründüğü için o da bu lanetten ötürü suçlanıyor. Yanı sıra ormanda Caleb’ı cadıya yönlendiren de bir tavşandır.
Bu noktada ekofobinin, din gibi başka ögeler tarafından da tetiklenebileceğini görmekteyiz. Aile orman kenarında bir açık alanda yaşadıkları halde dini inançları yüzünden yaşadıkları yerle ve doğayla uyum içinde yaşayamıyor. Aile üyeleri, Hristiyan olmalarına rağmen daha kendilerine özgü bir inanç sistemi benimsemiş durumdalar ve bu sistem genel olarak korkuya dayanıyor. Filmde, orman kenarına geldikleri ilk anda diz çöküp ellerini göğe doğru kaldırarak dua etmeye başlıyorlar. Bir tür tapınma ya da ayini andıran bu sahneden ailenin doğayı ne kadar yücelttiğini, bundan dolayı inanışlarının bir parçası olarak, doğadan ne kadar çok korktuklarını anlayabiliriz.
Filmin sonunda ailenin en büyük kızı bir cadıya dönüşüyor ve ormanın bir parçası haline geliyor. Bu sahne kadın ve doğa arasında kurulan ilişkinin eleştirilen bir görüntüsünü sunmaktadır. Filmin tarihsel bağlamını göz önünde bulundurduğumuzda, bu sahne filmin işlediği konuya gayet uygun düşmektedir. Yazımda özellikle bu filmi incelemiş olmamın sebebi ekofobinin farklı tarihsel bağlamlarda ya da korku hikayeleri gibi bambaşka alanlarda dahi karşımıza çıkabileceğini göstermektir. İnsanlar doğaya yakın yaşasalar da, doğayla iç içe bir yaşam tarzına sahip olsalar, hatta ellerinden geldikçe doğa hakkında bilgilerini arttırsalar da insan ve doğa arasındaki ilişki hep problematik bir konu olmuştur.
Bunun en büyük sebebi insanlığın oturduğu ego tahtıdır. Çevreyle ilgili sorunları anlamayı reddedip doğayı suçlamayı ve ondan korkmayı tercih ediyoruz. Doğaya karşı duyduğumuz bu korku, en başta insanlar olarak kendi içimizde yaptığımız ayrımlardan ve birbirimize karşı duyduğumuz korkudan geliyor. 2001 yılında yayımlanan makalesinde Greta Gaard, ekofeministlerin sosyal ve çevresel problemlere bu iki konunun birbirlerinden asla ayrılamayacakları görüşüyle yaklaştıklarını belirtmiştir (158). Ayrımcılıklar ve ikiliklerin yarattığı olumsuzlukları ortadan kaldırmadıkça doğaya, çevreye ve dünyaya karşı korkularımız da ortadan kalkmayacaktır. İnsanlığı doğadan ve çevresel sistemlerden uzak bir yerde görme eğilimimiz ve sosyal alanı doğal alandan ayırma çabamız tür olarak sonumuzu getirecek korkunun ana maddeleridir.
Kaynakça
Sobel, David. Beyond Ecophobia: Reclaiming the Heart in Nature Education. Orion Magazine, 2019.
Estok, Simon C. The Ecophobia Hypothesis. Routledge, 2020.
Gaard, Greta. “Women, Water, Energy.” Organization & Environment, vol. 14, no. 2, 2001, pp. 157–172., https://doi.org/10.1177/1086026601142002.