Yazarın aynı adlı podcast yayınının yazılı versiyonudur.
Biyopolitikadan önce makro analizler daha yoğundu ve bireyin cisimleşme faaliyetleri pek önemsenmiyordu (anarşistler bir istisna olarak sayılabilir). Başka deyişle klasik süreçte arkaplanda kalan beden konusu, 20.yy’ın ikinci yarısı ve özellikle Foucault’yla beraber ön plana çıkmıştı. Birey toplumsal ilişkiler ağında etkileşim halindedir, bu cisimleşme sürecinin aracı da bedendir. Dolayısıyla beden üzerindeki sosyolojik analiz makroyu dışlamaz, iktidarla kurulan ilişkinin somutlaştığı yerdir ve toplumsalın izdüşümü olarak işler.
Biyopolitika en nihayetinde iktidara içkin bir durum, 18. ve 19.yy’da iktidarın işleme biçimi başkaydı, 20. ve özellikle 21.yy’da başka. Sistem bazı nitelikleri korur, bazılarını değiştirir, bazılarını siler ve bazı yeni nitelikler edinir. Böyle de devam ediyor. Biyopolitikayı anlatırken, iktidarın işleme tarzlarından birini paylaşıyorum aslında. Kavramın kendisi, bunları anlatmak için bahane. Moderniteyi açıklamanın birçok yolu vardır, biyopolitika da bunlardan biri. Ve ilerleyen kısımlarda kısaca söz edeceğim üzere, aslıda biyo’nun politikası olmaktan ziyade “insan-politik” bir olgu.
Biyopolitika kavramını devletin organizma olarak ele alınması şeklinde düşünürsek, elbette Platon’a kadar götürebiliriz. Ancak ilk kullanan kişi 1922’de vefat etmiş olan İsveçli siyaset bilimci, Rudolf Kjellén’dir. O devletleri canlı bir organizma olarak görüyor ve şöyle tanımlıyordu; “en az bireyler kadar gerçek olan, ancak gelişme süreçleri boyunca orantısızca büyüyen ve oldukça güçlü hale gelen (…) birey ötesi varlıklar.” Ardından politikayı biyolojik temellere dayandıranlar ve ekoloji ile biyopolitikayı birleştirenler gelmişti.
Asıl parlamaysa Foucault’yla birlikte, Agamben, Negri ve Hardt gibi isimlerin eliyle gerçekleşmiştir. Ben de başta Foucault olmak üzere bu isimlere eğileceğim, ek olarak Donna Haraway’den konu dâhilinde kısaca söz etmeye çalışacağım, ki insan-politik değerlendirmesi onunla mümkün olacak. Elbette bu metni (podcasti) biyopolitika hakkında basit bir giriş olarak almanız gerek.
En basit haliyle biyopolitika nedir? Yaşam-siyaseti, insan yaşamının. Bu sebepten siyaset ontolojisinin en başat konularından biridir. Yaşam-siyaseti ifadesindeki yaşam, toplumu oluşturan bireylerin beyinleri ve bedenleridir. Siyaset ise iktidarın siyasetidir. Dolayısıyla yaşam-siyaseti dediğimiz; insan yaşamının, iktidarın siyaseti adına nesneye dönüşmesidir. Nesneye dönüşme yalnızca yaşamı yönetmek ve baskılamak manasına gelmez; sistemin siyasetinin, bireylerin yaşamları üzerinden yeniden üretilmesi manasına gelir. Bedenleri ve davranışları yönetir. Adorno der ki; “iktidar mekanizması, yol açtığı acıların görülmesini de önler”, biyoiktidar bir bakıma bu işlevi de görür.
Foucault’ya göre biyoiktidarın en yalın tanımı: “bedenlerin, denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanması”dır. Beden, potansiyeli en verimli biçimde kullanılmak istenen, ekonomiye entegre olmuş bir metadır. Ve biyolojik nitelikleri denetlenmelidir.
İnsanların tüketim toplumunun nesnesi haline gelmesi, iktidarın nüfus üzerindeki bedensel kontrol gücüyle mümkün olmuştur. Sistem bedeni öldürmek değil, yaşatmak istemektedir. Çünkü geciktirilmiş ölüm düzeninde, onu en uzun süre verimli biçimde kullanmayı arzular. Sigortalar, sağlığın anlamının değişmesi, belki transhümanist ölümsüzlük şiarları buna örnek olabilir. AKP’nin “en az üç çocuk” politikası ya da ABD siyasetindeki kürtaj hakkı tartışmaları güçlü birer örnektir. Zaten biyoiktidar; nüfus artışı, nüfus sağlığı, ortalama yaşam süresi gibi nüfusa dair konularla ilgilenir. Devlet ve sistem insan bedenini forma sokarken, şirketleri ve modayı da kullanmaktadır. Gündelik olarak örnek verirsek; çekici bir bedene sahip olmak adına spor salonlarının dolup taşması, kozmetik sektörünün görülmedik denli büyümesi, yahut fast-food tüketimi hatta organik ürün pazarı, ve gelişen iletişim teknolojisi ile kurulan ilişkiler dahi örnek olabilir sanıyorum. Bauman da enformasyon işleme hızındaki artışın sürece eklenmesiyle, beden ile iktidar arasındaki ilişkinin akışkanlaştığından söz etmişti; özgürleştirme gibi görünen süreçler, denetimin görünmez elleriyle işlemektedir.
Ancak dostlar; sistem sizden verim alamayacağına ve ekonomik sisteme entegre edemeyeceğine emin olursa, artık yaşama şansınız da kalmamış demektir. Hapishaneler, akıl hastaneleri ve huzurevleri, ilgili bedenler için birer kapatılma alanlarına örnektir. Eğitim kurumları da biyopolitikanın kapatılma alanlarından biridir; çünkü denetimli biçimde üretim aygıtlarına sokulmak da konuya dâhil, ayrıca beyin de bedenin bir parçası. Ve neo-liberal üniversitenin işlevi, yaşam-siyasetine uygun bireyler yetiştirmektir.
Şunu da ekleyelim; kapatılmak için tırnak içerisinde deli, hasta, suçlu veya yaşlı olmanız da gerekmez, kapatılmanın somut bir yer olması da. Eğer ekonomi-politikle ve toplumla uyuşmayan biriyseniz, hem düzenli gelir, başarı ve/veya sağlık hakkından mahrum olursunuz, hem de toplumun kendisi uyuşmamanız sebebiyle sizi deli olarak görebilir. Cehennemlik bir bedensinizdir yani.
Foucault’nun biyopolitika kavramını kullanım şekli tutarlı değildir ve sürekli değişim gösterir. Ki böyle olması daha iyi çünkü sistem ve kültür sürekli değişim halinde. Thomas Lemke konuyla ilgili şöyle yazmıştır; “İlk olarak, biyopolitika, egemen gücün yeni bir ifadesiyle nitelenmiş olan politik düşünüş ve pratikteki tarihsel bir kopuş anlamına gelir. İkinci olarak, Foucault biyopolitika mekanizmalarına modern ırkçılığın yükselişinde merkezi bir rol verir. Kavramın üçüncü anlamı, tarihsel olarak bireyin kendisini yönetmesinin ve toplumsal düzenlemenin liberal biçimleriyle birlikte ortaya çıkan ayrıksı bir yönetim sanatına gönderme yapar.”
Foucault biyoiktidar kavramını da kullanır, ki biyopolitika ile arasındaki ayrımı net biçimde koymaz. Ona göre biyoiktidarın özelliği yaşamı teşvik etmek ve ölümü engellemek, geciktirmektir. Beden üzerindeki disiplin ve düzenleme, fiziksel alışkanlıklar ve daimî kılavuzlar inşa edilerek işletilmektedir. Başka deyişle artık yaptırım olarak ölümü öne sürmez, yaşam dağıtmayı hedefler. Ancak biyoiktidar, geçmiş disiplinci-egemen iktidarın etkilerini de yok etmez, başka bir düzlemde çalışarak onu destekler ve takviye eder. Roberto Esposito bu öldürme ve yaşatma arasındaki boşluğu; “yaşamın negatif muhafazası” ifadesiyle doldurmaktadır.
Foucault biyopolitikanın ilk formülasyonunu tıbbın gelişimine eğilerek yapar. Cüzzam, veba ve çiçek hastalıkları üzerinden beden ile iktidar ilişkilerinin nasıl işlediğini analiz eder (sonda yapacağımız Covid-19 değerlendirmesi için de önemli bir dayanaktır). Özetleyelim: Cüzzamın Orta Çağın sonunda Batı aleminden silindiğini, ancak egemen iktidarın varlığını devam ettirdiğini belirtir Foucault; normal ve anormal olanı belirleyip kategorilere ayırma, iktidar eliyle işlemeye devam etmiştir. 17.yy’da ise veba karşısında katı disipline konu olan karantina, gözetim, yasaklama gibi uygulamalar yapılmıştır. İnsanlar ya hastalıktan ölmekte ya da bu uygulamalara uymadıkları gerekçesiyle öldürülmektedirler. Biyoiktidar, yaşamak isteyen bedenleri itaatkâr olmaya çağırmaktadır. 18.yy’daki liberal uygulamalarla bir değişim yaşanır; Foucault bu değişimi açıklamak için çiçek hastalığı ve aşılama uygulamalarını aktarır. Artık hastalığın nüfusa dayalı verileri ile ilgilenilmektedir. Güvenlik bir iktidar paradigmasına dönüşmüştür ve nüfusun bir bölümü “gözden çıkarılabilir” durumdadır. Sözün özü Foucault’ya göre, modern tıpla birlikte beden toplumsallaştırılmaya başlamıştır, dolayısıyla biyopolitika kapitalizm için her zaman en önemli araçtır.
1976 tarihli Toplumu Savunmak Gerekir adlı seminerinde, kendine yönelik eleştiri ve analizler yapar Foucault. Biyopolitika ve biyoiktidar kavramları da buradan itibaren çeşitlenmeye başlar. Özetleyecek olursak; biyopolitikayı nüfusla ilgilenen bir alan olarak görür; siyasetin ve bilimin, nüfusu temel sorun haline getirdiği bir iktidar teknolojisidir. Bilgiyi elinde tutanın, iktidarı da elinde tutacağını belirtir; nüfus da böyle bir bilgidir.
Ona göre iktidarın doğası ilişkiseldir; yani gündelik yaşam pratiklerine girer ve orada kendisini yeniden üretir. Bu sebepten iktidarı değişen, dönüşen, akışkan bir yapıda ele alır. Değişirken değiştirir de. İktidarın temel özelliği statik ve verili değil, dinamik ve değişken olmasıdır. (Ancak statik ve dinamik arasında seçim yapmamız gerektiğini sanmıyorum. Çünkü iktidarın hem statik hem de dinamik nitelikleri vardır.) İktidarın bu dinamik yapısı, biyopolitika yoluyla özneleştirme sürecidir. Fiziki zorlayıcı güç yerine yönetim sanatına, yani yönetimselliğe evrilen iktidar; söylem düzeyinde kendisini topluma aktarmakta, tüm ilişkileri kategorize etmekte ve bireyleri kendi hakikat yasasına göre baştan tanımlamaktadır. İktidar bireyleri çeşitli söylemlerle belli kimliklere bağlayıp kategorize eder. Yöneten-yönetilen gibi kaba bir ayrım yapılmaz, çünkü yönetimsellik; yönetilenin de yönetim mantığı içinde konumlanıp özneleşmesidir. Söylemde bahsettiğimiz gibi, iktidarın dil üzerinde denetimi vardır; şeyleri adlandırır, anlamlandırır ve doğru-yanlış kategorilerini saptar; böylece hem bu hakikat bağlamında kendi dokunulmaz meşruluğunu ilan eder hem de bu söylemleri toplumsallaştırarak gündelik pratiklerde birey eliyle kendi yayılımını genişletir. Özneleştirme işte budur; bireylerin kendi pratiklerinde iktidarı yeniden üreten özneler haline gelmesi. Nüfus da iktidarın stratejileri adına düzenlenip yönlendirilebilen bir nesnedir ve istatistik, ortalama insan-öznenin resmini çizer. Bu nüfusun bedenidir ve “nüfus teknolojisi projesi” tekil bedenlerin kontrolünden geçer. Denetlemeyi ve yönetmeyi kolaylaştıran istatistik, toplumsal kanaatleri şekillendirmenin aracıdır. Ve nesnel bilgi olduğunu iddia etse de, aslında oldukça dardır ve yapan ile yorumlayanın perspektiflerinden etkilenir. Dolayısıyla bunlara dayanarak doğal ve rasyonel olarak sunulan normlar, aslında iktidarın gözlerindeki normlardan ötesi değildir.
Foucault’nun bir sözünü paylaşalım: “Toplumun bireyler üzerindeki kontrolü yalnızca bilinç ya da ideoloji yoluyla değil, bedenle ve bedende de sağlanır. Kapitalist toplum için en önemli şey; biyolojik, somatik ve bedensel olan biyo-politikadır.”
Ve Agamben’e uğrayalım.
Liberal söylemle gelen hak ve özgürlükleri koruma gereksinimi duyulduğundan, koruyucu olarak işlevselleştirilen yapının egemenliği genişlemiştir. Hak ve özgürlükler ne kadar yüceltilip çeşitlendirildiyse, koruyucu iktidar da o kadar yücelmiş ve yaşamın ötesine taşınmıştır. Yani doğal haklar söylemi iktidarı geriletmek bir yana, onun gücünü daha da derinleşmiştir. Hukuku korumaya soyunan iktidar, aslında onun varlığını kendisine bağlamıştır ve neyin içeride tutulup neyin dışarıya atılacağına o karar verir. Tüm yaşamsal ilişkiler hukukun normlarına bağlanmış, bu normlar da iktidarın varlığına paralel kılınmıştır; dolayısıyla iktidarın tüm yaşamlar üzerinde egemenliği vardır. Yaşam iktidarın alanına girmiştir. Böylece siyaset ile yaşam arasındaki ayrımı da iktidar belirlemektedir. Agamben Foucault’nun tersine iktidarın kategorileştirmediğini, politik yaşam ile yalın yaşamın sınırlarını ortadan kaldırıp, her şeyi kendine eklediğini ve yaşamı bütünüyle kuşattığını söyler.
Agamben: “Egemen iktidarın ortaya koyduğu ilk etkinlik, biyopolitik bir beden yaratmaktır. Bu anlamda biyopolitika, en azından egemen istisna kadar eski bir olgudur. Modern Devletin, biyolojik hayatı kendi hesaplarının merkezine yerleştirmekle yaptığı şey, iktidar ile çıplak hayatı birbirine bağlayan bu gizli bağı gün ışığına çıkarmak ve dolayısıyla da modem iktidar ile en ezeli gizemli iktidar ile arasındaki bağlantıyı teyit etmekten başka bir şey değildi.”
Agamben’in yalın yaşam dediği; yaratılmış normsal pratiklerin dışında kalan saf biyolojik varlık alanıdır. Ona göre yaşam’ı karşılayan iki sözcük vardır, zoe ve bios. Zoe; bütün canlı varlıkların ortak özelliği olan yalın yaşam olgusudur. Bios birey veya topluluğun bir özelliği olan hayat tarzıdır. Zoe tekil, bios çoğuldur. Zoe insanın salt biyolojik niteliklerine indirgenmesi iken, bios ise çok daha geniş ve toplumsal nitelikleri işaret eder. Laclau ise bu ayrıma bir eleştiri getirmiştir; bios’u olanların zaten zoe’si de vardır, zoe bir soyutlamadır ve Agamben bu soyutlamayı “yaşamın bir kategorisi olarak” yorumlamaktadır der. Agamben’in diğer görüşlerine, özellikle Kutsal İnsan kitabına Ranciere, Zizek ve Lemke gibi isimlerden de eleştiriler gelmiştir.
Agamben biyopolitikanın çok eski uygarlıklardan beri var olduğunu öne sürer. İktidarların tümü yaşatmak ve öldürmek üzere yalın yaşamı hedef almışlardır zaten. Yani Foucault’nun yaptığı gibi, iktidarın amacının artık yaşatmak olduğunu söylemenin manası yoktur ona göre. İktidarın amacı yaşamın kendisine yöneliktir her zaman. Hem ölüm, yaşam üzerinde verilen bir karar doğrultusunda belirlenir.
Agamben, burjuva demokrasinin koşulu olarak ortaya koyulan bireyciliği, biyopolitikanın temeli olarak ele alır. Doğal haklar biyolojik varlığın önemini öne çıkarır. Bireycilik de doğal haklar söylemiyle insan varlığının biyolojik önemi doğrultusunda gelişmiştir. Öte yandan söylemsel olarak iktidar tarafından yapılandırılmıştır. Haklar Bildirgesi aslında bireye önem vermez; insanın doğum aşamasından itibaren iktidarın egemenliğine girmesini temsil eder.
Agamben’e burada veda ediyor, Negri ve Hardt’a geçiyoruz.
İki düşünürün teorilerinin temelinde yatan İmparatorluk fikrinden bahsedelim. Bunu küreselleşmeden yola çıkarak geliştirmişlerdir. Emperyalizm yerine İmparatorluk’u öne sürerler, çünkü artık tek bir devletin dünya politikasını ele geçirebilmesinden ziyade, birlikte hareket eden küresel ağlar vardır. İktidar ulus-devlet sınırlarını aşmıştır; ulus-devletler, uluslararası şirketler, sivil toplum örgütleri, medya güçleri vs. ortaklaşa biçimde tüm küresel uzama yayılmışlardır. İşte bu yeni sisteme İmparatorluk adını verirler.
Üretimde de değişim meydana gelmiştir. Artık maddi olmayan emek öne çıkmaktadır. Endüstriyel kapitalizmden bilişsel kapitalizme geçilmiştir. Fabrika merkezli mal üretimi değil; fikirlerin ve duyguların üretimi, metaların satışına dair hizmet üretimi söz konusudur. Bu da iletişime dayandığı gibi kendi iletişimini de üretir, ilgili dil aracılığıyla toplumsal ilişkiler yeniden üretilip şekillenmektedir. Zaman-mekân anlayışı, bedenin bunlar tarafından yönlendirilmesi ve kişinin duygulanımsal olarak süreçlere katılması…
Lemke şu değerlendirmeyi yapar; “İmparatorluk politik bir yapbozdur. Bir yandan hayatın güçlerinin daha önce bilinmeyen bir şekilde denetimini temsil eder. Eli bütün toplumsal ilişkilere uzanır ve bilinç ile bireyin bedenine nüfuz eder. Öte yandan, İmparatorluğun hakimiyeti sınır tanımadığından ve toplumsal alanlar ile eylem alanları, mücadele ile direniş arasındaki geleneksel sınırları aştığından zaten daima ekonomik, politik ve kültüreldir. Dahası, bunlar üretken ve yaratıcı boyuta sahiptir.”
Şimdi İmparatorluk kitabının “Biyo-politik Üretim” adlı bölümüne eğileceğiz. Hardt ve Negri, disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçişi incelerler. Ve kontrol toplumunun komuta mekanizmalarının (yani adetleri, alışkanlıkları, üretici pratikleri üreten ve düzenleyen mekanizmaların) artık daha fazla “demokratik” ve toplumsal alana içkin hale geldiğinden, yurttaşların bedenleri ve beyinleri üzerinde yayıldıklarından söz ederler. İktidar; iletişim sistemleri, enformasyon ağları vb. içinde beyinleri, refah sistemleri, gözetim etkinlikleri vb. içinde de bedenleri yabancılaşma durumuna getirmekte ve örgütlemektedir. Kontrol mekanizması esnek ve değişken ağlarla işlemektedir ve disiplin aygıtlarının normalleştirme gücünün gündelik yaşamda içselleştirilmesini sağlamaktadır. Biyoiktidar toplumsal hayatı içeriden düzenlemektedir. Disiplin toplumunda birey ile iktidar arasındaki ilişki statikti, iktidarın disiplini bireyin direnişi ile karşılaşabiliyordu, bireylerin beden ve bilinçlerine nüfuz etme yetisine ulaşamamıştı. Ancak iktidar tümüyle biyopolitik hale geldiğinde; toplumsal, iktidar tarafından tasarlanmak ve iktidarın güncelliği çerçevesinde gelişmektedir sadece. Nihayetinde iktidar bilinçlere ve bedenlere işlemiş bir kontrol mekanizması yaratmıştır. Bu geçiş, tüm toplumsal güçlerin daha fazla karşılıklı biçimde birbirleri içine girmeleri manasına gelir. Yeni kolektif biyopolitik beden hem yapıdır hem üst-yapı, hem üretimdir hem de yeniden üretim.
Hardt ve Negri ulus-ötesi korporasyonların, dünyanın yeni biyopolitik yapılaşmasını belirlediğini öne sürerler. Kapitalizmin yeni gerçekliği, kolonyalist ve emperyalist sistemlerin boşalttığı alanı dönüşüme uğratarak doldurmaktadır. Artık “soyut emirlerin dayatılması, çıplak soygun ve eşitsiz mübadelenin örgütlenmesi” yerine; toprak parçaları ve insan kütleleri doğrudan yapılandırılmaktadır. Korporasyonlar için, buna neo-liberalizm için de diyebiliriz; ulus-devletler mal, para ve insan akışının kaydını tutan araçlar haline gelmiştir. “Emek gücünün dağıtımını yapmakta, kaynakları işlevsel biçimde bölüştürmekte, küresel üretimin sektörlerini hiyerarşik olarak örgütlemektedirler.” İki düşünür şöyle yazar; “Yatırımları seçen, finansman ve para manevralarını yöneten bu karmaşık aygıt; dünya piyasasının yeni coğrafyasını, aslında dünyanın yeni biyopolitik yapılaşmasını belirliyor.” Ayrıca para her şeyin rabıtası haline gelmiş ve bulaşmadığı alan kalmamıştır. Paradan kıyafetler giyen biyopolitik figürler, metaları ürettikleri gibi özneleri de üretmektedirler. Başka deyişle, (iletişim endüstrisini hesaba katarak) “endüstriyel ve finansal güçler ihtiyaçları, toplumsal ilişkileri, bedenleri ve zihinleri üretir, yani onlar, üretenleri üretir.”
Ben de Varoluş İsyanı adlı kitabımın küreselleşme bölümünde şöyle yazmıştım; “Küreselleşme dünya içinde dünya yaratmış gibidir. Borges’in haritacılık öyküsü tam bağdaşmasa da paralellik kurmama izin verin: Küreselleşme ulaştığı her yeri yeniden haritalandırmış ve kendi arzusuna göre şekillendirmiştir, ulaşmadığı yerlerse güneş sisteminin bile dışındaki bir gezegene dönüşmüş gibidir. Sonunda küreselleşme dünya olmuş, dışında bırakılan yerler ise dünya dışına itilmiştir. Küre Dünya olduğuna göre, kavram, dünya-ile-ilgili-hale-getirme manasına gelir; kimin dünyasıyla, elbette kapitalist sermayenin. Yarattığımız sosyal doğayı, Doğa’dan tümden bağımsız yahut üstün görmemizin zirvesidir bu. Heidegger’in ontik olanı “dünya-içinde-varlık değildir” şeklinde değerlendirmesi gibi.” Sanırım bu değerlendirmem, Hardt ve Negri’nin küresel biyopolitika aygıtına naçizane bir katkı sağlamaktadır.
Şimdi Donna Haraway’e geçelim. Kendisine hâkim olmadığım için, biyopolitikayı ilgilendiren görüşlerine çok kısa değinebileceğim. Haraway’in en temel eleştirisi şudur; “İnsan olmayan canlılar günümüzün biyopolitik rejimlerinin asli öğeleridir ancak insan merkezci şekilde konu dışı bırakılırlar.” Hayvan sorununun kategorik olarak dışlandığını düşünür. Hatta Foucault’nun Kliniğin Doğuşu kitabına atıfla, “yazmam gereken kitap Barınağın Doğuşu olabilir” der. Yoldaş türlerin üzerine eğilir. Fabrika ve laboratuvarlarda kitlesel biçimde bazı hayvan türlerinin acı çekip ölmesine izin verilmesi, bazılarının devasa besin, eğlence ve sağlık endüstrisi yoluyla yaşatılması, hangi canlının yenilip hangilerinin yenilmeyeceğine dair kültürel kutsallara vs. bakarak, hayvan insan ilişkisinde biyopolitik bir mantığın işlediğine işaret eder. Klasik ulus-devlet tanımlamaları gibi, türler de birbirlerinden özerk ve etkileşimsiz ele alınmaktadır ona göre.
Biyopolitika II kitabında, Umut Yener Kara’nın Donna Haraway başlığında yazdıklarını okuyalım; “yoldaş türler her zaman ‘başkalarıyla dolu çok-türlü kalabalıklar’ olarak karşımıza çıkarlar. Yoldaş türler böylece biyopolitik rejimlerin temel sorusu olan neyin/kimin yaşatılacağı veya ölmesine izin verileceği meselesini içinden çıkılamayacak kadar karmaşıklaştırır. Türlerin birbirleriyle kurdukları kördüğüm misali eklemlenmeler, sırf insan olmadıkları için diğer canlıların yas ve suçluluk olmadan öldürülebilir hale getirilmesini kabul edilemez yapar.”
Haraway’den yaptığımız bu küçük görünen katkının hem benim hem de yazının bütünü üzerindeki etkisi çok büyük. Girişte biyopolitika kavramını, iktidarın ve küresel kapitalizmin faaliyetlerini anlatmak için bir bahane gibi kullandığımdan, örtük olarak bu kavrama ihtiyacım olmadığından, insan-politik olarak gördüğümden bahsetmiştim. Soru işaretlerimin temel sebebi, doğrudan politik sözcüğünün başına “biyo” ekinin getirilmesiyle alakalıydı. Haraway’in eleştirisi, biyopolitikayı gerçekten biyo-politika yapıyor aslında. Çünkü buraya kadar anlattıklarımız, düpedüz human-politic’ti. Ben de tam bu yüzden kavrama gereksinim duymuyordum. Sözün özü Haraway, biyo-politikayı human-politic olmaktan kurtarıp gerçekten biyo-politik hale getiriyor. Yahut bios’u yalnızca insanın bios’u olmaktan çıkarıp, insan-dışı bios’a genişletiyor da diyebiliriz. Konuyu insan ve hayvanda bırakmayıp ağaçlardan ozon tabakasına kadar genişletebiliriz aslında. Çünkü sermaye-merkezci iktidar varoluşa dair her unsuru meta olarak gördüğünden; neyin yaşam hakkı olduğunu tüm doğa üzerinde işletmekte, hatta neyin doğa olduğunu da kendi mantığınca çerçevelemektedir. Bunlar açıkça biyopolitik hamlelerdir. Yaşadığımız iklim krizi koşullarında, sanıyorum ki bu değerlendirme daha bir anlamlı hale gelmektedir.
Şimdi Covid-19 üzerinden biyopolitika ve nekropolitika konularına geçiyoruz. Judith Butler’ın da adını anacağız.
Foucault; iktidarın nüfusa, nüfusun sağlığına, doğum ve ölüm oranlarına, gözetim ve cinselliğin kontrolü için gelişen sigorta ve refah sistemlerine, tıbbi ve istatistiki yeni bilgi türlerinin oluşmasına bakarak; siyasetin hiç bu denli sistematik ve bilimsel yöntemlerle (insani) biyolojik süreçleri denetlemediğinden söz etmişti. Salgın tüm bunların şiddetli biçimde açığa çıktığı bir süreçtir ve Foucault’nun ortaya koyduğu egemen, disiplinci ve liberal iktidar modellerinin bir sentezi olarak vuku bulmuştur.
Öncelikle koronavirüs, tıpkı biyoiktidarın söylemler üzerinden yaşamı kodlaması gibi, dil ile yaşamı kodlamıştır. Ona bir isim verildi ve dilden dile dolaştırıldı. Bilinçdışından gelen bir uzaylıydı. Bedensel olarak onu taşıyor olma ihtimalimin manası yoktu, çünkü artık bilinç olarak taşıyordum. Hepimiz enfekteydik, en başından beri. Bu sebepten kapatılabilir hale getirilmiştik. Dil ve medya tarafından var edilebilir ve yok edilebilirdi. Bu aslında bizim var edilebilir ve yok edilebilir olmamızdı. Bu hususta birçok komplo teorisi üretildi, ki sistem bunlardan rahatsız değildi, çünkü “gerçek-komplo”yu görmemize engel oluyorlardı. Virüse bir kimlik, ardından tüm ötekilerde (süperpozisyon gibi) beden yüklendi. “İki hafta tam kapatılma ile virüsün etkisi geçiyor” denilmişti. Ancak yalnızca bedensel olarak virüsü kapanlar kapatıldı, bu durum her bilinçteki tehdidi ve şantajı artırdı. Ülkeler bir süre umursamadılar, sonra tam kapanma süreçleri ilan ettiler ve ardından anlamsız biçimde önlemleri bir sıkılaştırıp bir gevşettiler. Başta sundukları iki haftalık kapanma çaresini hiçbir zaman yürürlüğe sokmadılar. Bunun için de ekonomiyi bahane ettiler, ancak göstergeler her koşulda ultra-zenginlerin servetlerinin üstel biçimde katlandığını, (çok katmanlı olsa da) orta sınıfların ve emekçilerin giderek yoksullaştığını gösterdi. Firmaların borçları silinirken, küçük esnaf ve emekçiler borç batağına ve geçim mücadelesine terk edildi.
Mülteciler ve azınlıklar zaten unutuldu, örneğin İngiltere’de yapılan bir araştırmada; virüsün siyahi, Asyalı ve Orta Doğulu toplulukları daha şiddetli etkilediği bulgulanmıştı; bunun sebebi sağlıksız ve güvencesiz koşullarda yaşamalarıydı. Judith Butler konuyla ilgili bir yazısında; “COVID-19 yalnızca bulaşıcı olan veya olmayan hastalıkların konularını değil, aynı zamanda belirli toplulukların diğerlerine göre daha savunmasız ve güvencesiz hale getirildiğini, nekropolitik koşullar yaratan sosyal zararları ve sosyo-politik yapıları açıkça göstermektedir.” demişti. 30 Mart 2020’deki yazısında bu uyarıyı yapmıştı; “Sosyal ve ekonomik eşitsizlik, virüsün ayrımcılık yapmasına neden olacaktır. Virüs tek başına ayrımcılık yapmaz, ancak biz insanlar kesinlikle yaparız; milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve kapitalizmin iç içe geçmiş güçleri tarafından şekillendirilmiş ve canlandırılmış olan bizler.”[1]
Nihayetinde belirsizlik kronikleşti ve dünyadaki prekarya nüfusu ciddi oranda genişledi. Koronavirüs, alt sınıfların virüsü haline geldi. Ezelden beri işgücünü sömüren ve işçileri riske atan kapitalizm; salgın sürecinde biyopolitikanın yaşatma ve öldürme, riske atma ve koruma gücünü küresel bazda yürürlüğe sokmuştur. (Eğer koronavirüs beyaz adamın evine uğramasaydı asla mühim bir mesele haline getirilmeyecekti, tıpkı başka coğrafyalarda diğer salgın hastalıklardan milyonlarca insanın sessizce ölüyor olmasındaki gibi.)
(Foucault’nun sözlerini anımsatır biçimde) büyük bir tıp iktidarı kuruldu ve (Agamben’in sözlerini anımsatır biçimde) hukuk da onun yardımına koştu. Salgın bir sağlık krizinden ziyade, egemenlik krizi gibi yönetildi. Halk adına ahlaki ve politik hakikati söyleme rolünü üstlendiler. Sürecin anti-demokratik biçimde popülist ağızlarla idare edilmesi, doğal olarak korona karşıtı hareketlere ve popülist sağın birleşmesine de sebep oldu. Sol mevzi alma hususunda sınıfta kaldı ve büyük sosyologlar da süreci çoğunlukla doğru analiz edemediler. Velhasıl dünya büyük bir kapatılma alanına, deney sahasına dönüştü.
Kamerunlu filozof Achille Mbembe, Foucault’nun biyopolitikasının bir uzantısı olan ve sağlık eşitsizliğini içeren nekropolitika kavramını ortaya koymuştu. Salgında tam da nekropolitik bir dünya yaratıldı, yani “insanların nasıl yaşayabileceğini ve nasıl ölmesi gerektiğini dikte etmek için sosyal ve politik gücün kullanımı” alenen gündelik yaşama dahil oldu. Tedbirler hafifletildi ve sosyal Darwinist (Spencerist) bir mantığa başvuruldu. Biyopolitika ve nekropolitika, geciktirilmiş ölüm yahut yavaş ölüm biçiminde işler, salgın krizinde bu mantığın hem kontrol gücü hem de hızı artmıştır.
Hatırlarsınız; gündüzleri patronlar için çalışıyor, hafta sonları ve akşamları “sağlığımız” için evlerde oturuyorduk. Yaz geldiğinde turizm ve ekonomi baltalanmasın diye, biyopolitikanın silahı istatistik virüsün gücünün zayıfladığını ilan ediyor ve sezon sonunda tekrar güçlendiriyordu. Simülasyon gerçekliği üretmekle kalmıyor, ölümü de üretiyordu. Sosyal mesafe ifadesi her yanda dolaşıma sokuldu, aslında mesafeler önce bilinçlere sonra bedenlere atılıyordu. İnsanlar excel tablolarında, istatistikler eliyle, başta sona erdirilebileceği söylenen bir hastalık sebebiyle öldürüldüler. Tabloda 240 kişinin öldüğü yazıyordu, bense iki yaşlı komşumu artık mahallede göremiyordum, çünkü sayıların içine karışmışlardı. Aşılar için şirketlerin inisiyatifini bekledik, yaşamı patentlediler ve nihayetinde dolaşıma soktular. Evden çalışma, izole yaşam tarzı, online tüketim ve sosyal medyaya olan bağımlılık ciddi oranda arttı; nihayetinde 2021’de metaverse teknolojisinin tanıtımı dört koldan dolaşıma sokuldu. Her gün gündemi işgal eden Suriye Savaşı’nı tek hareketle sona erdiren koronavirüs, neredeyse tüm dünyada eş zamanlı biçimde gündemden çekildi ve Ukrayna-Rusya Savaşı ile birlikte geride kaldı. Bir savaşı unutturup, başka bir savaşla unutuldu…
Sürecin sonunda, tüm kesimler olarak dürüstçe itiraf etmemiz gereken bir gerçek var; iktidarın kodlarına öyle uyumlanmışız ki, endişelenmemiz gereken birincil konu denetim ve gözetleme değil, itaatkar birer biyopolitik özneler haline gelmiş olmamızdır. Agamben’in dilinden konuşmam gerekirse; salgın aslında insanların yaşamını bios’tan zoe’ye, ya da ontolojik’ten ontik’e düşürmedi. Tam da insansoyunun zaten zoe veya ontik düzeyde tutulduğunu açığa çıkardı. Bu sebepten kendimize yönelik ontolojik bir eleştiri yapmak ve neye dönüştüğümüzü kavramak zorundayız.
Dünya ve özellikle Batı, “doğadan kaynaklı ölüm”le birlikte “eski düşmanı doğayı” yeniden hatırlamak zorunda kalmıştır. Doğayı alt ettiğini düşünen ve ölüme düşman kesilen iktidar, bunun pek de öyle olmadığını anladı. Hem insandan hayvana bulaşabilecek daha güçlü virüsleri hem de şiddetlenmekte olan iklim krizini düşündüğümüzde; mevcut mantıkla devam edildiği takdirde, insanlığın muhtemel sonuyla hesaplaşmak zorunda olduğunu anlıyoruz.
“Zamanımızın siyaseti, dünyayı ortaklaşa yeniden inşa etme zorunluluğundan başlamalıdır.” diyen Achille Mbembe’ye ek olarak, son sözleri Foucault’ya bırakalım;
“Bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir. (…) Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek, yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak zorundayız.”
Adı geçen yazarların kitapları haricinde, yararlanılan çalışmalar:
Thomas Lemke: Biyopolitika – İletişim Yayınları
Onur Kartal: Biyopolitika II – Notabene Yayınları
Utku Özmakas: Biyopolitika, İktidar ve Direniş – İletişim Yayınları
[1] https://www.versobooks.com/blogs/4603-capitalism-has-its-limits?fbclid=IwAR1BUEUxQIjjnjflHQb7OD-ErcGQ29v4tWVyYEzK9O5q0kV1Rn2M2VjfJk8