Matrix gençliğimi derinden sarsan birkaç sanat eserinden biriydi. Benim için hâlâ kameraya alınmış en iyi şey. Özellikle ilk film olmak üzere üçlemenin her sahnesine ve diyaloğuna dikkat kesilirdim. Baudrillard’ın simülakr ve simülasyon teorisinden etkilenmiş olsa da, pek alakası yoktu. Çünkü Matrix gerçeklik referansı vererek, ortaya mücadele anlatısı koyan eleştirel, anti-kapitalist bir filmdi. Analiz adı altında, teslimiyeti salık vermiyordu. Kimileri daha alengirli kavramlarla değerlendirmişse de, bu kadarı bana yetiyor.
Matrix bizi sistem karşıtı yapmadı, daha sert biçimde bunaltının içine attı. 21. yüzyılın milli marşı olması gereken “Clubbed to Death”i dinleyerek bisiklet sürerken, gece yarıları arabaların durduğu bir kavşağa ellerimi bırakarak girerdim. Yahut kalabalık caddelerde, AVM önlerinde, kampüste, otobüste, çalışma ortamında şöyle bir durup insanlara bakar ve kendimi kapitalist kodlarla işleyen Matrix algoritmasının içinde hissederdim. Bu hisler hâlâ geçmedi, geçmesi de imkânsız. Çünkü dibine kadar gerçek. Evet, Zion yok, etraf yeşil kodlarla görünmeyecek ve kaşık var. Bunlara rağmen, sosyal düzen içinde ve sosyal ekran karşısında hissettiğim o Matrix bunaltısı, tastamam gerçek.
Dördüncü film vasattı. Karşımda kültür endüstrisinin yüzeysel üretimlerinden biri dönüyordu. Kendi kendisini karikatürize ederek yitip gitmiş bir senaryo. En baskın vaadi, bir Hollywood gösterisi sunmak. Yalnız birkaç nüans hoşuma gitti; “ya biz ya onlar” düsturuyla hareket eden, Morpheus önderliğindeki Zion’ın yerine, yeni kurulan IO şehri insan ve makinenin işbirliğini savunuyordu. Ki IO muhtemelen 1-0 manasına geliyor ve iki türün işbirliğini temsil ediyor. Botanik çalışmaları da başlamış. Doğa, insan ve makinenin uyumu arzulanıyor. Bir nevi (ilişkisel) posthümanist bir kültür. İnsan soyu kendisini yok etmezse elbet bir gün bu seçimi yapmak durumunda kalacak. Metaverse’den ve güçlü yapay zekâdan bahsedilen günümüzde, yarın iki alanın da hangi mantıkla kurulup işletileceğini birlikte göreceğiz. Ne ki sermaye merkezci tekno-determinist sürecin felsefesi olan transhümanizm ve onun emelleri altında, bu tip teknolojilerin anlamlı ve yaratıcı bir işbirliğine ve varoluşsal olanaklara yol açmayacakları aşikar. Bu makineyle işbirliği kurmaktan ziyade, makinenin işlerine insanı uyarlamaya benziyor. Yani sermayedar tekno-papazların algoritmalarına uyumlanmaktan ibaret. Tabii böyle olup olmaması, biraz ‘biz’e de bağlı.
Hoşuma giden diğer husus da şu ifadeydi;
“O zamanlar her şey daha basitti. İnsanlar özgür olmak istemişti. Şimdi farklı. Bazen insanlar vazgeçmiş gibi görünüyor, Matrix kazanmış gibi.”
Matrix postmodern süreçte çekilmişse de, genel yargının aksine postmodern bir film değildi. Tüketim, gösteri, küreselleşme ve neoliberalizm koşullarında, internet ve yeni medya teknolojisinin gelişmeye başladığı dönemde yayınlandı. Buna postmodern adını verip vermemenin pek önemi yok, bir başkaldırıydı daha ziyade. Postmodern yaşamın ögelerini ve yer yer felsefesini daha yoğun taşıyan devam filminde, Wachowksi “o zamanlar her şey daha basitti, insanlar özgür olmak istemişti” dedirtiyor bir karaktere. Sahiden de öyleydi. Ama o zamanlar, hangi zamanlar? Düşündüğümüz kadar uzak değil.
1870’de sosyalist mücadele verenler ile 1970’de özgürlük mücadelesi verenler arasında dramatik bir fark yoktu. Elbette üretim araçlarından kültüre, teknolojiden insan ilişkilerine, çalışma biçiminden zaman-mekân algısına birçok husus değişim geçirmişti. Ancak mücadele motivasyonları hem çok farklı değildi hem de kendilerine gerçekçi zeminler ile kaçış alanları bulabiliyorlardı. İşi biraz daha ileri götürmek istersek, bana kalırsa 2010 sosyal medya devrimine kadar bunlar geçerliliğini korumuştur.
Elbette 90’lar itibariyle Batı’da siyasetin yerini ahlak almaya başladı, yani siyasetin modası geçmişti ve alay edilmesi gereken bir alana dönüşmüştü. Ahlaktan kasıtsa SJW dedikleri sosyal adalet savaşçılığından ibaret; insan haklarıcılık, yardım kampanyaları, imza toplamak… Kazanımlarına itiraz etmek anlamsız, ancak gerçek çözümlere kafa yormak, sorunları analiz edebilmek ve gelecek tasavvuru kurabilmek için oldukça sığ. Bu apolitik konforla kol kola ilerleyen, hatta belli sekanslar dışında tamamen apolitize olmuş bir yaşam. (Küreselleşme ve neoliberalizm karşıtları bu geniş cephe karşısında fazla dayanamadı.) Türkiye’de de bu 2010’lardan sonra artış gösterdi ve dünyada büyük bir cephe, siyaset-dışılaştırılmış reformcu bir ahlaka kapandı. Sosyal medyayla birlikte ifşa etmek, bir gönderiyi hukuk aygıtlarına raporlamak, “cancel” için tetikte beklemek, fikirleri paylaşıp geride bırakmak, mimler üretmek vs. neredeyse tek mücadele yolu haline geldi. Postmodernden yoğun biçimde söz edildiği dönemlerde, teorisyenlerin kanaatlerinin aksine dünyada hâlâ gerçekçi mücadele anlatıları yaratılabiliyordu. Dediğim gibi, işlerin gerçekten değiştiği yıllar bana kalırsa yakın bir geçmişe ait.
Ayrıca bir Budist deyişi yahut reklam sloganı gibi; “kendini değiştirmeden toplumu değiştiremezsin” safsatası da epeydir zirvesini yaşamakta. André Comte-Sponville geç keşfettiğim harika kitabında[1] şöyle diyor;
“Eğer bireyler adalet uğruna savaşmak için adil olmayı beklerlerse adaleti asla sağlayamayız. Eğer barış uğruna mücadele etmek için huzura ermeyi beklerlerse barışa asla erişemeyiz. Eğer özgürlük adına çarpışmak için içsel olarak özgür olmayı beklerlerse özgürlüğe asla ulaşamayız. Tam tersine, insanlık tarihi bir toplumu değiştirmenin ruhaniyetten ya da kendi üzerine çalışmaktan bağımsız bir görev olduğunu kanıtlıyor.”
Tüm bunlar, umut için de geçerli.
Elbette Kuzey imparatorluğuna karşı çıkan yahut ona rakip olmaya çalışan ülkeler var. Ancak karşıtlık ekonomik değil, ahlaki boyutta. Yani kapitalizme karşı alternatif koyulmuyor. Rekabet yine kapitalist yöntemlerin dâhilinde işliyor. Orada burada, tek üst-anlatı haline gelen kapitalist imparatorluğun derebeylerinin işbirliklerini yahut kapışmalarını izliyoruz yalnızca.
Matrix de tüm bu “alternatif yok” dünyasının anlamsızlığına saplandığından, kültüre dair yapmacık yan-anlamlara sığınmış görünüyor. Hiçbir talebi ve kavgası yok, daveti simülasyonun sınırlarında, yaşadığımız dünya gibi. Yine de duygusal manipülasyonu öne çıkarması ve gerçekliğe kıyasla duyguların daha kontrol edilebilir olduğuna dair göndermelerle, yer yer post-truth eleştirisi yaptığı söylenebilir. Aynı şekilde, Matrix’in her fikri kendi silahına ve metasına çevirip anlamını yok etmesinden bahsederek, yeni kültür endüstrisi ile modaya karşı bir eleştiri getirdiği de açık.
“Bazen insanlar vazgeçmiş gibi görünüyor, Matrix kazanmış gibi.” Geleceği belirsiz/gelecek yok kuşağı bile bir mücadele ve birlik imkânı yaratmaya çalışmış, her şeye rağmen gelecek tasavvuru kurmaya çabalamıştı. Ancak yeni iletişim aygıtları içinde doğan nesille birlikte; eskilerin yorgunluğu ya da yeniye adapte olma telaşı sonunda; tüm bu olgular şimdilik yitirilmiştir. İnsanların bir kısmı vazgeçti, hatırı sayılır kısmı mücadeleye hiç girişmedi ve yeni kuşak sadece neye girişeceğini değil, girişmenin ne demek olduğunu dahi bilmiyor. Yani seçimden habersizler, ne ki yavaş yavaş öğreniyorlar çünkü hepimiz yeniden öğrenmek zorunda kalacağız. Lana Wachowski “Dünyanın her yerinde Matrix var. Özgür düşünen insanlar; politik, dini, felsefi her türlü Matrix’i, her düşünce ve inanç sistemini sorgulayanlardır” demişti zamanında, ancak bunu söyleyebilecek bir Wachowski artık yok. Matrix’i kabullenmiş ve mücadeleyi yitirmiş olan, öncelikle kendisidir.
Matrix, geçmiş felsefesine karşın, bu kez her seçimin yanılsama olduğunu ve insanların artık uyanmayı-kurtuluşu arzulamadıklarını ilan ederek nihilistik bir umutsuzluğa kapanıyor. Analist ve Smith 2.0 aracılığıyla; yeni fikirler ortaya koymanın, devrimi arzulamanın veya toplumsal anlatı kurabilmenin artık mümkün olmadığı o ontolojik kısırdöngüye girdiğimizi ilan ediyor. Yahut Thomas Anderson ve Neo yok, çünkü diyalektiğin de ölüm fermanı okunmuş.
Yine de “Matrix kazanmış gibi” ifadesindeki “gibi” umut taşıyor; “alternatif yok” değil, alternatifi tasavvur edebilecek insan yok. Bir nevi herkes dolaylı ya da doğrudan sistemin “bot”una dönüştü. Her şey hiç olmadığı kadar bitti ve un ufak oldu, varlığı tam anlaşılamayan süreçler dahi henüz yakalanamadan geride kalmaya başladı; tam da bu sebeplerle, yeni bir mücadele ve gelecek tasavvuru için umut var. Ve manipülasyon ile şiddetli yabancılaşmaya karşı eleştirel propaganda geliştirmek hiç olmadığı kadar hayati. Bugün, iki yüzyıl önce yahut yüz yıl sonra, dünyanın umutsuz olduğunu söylemek hiçbir zaman matah bir değerlendirme olmamıştır ve olmayacaktır. Çünkü umutsuzluk, yarattığımız ikinci doğaya ve gelişen kapitalist yazılıma içkindir. Umut var mı dediğimizde, aslında umutsuzluğun karşısında mücadele edecek ve yeni bir umut paradigması üretebilecek insanlar var mı diye sormaktayız. Ve bir parlama anı olarak belirdiğinde, umudu fark edebilecek ve onun ateşini çoğaltabilecek irade gösterilebilecek midir? Soru budur ve hiçbir zaman olumlu-olumsuz kesin yargılarla yanıtı verilememiştir.
Matrix: Resurrections ciddiye alınabilecek bir diriliş felsefesi ortaya koyamaz, artık postmodernist olarak herhangi bir teklif sunma gayesi yok. Ne ki bizler, tek gerçekliğimiz olan sosyal Matrix’in içinde değişim mücadelesinin diriliş imkânını yaratabiliriz, istesek de istemesek de, seçimin olmadığı nokta aslında burası. Çünkü umut beklenilecek değil, yaratılabilecek olandır; diriltmeye çalıştığımız hiçbir şeye ihtiyacımız yok.
[1] Kapitalizm Ahlaki Midir? – İletişim Yayınları (ÇVR: Dilen Yankaya)