Andre Gorz’un Maddesiz’i Üzerine

Yazarın SentezFikir kanalındaki podcastinden alınmıştır.

Giriş

Fransız sosyal felsefeci Andre Gorz, öznenin kendisini fark ve var edişinin, gerçek yaşam’ın başlangıcının kapitalist çalışma hayatının dışında yeşerebileceğini düşünen bir ekososyalisttir. İncelememize konu olan Maddesiz:Bilgi, Değer ve Sermaye[1] kitabı (2003) Gorz’un ölümünden önce tamamladığı son kapsamlı teorik çalışmasıdır. Gorz bu kitapta toplumsal temelin maddi olmayan, soyut bir biçime büründüğünden söz etmektedir; çalışma artık elde değil, zihindedir. Kapitalizmin krizine dair teşhislerde bulunurken, son bölümde yapay zekâ ve genetik mühendisliği gibi alanların geleceğine dair endişelerini aktarır. Dört bölümden oluşan kitabı, özetler halinde inceleyelim.

Maddesiz Emek

Andre Gorz söze “postmodern bir sermaye” ifadesi ile girer; modern kapitalizmin maddesizleşmeye başladığını, sermayenin “insan, zekâ, bilgi” gibi önadlarla değerlendirildiğini yazar ve “Adam Smith’ten bu yana değer kaynağı olarak kabul edilen basit soyut emeğin yerini karmaşık emek aldı” (s. 11) diye belirtir. Çalışanlara artık nesnel amaçlar verilmemekte, neyin nasıl yapılacağı kesin biçimde belirtilmemektedir. Buyruk öznellik adınadır; özne sürekli kendini enformasyon akışına “vermeli”, yeniden üretmeli, görevine “adamalıdır.” Yalnızca performans hedefleri vardır ve çalışan özne bu hedeflerle tamamen baş başadır; dolayısıyla performans adına sürekli motive olması gerekmektedir. Öznenin bilgisi, becerisi, motivasyonu, yenilikçiliği, sorun çözme tarzları vs. doğrudan şirketin sermayesidir. Bu da “insan sermaye” olarak adlandırılır. Fordist süreçte fabrika, işçiye nasıl ve ne hızda işi yapması gerektiği yönünde disipline edici buyruklar veriyor, çıktıya odaklanıyor ve bir otomat gibi üretim sürecini yerine getirmesini bekliyordu. Oysa günümüzde bu değişmiştir; “Post-Fordist işletme, onların kendilerine özgü bildiklerini çalışmaya katar ve bunu sömürür.” (s. 16). Maddesiz emek yeni tür bir gönüllü kölelik yaratmakta, çalışma özneye nüfuz etmekte ve “kendini ve başkalarını küçümsemeden” hareket edebilme fırsatı tanımamaktadır. Ve kişi çalışma alanının dışında, değerli ve yetenekli olduğunu kendine kanıtlama derdine düşmektedir. Bu da kişiyi kendi kendisinin girişimcisi haline getirirken, işletme bizzat kendisi olmaktadır. Maddesiz emeğin istediği de budur, çünkü o ücretli emeği ortadan kaldırmayı ve herkesi girişimciye çevirmeyi arzular, kalıcı ve tam zamanlı ücretliler çekirdek kadroyla sınırlıdır. Dışarıda kalan, kendi insan sermayesinden sorumlu herkes, sağlıktan başarısızlığa her şeyin sorumluluğunu üstlenmelidir. İşgücünü satmak istiyorsa, kendi kendisinin pazarlamacısı olmalıdır. İşsiz kalması kendi mesuliyetindedir, çünkü kendini yeterince istihdam edilebilir hale getirememiştir. Böyle bir süreçte “her şey metalaşır; kendini satma yaşamın bütün alanlarına yayılır ve her şey parayla ölçülür” (s. 21). Sözün özü, çalışma ile çalışma dışı arasındaki fark ortadan kalkmış, yaşam sermayeye dönüşmüştür. Gündelik yaşamın her kapasite ve veçhesinin kâr elde etme aracı olarak örgütlenmesi hususunda Gorz’a katkı yapmak istersek, finansallaşmadan bahsetmemiz gerekebilir; keza uğruna kâr sağladığımız güç sadece patron değil, finansal sistemlerdir aynı zamanda.

Maddesiz Sermaye

Andre Gorz öncelikle bilgi ekonomisi deyimini metafor olarak değerlendirmektedir. Bilişsel kapitalizmin kapitalizmden ayrı olmadığını, veçhelerinden biri olduğunu ve onu sürdürdüğünü belirtir. Bilginin temel üretici güce dönüştüğünü, mübadele değerinin bilginin içerikleriyle belirlendiğini ifade eder. Bilgi heterojendir ve birçok yeteneği kapsar; “yargı, sezgi, estetik duyu, formasyon ve enformasyon düzeyi, öngörülemeyen durumları kavrama ve bunlara uyarlanma” gibi çeşitli faaliyetler içerir. Dolayısıyla hem işgücünün hem de ürünün değeri ölçülemez durumdadır. Emeğin ölçümü değer ölçümüyle paraleldir, bu sebeple ölçülebilirlikteki azalma, “artı-değer ve artı-emek” gibi kavramları da krize sokmaktadır. Üretici güç olarak bilgi, kendini üretme ya da öznellik üretiminin sonucudur; dolayısıyla klasik mübadele değeri işlemez. Sermaye de bilgiyi sermayeleştirmek, kendi koşullarına denk düşürmek için çabalamaktadır. Temel üretici güç ve değişim kaynağı, ilk defa özel mülkiyetten kurtulma eğilimindedir. Yani bilgi; “genel zekâ, ortak kültür, canlı ve yaşayan” durumundadır. Genel ve ortak olmayan bilgi de potansiyel olarak karşılıksızdır ve sınırsız biçimde yenidenüretilebilir. İnternet sayesinde bilgi para biçimini almadan, giderek artan bir yoğunlukta paylaşılabilmektedir. Öte yandan bilgi, bir yazılım olarak üretici eylem uygulayabilir. Gorz’a göre marjinal maliyeti neredeyse sıfır olan yazılımlar, çok sayıda değişken ve öznenin etkileşimini barındıran karmaşık süreçleri düzenleyip yönetebilir, sabit sermaye rolü oynayabilir; “yaratmaya hizmet ettiğinden çok daha fazla “değer”i yok eder, […] giderek artan miktarda ürün ve hizmetin parasal değişim değerini azaltır, hatta ortadan kaldırır” diye yazar (s. 36). Kapitalizm; giderek daha az emekle üretilen şeye duyulan talebi karşılamalı, bilgiye “değer” kazandırmalı, onu maddesiz sermayeye dönüştürmelidir. Andre Gorz, Jeremy Rifkin’in Erişim Çağı (2000) kitabındaki ifadelerini şöyle özetler; “Ürünlerin maddesiz boyutu onların maddi gerçekliklerine baskın çıkar; sembolik, estetik ya da toplumsal değerleri de pratik değerlerine (ve elbette ki sildiği değişim değerine) baskın çıkar. Karların önemli kısmı metanın maddesiz boyutu sayesinde gerçekleşir. Onların maddileşmesi ekonomik açıdan ikincildir” (s. 37). Özet maiyetinde eklemem gerekirse; firmalar, müşterileri kendilerine bağlamak ve yeniye yönlendirmek için, sundukları şeyin değerinin karşılaştırılamaz olduğuna ikna etmeye çabalamaktadır. Firma neredeyse hiçbir süreçte yoktur, tek işi hizmetin/ürünün niteliği hususunda reklam yapmaktır. “Nike, Coca Cola ya da McDonald’s gibi firmaların maddesiz sermayesi, esasen marka adlarında simgelenen, pazar üzerindeki tekel güçlerinden ve bu gücün onlara sağladığı gelirin öneminden ibarettir” (s. 44). Gorz birkaç cümle sonra şöyle devam eder: “Bu marka, pazarlamaya yapılan önemli yatırımlar ve art arda gelen reklam kampanyaları pahasına inşa edilebilmiştir” (s. 44). Firma aynı zamanda, hizmet sunan çalışanlarından, firmanın vücut bulmuş hali olmalarını, logonun kimliğini taşımalarını, sürekli bir memnuniyet yaratma sahnesi sergilemelerini beklemektedir; müşteriye kişiymiş gibi davranması beklenir, tüketici olduğu hissettirilmemelidir, asıl amacın ürünü/hizmeti satmak olduğu unutturulmalıdır ve hizmet kişiye özgü olmalıdır. Böyle bir ortamda, hem emeğin hem de insan ilişkilerinin anlamı ile değeri kökten değişmiştir.  Öte yandan, prekarya konusunda bahsettiğimiz üzere; firmalar çalışanlarından ve müşterilerinden daha hareketli ve akışkan durumdadır, hatta belirsizleşmişlerdir. Örneğin Nike tesisi ya da makineleri yoktur; üretim, dağıtım, pazarlama ve reklam hususları taşeron firmalara emanet edilir. Taşeronlarla da sürekli yeni sözleşmeler yapılır yahut feshedilir, bu da emek sömürüsünü ve prekaryalaşmayı sürekli yaygınlaştırır. Aynı zamanda, sorumluluğun ya da mücadelenin hedef gösterilemez noktaya gelmesine de örnektir. Markanın kemik kadrosu vardır ve Olympos dağlarında otururlar; kalan süreçler aracı firmaların elindedir ve sorumlu, kutsal bir gösterge gibi markanın logosuna dönüşmüştür. Maddesiz faaliyetler sebebiyle borsa da eşi görülmemiş biçimde yükselmiştir. Nihayetinde kredi ve borç ekonomisi yaygınlaşmış, borçlandırma hem aile hem de ülkeler düzeyinde gerçekleşmiştir. Andre Gorz şöyle yazar: “Aileleri gelecekteki çalışmalarnın gelecekteki gelirlerini tüketmeye teşvik ettikten sonra, kapitalizm, borsada gelecekteki bir büyümenin gdecekteki karlarını da değerlendirir hale gelmiştir ve bunu yaparak bir zenginleşme yanılsaması, eşi benzeri görülmemiş bir ritimde “değer yaratma” yanılsaması yaratmaktadır” (s. 40). Ve bu sistem de krize girmiştir. Bilişsel kapitalizm, kapitalizmin bir krizidir ve hilelerle çözülmeye çalışılmaktadır. Yeni tüketim düzeni “arzu, istek, benlik imgesi ve yaşam tarzı üretme işlevi görür. Kişiler bunları benimseyip içselleştirdiklerinde, arzuladıkları şeye ihtiyaç duymayan ve ihtiyaç duydukları şeyi arzulamayan yeni alıcı türüne dönüşürler” (s. 46). Gorz burada Freud’un yeğeni olan, tüketiciyi ve tüketim psikolojisini icat eden, insanları yorulmak bilmez mutluluk makinelerine çevirmeye çalışan Edward Bernays’a işaret eder. Bunun için de ünlü belgesel Ben Devri’ni önermekle yetinerek, başlığı sonlandıralım.

Zeka Toplumuna Doğru Mu?

Tek paragrafla özetlediğimiz bu bölümde Gorz, Marx’tan alıntı yaparak; kapitalizmin aşılmasının üretimciliğin aşılması olduğunu belirtmektedir. Toplumun ve bireyin yaşamını ekonomi yönetmez, zenginlik doğrudan insani güçler ve yeteneklere dönüşür. Servet kaynağı, kişinin kendini üretme çalışmasıdır. İnsani kapasite ve yeteneklerin gelişimi, pratiğin amacına dönüşürken aynı zamanda pratiğin kendisi olur. Bu bir kapitalist ters yüz oluştur, artık insan üretimin hizmetinde değildir, üretim insani “gelişimin” hizmetindedir. Üretimcilik silinince zaman, doğa ve bedenle kurulan ilişki de değişir. Bu bir kültür-toplumudur, kişinin eksiksiz gelişimi, herkesin ortak hedefi olmuştur.  

İnsan-Sonrası Bir Uygarlığa mı Gidiliyor?

Kitabın can alıcı bölümü ise “insan-sonrası bir uygarlığa mı gidiliyor?” bölümüdür. Gorz yapay zekâ, yapay yaşam ve genetik mühendisliği alanlarına eğilir ve post-hüman, insan-sonrası süreçten bahseder. Bahsi geçen post-hüman, geçmişte sözünü ettiğimiz ilişkisel posthümanist anlayış değil, transhümanizmin insan-sonrası şiarıdır. Bilgi toplumunu sorgulamayı sürdüren Gorz; “bilgiye bağlı olan nedir, ne değildir, neyi bilmek isteriz, neyi bilmeye ihtiyacımız var” gibi sorular öne sürmekte; bilgi toplumunu bu sorulardan habersiz olduğunu düşünmektedir. Dünyayla ilk ilişkimiz bilgi temelli değildir; Gorz’a göre; “başlangıçta deneyimle, hissedilir gerçekliği içinde öğrenir, bedenimizle anlar ve duyumsal yeteneklerimizi kullanarak ortaya sereriz.” (s. 79). Dünyayı biçime sokarız ve o da duyumsal yeteneklerimizi biçime sokar. Bu ön-bilişsel bilinenler olmadan hiçbir şey anlaşılamaz, anlam dolu olamaz: Yürüme, yaşanan toplumsal dünyanın nesnelerini kontrol etme, dilini öğrenip konuşma, kendini yönlendirme, jest-mimiklerdeki dil-ötesi anlamı kavrama gibi. Bu ön-bilişsel ve biçimsel olmayan bilgiler bilincimizin dokusunu oluşturur. Gorz’dan uzun bir alıntı yapalım:

“Bir kültürün ve bir uygarlığın niteliği, yaşam dünyasına dair bilinen sezgisel şeyler ile bilgilerin gelişimi arasında yaratmayı başardıkları dinamik dengeye bağlıdır; yaşama dair bilinenler ile bilgilerin gelişimi arasında kurulan sinerjiye, olumlu tepkiye bağlıdır; bilgilerin gelişiminin, yaşam dünyasının niteliğini, “yaşam kalitesi”ni artırma yönündeki kapasitesine bağlıdır; biçimlerinin, renklerinin, seslerinin,maddelerinin zenginliğiyle, uzamsal örgütlenmesiyle, konutların vealetlerin tasarlanışıyla, değiş tokuşların ve iletişimlerin kolaylığı veçokyanlılığıyla, işbirliği tarzlarıyla bizim yeteneklerimizin gelişiminiteşvik eden toplumsal ve doğal bir çevreye bağlıdır” (s. 80).

Yaşadığımız düzende doğayı insanlığın iktidarına tabi kıldığını iddia eden mega-teknolojik aygıtlar, aslında insanları bu aygıtlara tabi kılmaktadır. Hem doğayı yok etme hem de yok oluşa insanları ortak olmaya mecbur etme hususunda iktidar öznesi onlardır. Sermaye makine dairesinde gelişen teknik-bilimsel bilgi, bir zekâ toplumundan ziyade cehalet toplumu yaratmıştır. Herkes daha çok şey bilir, ancak daha az kavrayıp anlar. Ortak gerçeklikler ve sezgisel bilgiler, bilginin tekeli olduğunu iddia eden profesyonel kitle tarafından yok edilmiştir. “Bedenin bildikleri ve ihtiyaçları ile, tekno-ekonomik mega-makinenin “ihtiyaçları” arasındaki çelişki, hastalıklı bir hal almıştır” der Gorz ve son derece eleştirel biçimde şunları yazar: “İnsan tedavülden kalkmıştır; maruz kaldığı ihlal ve tecavüzlerin strese soktuğu sinir sistemini “sakinleştirmek” için onu kimyasal protezlerle ve beyin kapasitesini artırmak için de elektronik protezlerle donatmak gerekir. Bilim ve sermaye, hedefleri aynı olmasa da bu ortak girişimde ittifak halindedir” (s. 81).   Bilim ile yaşam dünyasının ayrıştırılmasına sebep olan, doğanın matematikleştirilmesidir. Matematikleştirme, bilgiyi, hissedilir dünyanın deneyimi karşısında özerkleştirmiştir. Böylece idrak, yaşam deneyiminin gerçekliklerinden soyutlanır. Doğadaki ilişkisellik özelliğini, yani ilişki bağlarını kopartır. Bedensiz bilinç yaratır. Zamanında, tanrının matematikçilerle aynı dili kullandığının ilan edilmesi, bunun temellerinden biridir. Aynı mantık, düşünen makineler bağlamında da işlemektedir. DNA’nın keşfiyle birlikte de “insan, tanrıyla birlikte evrenin yaratıcılarından biri” olmaya çalışmaktadır. Gorz şöyle yazar:“ Teorilerin ve yapay zekâ alanında gerçekleştirilen şeylerin temelinde, tin’in esasen “düşünce”, düşüncenin ise matematiksel öz olduğu ve ancak bedenden ayrılırsa, tutkular’dan, bedensel özlü duygu ve heyecanlardan kurtulursa kendi “tanrısal” özüne denk olacağı inancı bulunur” (s. 84). Bu tam manasıyla insanın aşılmasını salık veren transhümanizmin mantığıdır.   Yaşamın doğal olgusallığından nefret duyan, doğayı tehlikeli gören bu yaklaşım; anneliği de sona erdirmeyi ve yapay rahim geliştirmeyi hedefler. Kadını hamilelik köleliğinden kurtarma şiarını öne sürse de, asıl arzusu insan üremesini teknik-bilimsel biçimde rasyonelleştirme arzusudur. Rahim karanlık ve tehlikelidir onlara göre; üreme tamamen gözetim ve denetime tabi olmalı, uzmanların eline bırakılmalı ve rasyonelleştirilmelidir. Tüm yaklaşımları; tesadüf, belirsizlik ve sürprizi ortadan kaldırma gayesi taşımaktadır. Bu kapitalizmin determinist ruhuna oldukça yakındır. Tesadüfe, doğaya ve yaşama düşmanlık iç içe işler. Dünyayı metalara çevirmenin başka bir veçhesidir. Doğanın tanınıp bilinmesine ihtiyaç yoktur artık, onun yerine kasıtlı olarak üretilmiş, seçkinlerin yönettiği yapay evrene biçim verme ihtiyacı gelmiştir.   Yapay zekadan yapay yaşama alt başlığında; yapay zekâ teknolojisinin öncülerinden ve mantıklarından, insan bedenini kanlı pislik, programlı makine veya beyinden ibaret bir et makinesi olarak görmelerinden söz edilmektedir. Bilincin ontolojik yapısı es geçilmektedir. Gorz şöyle yazar: “Beyin canlı bir bedenin canlı bir organıdır, programlanmaya ve kendini programlama sürekli devam eder.” (s. 91). Ve zekâ, asla önceden yazılmış bir program değildir. Ardından şu can alıcı cümleyi kurar; “Zekâ var olacaksa, uzay ve zaman içinde evrim geçirecekse, deneyim yoluyla öğrenmeye, zenginleşmeye muktedirse, canlı bir bedene ihtiyaç duyar. Dahası, mümkün olduğunca kendini vermeye, bedenini ve yaşamını yaratmaya ihtiyaç duyar. Demek ki yapay zekâ yaratmak için yapay yaşam yaratmak gerekir” (s. 92).   Günümüz sanal gerçeklik evresinde, gelişmiş yapay zekâ ile metaverse’den yoğun biçimde söz edilen zamanlarda bu son derece dikkate değer bir ifadedir. Varlık ile düşünce, doğa ile bilgi arasındaki fark aşınmaktadır. Bu aşınmada, makine zekâsı üstel biçimde katlanıp büyüme yetisine sahip olduğundan, “basit” insan da makinenin hakimiyetine girmemek için kendi sinir sistemine yapay nöronlar katmak zorundaymış gibi gösterilmektedir. Nihayetinde insan ile robot arasındaki fark da aşınacaktır. Bunlar Kurzweil gibi fütüristler, transhümanistler tarafından yıllar boyunca kaçınılmaz ve doğal diye adlandırılmıştır, bugün de böylesi söylemler sürmektedir. Mekanik zekanın kontrolüne küçük bir azınlık sahip olacaktır elbette, bu aynı zamanda azınlığın toplum üzerindeki eksiksiz hakimiyetine de tekabül eder. Toplumsal evrim, makinelerin evrimine tabi kılınmak istenmektedir. Gorz’a göre kendimizi makineler aracılığıyla üretmemekte, makinelere kendimizi ürettirmekteyiz artık. Oysa unutulmamalıdır ki “bizler tesadüfün ürünüyüz, yabancı bir iradenin değil” (s. 102).


[1] Andre Gorz, Maddesiz. (Çev. Işık Ergüden). Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011.



+ posts