Kazuo Ishiguro’nun romanı Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go), insan klonlamanın mümkün olması durumunda sonuçlarının neler olabileceğine dair bazı olasılıkları ele alıyor. Distopik bir bilimkurgu romanı olarak Beni Asla Bırakma, insanların uzun ve sağlıklı yaşayabilmeleri için klonların organlarını bağışlamak üzere yaratıldığı bir dünyayı tasvir ediyor. Roman, arkadaş olan üç klon Kathy, Tommy ve Ruth’un hikayesini anlatıyor. Onların hikâyeleri ve deneyimleri okuyucuya insan olmanın ne demek olduğunu sorgulatıyor. Bu nedenle bu makale romandaki ötekileştirmenin, sınırların, insan merkezciliğin ve etik kaygıların posthümanist analizini yapacaktır.
Kazuo Ishiguro’nun Beni Asla Bırakma romanı 2005’te yayımlandı ve oldukça ses getirdi. 2010’da sinemaya da uyarlanan kitap, pek çok ödüle de aday gösterildi ki bunlardan belki de en önemlisi yazarının 2017’de aldığı Nobel Ödülü’dür. Romanı kısaca özetlemek gerekirse 1990’ların sonlarında İngiltere’de ana karakter Kathy ve arkadaşları Tommy ve Ruth etrafında şekilleniyor. Bu üç arkadaş Hailsham yatılı okulunda birlikte büyümüş klonlardır. Buradaki öğrenciler klon olduklarını bilmeden yetiştirilip, özel olduklarına inandırılmışlardır.
Yetişkin olduktan sonra da organlarını bağışlarlar. Kathy, Tommy’ye olan aşkını kabul etmezken Ruth ve Tommy sevgili olmuşlardır. Okuldan sonra kulübelere gönderilirler ve ardından yolları ayrılır. Hikâyenin başında Kathy anlatımına başladığında diğer bağışçılar için bakıcı olarak çalıştığını söyler. Yıllar sonra Ruth ile karşılaşır ve Tommy ile buluşurlar. Ruth kıskançlığını kabul ederek Tommy ve Kathy’yi bir araya getirmek için çabalar; kendisi artık ölmek üzere olan bir bağışçı olduğu için hayatının sonunda Tommy ve Kathy’ye bir iyilik yapmak istediğini söyler.
Tommy ve Kathy yıllardır birbirlerini sevmelerine rağmen Ruth’un Tommy’yi “kendine saklamak istemesi” nedeniyle bir araya gelememiştir. İki kişi âşık olduğunda bağışların ertelenebileceğine dair söylentiler vardır. Ruth’un desteğiyle bir aşk ilişkisine başlayan Tommy ve Kathy, ertelemeye dair araştırmaları sonucunda ne yazık ki bunun doğru olmadığını öğrenirler. Ruth ve Tommy organ bağışları sonucu ölürler. Kathy’nin bakıcılığı sona erer ve ilk bağışını yapmayı bekler. Roman, klonlama teknolojisinin geçmişini ve yeni dünyanın nasıl oluştuğunu içermez. Ancak klonların yaşamlarına odaklanıldığı için romanda insan merkezciliğin etkileri ve sonuçları açıkça görülmektedir.
Roman, üreme ve tedavi amaçlı klonlama kavramını sorunsallaştırdığı için, Luigi Marfè’ye göre, iki alana ayrılan posthümanist çalışmalarda çağrışım yapmaktadır: Bu alanın bir dalı robotik, biyoteknoloji ve yapay hayat üzerine tartışmalarla ilgilidir; diğeri ise insan merkezciliğin sınırlarına ilişkin tartışmalara odaklanır (2016, s. 190). Hikâye klonlamanın üzücü sonuçları ve etik bir sorgulama etrafında döndüğü için romanı ikinci alan açısından incelemek daha doğru olacaktır.
Gelişen teknoloji ve insanın mükemmele ulaşma arzusu nedeniyle klonlama gerçekçi bir olasılıktır ve bu durum posthümanist araştırmalara açıktır ki bu da bize Başak Ağın’ın şu yorumunu hatırlatıyor: “Bilim kurgu öncelikle tür olarak kendiliğinden posthümanist sorgulamalara elverişlidir… ve günümüzdeki yaşam tarzımız bilimkurguya yaklaşır” (2020, s. 5). Posthümanizm, insan olarak kim olduğumuzu sorgulamamıza neden olur ve insanı üstün görerek, insan ve diğer türler arasında sınır koymaya karşı çıkar. Beni Asla Bırakma’da klonlar ile orijinalleri, yani mümkünleri (possibles) arasındaki bu sınır çok nettir.
Klonlar ve mümkünlerin arasındaki sınırı oluşturan en büyük faktör insan merkezciliktir. İnsan, çevresindekileri dışlar ve kendini en güçlü olarak görür. Romanda insanlar kendilerini en önemli olarak görür ve klonları yaratır çünkü uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmek onlar için her şeyden daha önemlidir. İnsan türünü diğer tüm varoluş biçimlerinden üstün görmenin sorunlu yanı, posthümanizm eleştirisinin odak noktasıdır. Dolayısıyla romandaki birçok hümanist unsur, posthümanizm açısından eleştirilebilir.
Her şeyden önce klonlama ve klonları organ nakli için kullanma fikri oldukça (trans-)hümanisttir, çünkü insanlar bu kararı sadece kendilerini düşünerek verirler. Bu durumu Leonardo Da Vinci’nin Vitruvius Adamı’nı açıklayarak ele almak gerekirse bu adam insan merkezlidir ve kendi dışındaki tüm canlıları ve varlıkları dışlar. O, beyaz Avrupalı erkek olarak insanlığın bir temsilidir ve bu şekilde tasvir edildiği için kadın ve beyaz olmayan insanlar gibi kendisine benzemeyenleri dışlar (Ağın, 2020, s. 35-36). Posthümanizmin önerdiği, Vitruvius Adamı gibi insan olmak değil, posthüman olmaktır; çünkü insanlar en tepede, kendi sınırları içinde değil, diğer türlerle birlikte olmalıdır. Bu durum, romandaki insanların klonları dışlamasına benzer. Klonları sadece organları için yarattıktan sonra onları umursamazlar ve onları “esasen organ çiftlikleri” olarak görürler (Nayar, 2014, s. 86). Klonlara sadece organları için var olması gereken cansız varlıklar gibi davranırlar.
Romanda, okulun yöneticisi olarak klon çocukların yetişmesinde önemli bir rol oynayan Madam karakteri, bu konuda “… bazı şeyleri sizden saklamamız ve size yalan söylememiz gerekti. Evet, birçok yönden sizi aldattık” demektedir (Ishiguro, 2005, s. 179). Klonların ne dediği önemli değildir; onlar susturulmuş durumdadırlar. Kathy, Tommy ve Ruth’un istediği şey hayal ettikleri hayatı yaşamak, sadece ölümü biraz geciktirmektir ancak insanlar klonların seslerini görmezden gelirler. Bu tür bir ihmal veya insan-olmayan diğerlerinin seslerinin kasıtlı olarak silinmesi, posthümanizmde eleştirilen bir konudur. Bu, Ağın’ın şu notuyla tekrarlanır: “…insan Homo loquens olarak tanımlanmaktadır. Yani insanın ‘konuşan’ olarak adlandırıldığı, böylelikle de diğer türlerin seslerinin ve varoluşlarının yok sayıldığı bir söyleme hizmet etmektedir” (2020, s. 106-07).
Benzer gerekçelerle romandaki klonlar da susturulmuşlardır. Kathy ve Tommy birlikte yaşamak ve güzel vakit geçirmek isterler ve âşık olduklarını kanıtlamaya çalışırlar. Ancak fikirleri ve duyguları önemli değildir. Çünkü insanlar mükemmele ulaşma yolunda kendilerinden başkasını dinlemeye isteksiz hale gelmişlerdir. Posthümanizm, mükemmele ulaşmanın mümkün olmadığını savunur ve tıpkı romanda olduğu gibi insanların diğer türlere olan saygısını yitirerek uzun yıllar yaşamasına karşıdır. Klonlar, insan tarafından yaratılmış başka bir tür olarak görülür ve insanların daha uzun yaşaması için araç olarak kullanılırlar ve sonuç olarak “gerçek insanlar” onlara saygı göstermemektedir. Öte yandan, posthümanist bakış açısı, yaşamı dinamik bir ağ olarak görür. Posthümanist görüşe göre, “yaşam” Pramod K. Nayar’ın belirttiği gibi, “ister insan ister insan dışı olsun, izolasyon, ayrılık ve sınırlı olmadan ziyade ilişkisellik, farklılık ve bağlantılarla ilgilidir” (2014, s. 49). İnsan anlayamasa da önemli olan tek başına en iyiye ulaşmak değil, diğer türlerle birlikte yaşayabilmektir.
Klonlama neredeyse mümkün olduğu için insan ve teknoloji ilişkisi, Beni Asla Bırakma romanındaki gibi bir yaşam tarzını mümkün kılabilir. Teknolojinin neredeyse zirve noktasına ulaştığı bu zamanlarda posthümanizm, insan olgusunu değerlendirir ve insan ve teknolojinin ilişkisini inceler (Ağın, 2020, s. 17). Bu ilişki romanda yine hümanist bakış açısını eleştirmek için “basit kelimeler” düzeyine indirgenir. Bu kelimelerden bazılarını incelemek gerekirse, “öldü” yerine “tamamladı”, “orijinal” yerine “mümkün” ve “klonlar” yerine “öğrenciler” gibi aşağılayıcı anlamda kullanılması muhtemel olan kelimelerin örtmeceye dönüştürüldüğü görülür. İnsan, vahşetini ve uyguladığı güç sistemini sıradan kelimeler kullanarak örtbas etmeye çalışmaktadır. Kendilerini en özel ve güçlü olarak görerek klonlara verilen zararı kamufle ederler. İnsanlar bu şekilde mükemmele ulaştıklarını düşünürler ancak yanılıyorlardır, bu onları daha da acımasız yapar.
Nihayetinde insanlar o kadar bencil olurlar ki kendilerini klonlarla bir tutmak istemezler, çünkü “bu, ‘insanın’ refahı ve azmi için organları kullanma planını mahvedecektir” (Şvec, 2020, s. 13). Hastalıksız uzun bir yaşam sürmenin bencilliği ile insan, çıkarları için duygularını kaybeder ve klonlara yaptıklarını gizler. Başka bir deyişle, insan, romanda klonlar ile temsil edilen diğer varlıklarla kendi arasına bir sınır koyar. Bir anlamda insanın, insan-olmayan doğayla sorunlu ilişkileri klonlarla ilişkilerine yansır. Ancak posthümanist perspektiften bakıldığında her şey birlik içinde birbirine bağlıdır ve insanın yeri, insan olmayanlarınkinden ayrı değildir. Posthümanizm, “gezegenin nüfusunu oluşturan tüm kişilerin (insan, hayvan, bitki ya da sentetik bedenler) arasındaki dinamik ağları ve karşılıklı etkileşimleri anlamamıza olanak sağladığı” için insanların kendileriyle diğer kimlikler arasında kurdukları sınırı kırmaları açısından önemlidir (Ağın, 2020, s. 3).
Beni Asla Bırakma’da insanlar kendileriyle klonlar arasına sınırlar koyarlar. Klonlar ve mümkünleri arasında insan ile insan-olmayan arasındaki gibi bir ilişki vardır. Tıpkı hayvanlara, bitkilere ya da diğer varlıklara insanlar tarafından değersiz davranılması gibi klonlar da değersiz muamelesi görür. İnsanlar genellikle kendilerini bir hayvanın veya bitkinin yerine koymazlar ve bu nedenle aralarındaki sınır onlar için hiçbir şey ifade etmez. Romanda ise klonların ‘insan’ olması ve ‘insan gibi’ düşünmeleri ve hissetmeleri okuyucunun empati kurmasını kolaylaştırmaktadır. Romandaki klonları anlamak ve empati kurmak, “insan ve insan-olmayan, biyolojik ve biyolojik olmayan, kendi ve öteki, organik ve inorganik, doğal ve doğal olmayan arasındaki belirgin ikilemlerin çöktüğünü başarılı bir şekilde betimlemektedir” (Kümbet, 2021). Dolayısıyla bu durum, posthümanist bir dünya görüşünü kabul etmeye ve klonlar ile mümkünleri arasında hiçbir sınır olmaması gerektiğini anlamaya yardımcı olur.
Posthüman bedenler “hem insandır hem de ‘insan dışıdır’; bedenleri insan bedeniyle aynı şekilde işlev görür; aynı genetik materyalden yapılmıştır, yine de bir anne tarafından doğmamış ve insan sonrası özelliğine katkıda bulunan belirli bir amaç için yaratılmıştır” (Matek ve Pataki, 2020, s. 14). Klonlar da hem insan hem de insan dışı özelliklere sahiptir, bir anneden doğmamışlardır ve belirli bir amaç için yaratılmışlardır, bu nedenle insan sonrası olarak kabul edilebilirler. Posthüman klonlar ile mümkünler arasındaki sınır, klonları ötekileştirir. Varlık sebepleri organları olduğu için ne hissettiklerine ya da ne istediklerine önem verilmez. Ameliyatlar onları yavaş yavaş öldürene kadar organları alınır ve bu da klonlar için süreci çok daha zorlaştırır. Bu hem yaşam standartlarını düşürür hem de yapmak istediklerini ve yaşamak istedikleri hayatı ellerinden alır. Ötekiler olarak klonların yegâne amacının insanlığa hizmet etmek olması istenmektedir.
Ancak posthümanizm, her türlü ötekileştirmenin sona ereceği, dışlanmayı reddederek insan merkezli anlayışın yerini posthüman kavramının almasının gerektiği bir dünya öngörmektedir (Ağın, 2020, s. 31). İnsanın en önemli hakkı yaşama hakkıdır ve klonlara insani özellikler verilmesine rağmen bu haktan mahrum bırakılmışlardır. Soyadları bile yoktur; Kathy H. gibi isimleri vardır ve bu onların seri numarası gibidir. Cansız bir ürün olarak görüldüklerinden, insan gibi olmanın tam olarak ne olduğunu bilmezler. Kathy H.’nin sözleriyle, klon olmak bir makine olmaya benzer: “Saatlerinizi, kendi başınıza, ülkeyi dolaşarak, merkezden merkeze, hastaneden hastaneye, geceleri uyuyarak geçiriyorsunuz. Hayır, dertleriniz hakkında konuşabileceğiniz, gülebileceğiniz kimse yok” (Ishiguro, 2005, s. 139). Kathy’nin de belirttiği gibi klonlar yalnız bir hayat yaşıyor ve duygularını paylaşacak kimseleri yok. Yetim gibi büyüdükleri için ailenin ne olduğunu bilmiyorlar. Hailsham okulundaki eğitime rağmen, Kathy, Tommy ve Ruth’un gerçek hayat hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Örneğin, kafeye gittiklerinde nasıl sipariş vereceklerini bile bilmezler. Ruth, televizyonda gördüğü insanlar gibi davranmaya çalışır. Kathy bunu fark ettiğinde tartışırlar ve Ruth’a şunları söyler: “Kes şunu. Her neyse, gerçek ailelerde işler böyle yürümez. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun” (Ishiguro, 2005, s. 84).
Klonlar da insanlardan farklılıklarının ve sınırlamaların farkındadırlar. Bunun nedeni de kendileriyle orijinaller arasına konan sınırdır, çünkü klonlar insanlardan farklı olmamasına rağmen insanlar onları bağış araçları seviyesine indirgeyerek egolarını tatmin eder. Klonların insanlar gibi algıları ve duyguları vardır. Hailsham Okulu’nun da kanıtladığı gibi ruhları vardır. Hem fiziksel hem de duygusal olarak insani hassasiyetlere sahiptirler. Ruth, kırılgan bir vücudu olduğu için ikinci bağışından sonra ölür. Kathy ve Tommy’yi ayrı tutarak yaptığı hatadan pişmanlık duyar. Kathy bir kasete anlam verebilir, duyguyla dans edebilir ve âşık olabilir yani yoğun duygular hissedebilir. Tommy ise çok güçlü bir öfkeye sahiptir, dolayısıyla onun da duyguları vardır. Bunların hepsi bir insanın sahip olabileceği özelliklerdir. Kathy şöyle diyor: “Herhangi birimizin bebek sahibi olmasının tamamen imkânsız olmasını bilmemize rağmen dışarıda onlar gibi davranmak zorundaydık” (Ishiguro, 2005, s. 60). Bu açıdan klonlar hem insan gibi hissettirilmiş hem de bazı haklardan mahrum bırakılmışlardır. Doğal yollarla doğmamış olmaları ve doğuramamaları onları ‘insan’ kategorisinden ayırmıştır (Kümbet, 2021).
Bazı ayrımlara rağmen kimin klon kimin insan olduğunu ayırt etmek hâlâ zordur. Klonlar, yukarıda bahsedildiği gibi hem fiziksel hem de duygusal olarak birçok şey hisseder. İnsanlarla aynı özelliklerin çoğunu paylaşırlar. Bu nedenle posthüman klonların bu kadar benzerken ötekileştirilmeleri ve yaşadıkları zorluklar, insan olmak nedir sorusunu gündeme getirir. İnsanlar kendini Homo sapiens olarak tanımlamaktadır ve “…ismin anlamındaki bilge insan ifadesinin aksine, doğayla ilişkilerinde pek de bilgece davranmadıkları aşikardır” (Ağın, 2020, s. 109). Akıllı insan egosuyla kör olup çevresindekileri dışlamaz. Posthümanist bir yaklaşımla insanlar, insana bu kadar benzeyen klonlar başta olmak üzere hiçbir canlıyı ötekileştirmemeli, onları kendileri için kullanmayı bırakıp acılarına son vermelidir. İnsanın kendini merkeze alması ve klonların değersizleşmesi yanlıştır. Klonların bu deneyimleri nedeniyle hikâyenin etik bir yönü de vardır. İnsanların klonların bu kadar değersizleşmesine neden olması etik değildir. Hissedebilen canlı varlıklar olarak klonların aşağılanmayı hak etmedikleri barizdir; tıpkı insan-dışı kategorilerde ele alınan diğer tüm canlılar gibi.
Klonların yaşadıkları durum köleliğe benzerdir. Acı içinde ölümlerini beklemekte, hayal kırıklığına uğramakta ve aşağılanmaktadırlar. Tommy ve Kathy, bağışlarını ertelemenin mümkün olmadığını öğrendiklerinde hayal kırıklığına uğrarlar. Bayan Emily, galerinin amacının onların bir ruhu olup olmadığını sorgulamak olduğunu söylediğinde, Tommy şöyle der: “Neden böyle bir şeyi kanıtlamak zorunda kaldınız Bayan Emily? Birileri bizim ruhlarımızın olmadığını mı düşündü?” (Ishiguro, 2005, s. 174). Bu durum onların insanlıklarını sorgulamalarına ve yaşadıkları adaletsiz dünyada kendilerini önemsiz hissetmelerine neden olmuştur. Benzer bir durum Ruth’un nereden geldikleri hakkında düşündüğünü söylediğinde de vardır: “Mümkünleri aramak istiyorsanız, bunu doğru düzgün yapmak istiyorsanız, o zaman sefil yerlere bakın. Çöp kutularına bakın. Klozetin içine bakın, o zaman nereden geldiğimizi bulursunuz” (Ishiguro, 2005, s. 112). İyi yerlerden değil, kötü ve yoksul yerlerden geldiklerini düşünür, bu yüzden kendilerini de aşağılarlar. Kathy, Tommy ve Ruth üzüntülerini tam olarak ifade edemeseler de aslında hepsi bunu bir şekilde yansıtır: Kathy sessizliğiyle, Ruth saldırganlığıyla ve Tommy öfkesiyle.
O kadar zor hayatlar yaşamaktadırlar ki artık üzüntülerini gösteremez ve kaderlerini kabul eder duruma gelirler. Posthümanist bakış açısına göre hikâyenin bu üzücü sonu etik değerlerle örtüşmemektedir. Çünkü posthümanizm, romanda klonlar tarafından temsil edilen, insan olmayan diğerlerinin ötekileştirilmesine ve böylesine zor ve acılı bir yaşam sürmesine neden olan hiyerarşik düzeni savunmaz. Ne de olsa böyle bir hiyerarşik düzen, Nayar’ın dediği gibi, “belirli yaşam formlarına, ırklara ve gruplara yönelik dışlayıcı uygulamalarla sonuçlanmıştır” (2014, s. 48).
Sonuç olarak Beni Asla Bırakma, insan merkezcilik, klonların ötekileştirilmesi, klonlar ile insanlar arasındaki sınırlar ve klonların deneyimlerinin etik yönleri gibi gündeme getirdiği belirli tartışma noktaları nedeniyle posthümanist çalışmalar için uygun bir romandır. Kitabın okuyucuya bıraktığı hüzün, klonların yaşadığı zorluklar ve düzensiz sistem, türlerin uyum içinde yaşamadığı bir dünyanın adaletsizliğini ve bunun ne gibi sonuçlara yol açabileceğini göstermektedir. Tüm bunların sonucunda da insan olmanın ne demek olduğunu düşündürerek posthümanizmi daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Kaynakça
Ağın, B. (2020). Posthümanizm: Kavram, kuram, bilim-kurgu. Siyasal Kitabevi.
Ishiguro, K. (2005). Never let me go. Alfred E Knopf.
Kümbet, P. (2021, Nisan 8) İnsansonrası (Posthuman) distopik dünyada insan klonlama ve biyo-iktidar. PENTACLE. https://thepentacle.org/2021/04/08/insansonrasi-posthuman-distopik-dunyada-insan-klonlama-ve-biyo-iktidar/
Marfè, L. (2016). “We all complete”: Kazuo Ishiguro and the posthuman imagination. Comparative Studies in Modernism, 9, 189-199.
Matek, L. & Pataki, J. (2020). Kazuo Ishiguro’s Never Let Me Go as a posthumanist dystopia. Buljan, G., Matek, L., Oklopčić, B., Poljak Rehlicki, J., Runtić, S. & Zlomislić, J. (Ed.), Essays in Honour of Boris Berić’s Sixty-Fifth Birthday: “What’s Past Is Prologue” içinde (3-20). Cambridge Scholars Publishing.
Nayar, P. K. (2014). Posthumanism. Polity Press.
Švec, L. (2020). Posthumanism in modern fiction analyzing the posthuman in Ishiguro’s Never Let Me Go, Huxley’s Brave New World, and Bradbury’s Fahrenheit 451. (Yayımlanmamış lisans bitirme tezi).