Sanayi Devrimi’nin gündelik yaşama etkisi sebebiyle insanlarla nesnelerin ilişkisinin basit ‘alet’ kullanımından öteye geçip karmaşıklaşması, özne-nesne ilişkilerini yorumlamakta önemlidir. Ancak Sanayi Devrimi’ne giden seyirde on sekizinci yüzyılda büyük bir ivme kazanan uluslararası ticaretin etkileri unutulmamalıdır. Coğrafyanın ticari ilişkilere göre yeniden haritalandırıldığı, uzakların yakın, “egzotiğin yerel olduğu”[1] bu dönemde başta İngiltere olmak üzere İspanya, Fransa ve Portekiz gibi Avrupa ülkeleri, Sanayi Devrimi’ne varmadan çok önce kendi ülkelerinde yetişmeyen/üretilmeyen birçok ürünü ülke piyasasına yaygınca yerleştirmişti. Öyle ki dönemin İngiliz kültüründe ürünlerin adı neredeyse ülke adlarının yerini almıştı.[2] Bu nedenle, insan ve cansız varlıklar arasındaki etkileşimin çeşitlenip karmaşıklaşmaya başladığı ve bu ilişkilerin bilimsel ve sanatsal görünürlüğünün arttığı on sekizinci yüzyılda, ithal ürünler ile Avrupa içerisinde devam eden teknolojik gelişmeler ışığında, koleksiyonculuk ve müzecilik kültürünün gelişmesi ile toplumsal düzlemde; gündelik hayatta eşya türlerinin ve işlevlerinin artmasıyla da bireysel düzlemde özne-nesne ilişkileri değişime uğramıştır.
On sekizinci yüzyıl özelinde özne-nesne ilişkilerini incelemeye başlamadan önce, insanlarla nesnelerin ilişkisinin nasıl posthümanizm mevzusu haline geldiğine değinelim. Posthümanizmin temelini, insan ve insan olmayan varlıkların arasındaki sınırların, ast-üst, etken-edilgen, gözlemleyen-gözlemlenen ve benzeri ayrıştırıcı gruplandırmaların ortadan kalktığı/kalkması gerektiği düşüncesi oluşturur. Bu bağlamda, nesnelerin kendi varoluşlarında insanları (ve elbette etkileşim içinde olduğu diğer varlıkları) etkileyen, değiştiren ve şekillendiren eyleyiciler olduğunu irdelemeye başlamak bizi posthümanizme doğru itecektir. Burada (en azından bu yazıda) amaç, nesneleri yüceltmek veya aşkın varlıklar olduğunu kanıtlamak değildir. Nesneler, tıpkı canlı varlıklar gibi, kendi içlerinde değişim, dönüşüm halinde ve diğer varlıklarla etkileşim halindedir. “Kendilerine özgü yaşamsal titreşimler” yayar ve tüm varlıklarla “paylaştıkları iletişim ağında edimsel … bir etkileşim içinde” varlıklarını sürdürürler.[3] Cisimsel var oluşlarından kaynaklı bu eyleyicilik sayesinde geleneksel olarak cansız olarak tabir edilen maddelerin/nesnelerin ‘özne olma’ yetisi yeni maddecilik diye adlandırılan kuramsal çerçeve dahilinde tartışılmaktadır. Bu sayede, Batı felsefesinde kemikleşmiş etken özne-edilgen nesne ikiliği, yirminci yüzyılın son döneminde ortaya konulan bilimsel bulgulara dayanarak şekillenen ontolojik tartışmalar tarafından felsefi bir problem haline getirilir.
Bu bakımdan, özne ve nesne tartışmalarını üstünlük veya aşağılık gibi bir bağlamdan sıyırıp almak ilk adımdır. Nesnel varlıkların özne olma potansiyeli, çeşitli yaklaşımlar tarafından farklı açılardan incelenmektedir. Bu yaklaşımlardan birisi, çağdaş Amerikan kuramcılardan Bill Brown’un nesnenin alışılagelmiş işlevselliğinin kaybolması ya da yeniden biçimlenmesi ile insanı değiştiren etkinliğini tartışığı “şey teorisi”dir.[4] “Nesne” ve “şey” kavramlarını tartışan bu teoriye göre; nesnel bir varlık, insanın algısına, değer yargılarına, söylemlerine, düşüncelerine ve yaşam biçimlerine şekil veren bir “şey”e dönüşür. Bu bağlamda, temel nokta şeylerin potansiyel öz çeşitliliğinin maddesel varlıklarından kaynaklanmasıdır. Nesne, şeye dönüşür ancak fiziksel ve içkin varlığını kaybetmez. Bu dünyaya ve bu zamana ait olan “şeylik” yetisi, tüm maddesel varlıklarda vardır. Örneğin, Brown kirli bir camdan bahseder. Temiz bir camdan dışarıyı seyreden bir insan, camın maddesel varlığının farkında değildir. Ancak cam kirlendiğinde dışarıyı gösteren bir ‘alet’ olmaktan çıkar ve maddesel varlığını insana gösterir. Bir başka örnekte, insanı bir yerden bir yere götürmek amacıyla icat edilmiş olan araba bozulur ve artık bulunduğu yerden kalkması gereken bir engele dönüşür.[5] Bu noktada, “nesne,” “şey” ve “madde” gibi kavramlarla bu dünyada var olan her şeyin kast edildiğini hatırlatmakta fayda var. Dolayısıyla; taş, beton, kömür, cam, çöp, cep telefonu gibi tüm fiziksel varlıklar tartışma konusu olabilir. Brown; şeylerin, nesne ile özne arasındaki bağıntıda bir yerlerde her zaman potansiyel olarak durduğunu ve bu bağıntıda alışılmış örüntülerin bozulduğu/değiştiği/yeniden biçimlendiği durumlarda ortaya çıktığını iddia eder.[6] Nesnelerin şeyliği, değer kavramı üzerinden de tartışılır. Ünlü bir şairin kalemini alıp evinizin bir köşesinde ‘değerli’ olduğu için sakladığınızda, değeri artık o şaire değil kaleme atfetmiş olursunuz. Bilindik örüntüde işlevi yazmak olan bu cisim, yalnızca var olması ile bir idole dönüşmüş olur. Bu nedenle, nesneler idoller, fetişler, totemler, değerler, anlam üreticileri ve türeticilerine dönüştüğü zaman maddesel varlıklarının özneyi etkilediği “şeyler” olur. Aslında Brown özne-nesne ilişkilerinin bilindik düzlemden çıkarılarak tartışıldığı kuramları genellemek adına “şey teorisi” kavramını kullanır. “Nesne” ile “şey” halleri arasındaki edimsel geçişkenliğe dayanan bu teoride, maddenin değişken, dönüşümlü, etken ve etkileyen olabilme yetisi temel noktadır. Böylelikle, Batı düşüncesinde kemikleşmiş özne-nesne arasındaki karşıtlığa ve hiyerarşiye dayalı ikilik bozuma uğrar ve etken-edilgen ilişkisi çeşitlenir.
On sekizinci yüzyılı objeler ve insanlar arasındaki etkileşim bağlamında incelediğimizde, dikkat çeken en önemli husus gündelik hayattaki eşya kullanımının çeşitlenmesi ve estetik kaygılar barındırmaya başlamasıyla bu eşyaların ‘varlıklarının’ ön plana çıkmasıdır. Yazının başında değinildiği üzere, bu yüzyıldaki sömürgeci yayılımın büyük bir ivmeyle artması ve Avrupa’daki teknolojik gelişmelerin insan hayatına doğrudan etkilerinin çoğalması, nesneleri önemli kılmıştır. Kıtalararası ürünler gelip giderken ‘zevk’ anlayışı yeni boyutlar kazanmıştır. Egzotik ‘alışkanlıklar,’ Avrupalı üst orta sınıf tarafından büyük bir heyecanla benimsenip yayılmıştır. Bir yandan da teleskop ve mikroskobun bilimsel incelemelerde büyük rol oynamaya başlaması ve deneyci felsefenin yükselişinin de etkisi göz ardı edilemez. Dolayısıyla, nesneler; kullanılacak, saklanacak, hediye edilecek, muhabbet mevzusu olacak, evleri donatacak, kişiselleşecek, kamusallaşacak ve belki de en ilginci bakılacak/seyredilecek varlıklar haline gelmiştir. Barbara M. Benedict, on sekizinci yüzyılda objelerin sokaklardan evlere her tür kamusal ve özel alanı doldurduğuna vurgu yaparak gazetelerde çoğalan reklamlara, müzayedelere, katalog yayıncılığına ve nazımdan nesre, kurmacadan kurmaca olmayana tüm edebi türlere konu olduğunu söyler.[7] İşte bu noktada, nesne mi insanı etkiledi yoksa insan mı nesneyi etkiledi sorgulaması başlar.
Edebiyatta nesnelerin görünürlüğünün artmasının edebi geleneklerde nasıl bir değişim yarattığı oldukça ilginçtir. Edebiyatta gerçekçilik, roman türünün gelişimiyle seyredilir. Batı edebiyatında retrospektif bir yolculuk yaptığınızda kabaca şöyle bir rota bulunur: Orta Çağ’da hem Kilise öğretileri hem de çaktırmadan Kilise’yi hicvetmek adına alegoriler; Rönesans’ta insanı sekülerleştirirken sevgilinin güzelliğini anlatmaya sözcüklerin yetemediği semboller, Neoklasik dönemde insan aklına ve materyali kullanma/inceleme becerisine övgüler yağarken on sekizinci yüzyılda roman türü ile ‘sıradan’ hayatlara ve ‘sıradan’ insanlara odaklanarak önceki yüzyıllardan daha ‘gerçekçi’ tasvirler ön plana çıkmıştır. Tasvirin soyuttan somuta doğru yol aldığı bu dönemde, şüphesiz ki nesnelerin etkisinin doğrudan yaşamın içinde var oluşlarının/görünürlüklerinin/değerlerinin artması bir etken olmuştur. Anlatıda insan karakterlerin hareketlerinin, yer değiştirmelerinin, kişilik özelliklerinin ve iç dünyalarında kopan fırtınaların yanı sıra nesnelerin “anlatılabilir” (narratable) varlıklar olarak ele alınmasıyla, tüm anlatıyı çerçeveleyen “mekan somutlaşır.” Bu anlatılar, insan karakterlerden bağımsız ve anlatıya etkisiz “kendinde-şey”ler barındırmaz ve anlatıdaki dünya tam anlamıyla “cisimleşir.” Böylelikle, nesneler romanlarda insan karakterlerin anlam üretmek için temel dayanağı olan “epistemolojik fenomenler”e dönüşür.[8] Cisimsel varlığı sayesinde edimsel olan madde, bilginin temel dayanağı olma yetisine de sahiptir. Bu noktada, bilgi veya anlam üretebilen tek varlığın insan olmadığı gerçeğine dikkat çekilmektedir. Üremesi/üretimi, fiziksel ya da kimyasal bozulması, atom altı parçacıklarının hareketliliği, bulunduğu yere ve çevresindeki diğer varlıklara etki eden enerjisi ile aslında tüm varlıklar bilgi üretir. Dolayısıyla, ontolojik ve epistemolojik yetileri bulunan bu varlıkların durağan ve edilgen olduklarını farz edip bütünsel varoluşta beşerî öznenin kontrolü altında nesneler olduğunu ileri sürmek, etik bir problemdir. Felsefi bir tartışma gibi görünen bu problem, insanın kendisini diğer tüm insandışı varlıklar gibi bir parçası olduğu bütünsel varoluşun yegâne öznesi ilan edip çıkarları uğruna Dünya’yı tüketmesiyle vücut bulan bir yok ediş, aynı zamanda yok oluşa dönüşmüştür. Dolayısıyla, ontolojik gerçekliğe dayanmayan üstünlük algısı, bencil bir yanlış yorumlamayla kusurlu değer yargılarını doğurmuştur. Ontoloji, epistemoloji ve etiğin birbirlerine bağlı olduğunu kuantum fiziği ile felsefeyi bir araya getirerek kuramsal açıdan tartışan Karen Barad, çalışmalarında “etiko-onto-epistemolojik” bakış açısını sunar.[9] Özne-nesne ikiciliğini de tam olarak bu bağlamda ele almak gerekir. Ancak kapsamı daraltmak amacıyla bu yazıda nesnelerin anlatıcılığına odaklanılarak on sekizinci yüzyıl edebiyatı tartışılmıştır.
On sekizinci yüzyıl edebiyatında tasvir geleneklerinin değişmesinden daha da çarpıcı olan bu yüzyılda rastladığımız “şey-anlatıları”dır (it-narratives).[10] Hikâyenin oradan oraya taşınan terlik, palto, para gibi cansız varlıkların ağzından anlatıldığı ve farklı sosyo-kültürel ortamlarda çok çeşitli insan karakterlere değinen bu eserlerin ortak noktası toplumsal eleştiri içermeleridir. Açgözlülüğü, tevazuu, hırsızlığı, yoksulluğu, bolluğu bir banknottan daha iyi ne anlatabilir ki? Bu romanların on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında popüler olmasının ardında yatan nedenlerin başında, ticaretin etkisiyle eşyaların sürekli seyahat halinde olmasının bir sonucu olarak bu ticari ağda en güçlü role sahip olan Britanya İmparatorluğu’nda ‘ürün’lere ilgi ve sempatinin artması gelir.[11] Her ne kadar nesnelere ‘konuşmak’ ya da ‘anlatmak’ gibi sözde insani özellikler atfedilmiş olsa da bu eserlerde anlatıcının ontolojik doğasının madde olduğunun bilinçli bir şekilde işlenmesi önemlidir. Kendi biyografisini anlatan nesne, aynı zamanda roman kurmacalığını ustalıkla kullanabilir. Bu durumda en önemli çıkarım şudur ki maddesel varlıklar anlam üretebilir. Gelin bir rupinin kendi hikâyesine/yolculuğuna nasıl başladığına bakalım:
Güneş beni Tibet’in dağlarında değersiz bir kum topağı olarak gördü. O zamanlar, görünüşümün ihtişamı ya da maddemin sünekliği etrafımı saran killerden dolayı fark edilemezdi. Ama ben gelecekte alacağım şeklin prensiplerini içimde tuttum ve … sıcaklıkla renk ve daha önce sahip olmadığım nitelikleri edindim. [12]
Şey-anlatılar, on sekizinci yüzyılın klasikleri arasına girmedi, romanın bir alt türü olarak kalıp on dokuzuncu yüzyılda devam etti ve zamanla söndü. Materyal kültürü ve insan olmayan varlıklara odaklanan edebi incelemelerin günümüzde çoğalmasıyla yeniden ilgi konusu olmaya başladı. Bu eserlerin marjinal örnekler olduğunu ve dönemin edebiyatındaki maddeselliğe eğilimi yeterince iyi temsil edemeyeceğini düşünürsek diye buraya bir soru iliştiriyorum: Meşhur denizci, tüccar ve akıl adamı, on sekizinci yüzyıl edebiyatının ve roman türünün gözbebeği Robinson Crusoe, o gemiden bulup karaya çıkardığı nesneler olmadan hayatta kalabilir ya da Cuma’ya karşı üstünlük kurabilir miydi?
[1] Baird, Illenea ve Christina Ionescu. Eighteenth-Century Thing Theory in a Global Context. Surrey ve Burlington: Ashgate, 2013. s.2
[2] İngiliz yazınında gazeteciliğin öncülerinden olan Joseph Addison, The Spectator dergisinin 1710 yılında yayımlanan 69. sayısında Barbados’un meyvelerinden İran’ın ipek şallarına kadar birçok farklı coğrafyadan ürünün İngilizlerin hayatının bir parçası olduğunu vurgular. Addison’ın yazısında, Hindistan’ı “Elmas Kolye,” Peru’yu “Sırmalı İpek Kumaştan Jüpon,” Amerika’yı “İlaç,” Japonya’yı “Zanaat” ve başka birçok ülkeyi ithal ettikleri ürünleri temsil eder. Baird, s. 1.
[3] Oppermann, Serpil, ed. Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat, Ankara: Phoenix, 2012. s.36-37.
[4] Bill Brown’un “nesne” ile “şey” kavramlarına odaklandığı “thing theory,” “şey teorisi” olarak
Türkçeye çevrilmiş ve tartışmalarında kullandığı “object,” “thing,” “thingness” ifadeleri bu yazıda sırasıyla “nesne,” “şey,” “şeylik” olarak kullanılmıştır.
[5] “Thing Theory.” Critical Inquiry 28.1 (2001): 1-22.
[6] Other Things. Chicago: U of Chicago P, 2015. s. 62.
[7] “Finding Room for Things.” The Eighteenth Century 51.1/2 (Spring/Summer 2010): 251-255.
[8] Barbara M. Benedict, Cynthia Sundberg Wall’un on sekizinci yüzyıl nesir yazınında nesnelerin edebi tasvire etkilerini tartıştığı The Prose of Things: Transformations of Description in the Eighteenth Century (2006) başlıklı kitabındaki ana fikri bu şekilde dile getirmektedir.
[9] Karen Barad’ın birçok çalışmasının temel dayanağı olan “etiko-onto-epistemolojik” birlikteliği, Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning (2007) başlıklı kitabında kapsamlı bir şekilde tartışılmıştır.
[10] Hayvan anlatıcılara da rastlanmasına rağmen genellikle cansız varlıkların anlatıcı olarak ele alınmasından dolayı, bu eserlere “obje anlatıları” da denilmektedir. Türkçede birebir karşılığını bulamayacağımız “it-narratives” için Sinan Akıllı’nın önerisi olan “şey-anlatıları” ifadesini kullandım. Bu türden eserlere odaklanan Mark Blackwell’in editörlüğünde 2014 yılında yayımlanmış The Secret Life of Things: Animals, Objects and It-Narratives in Eighteenth Century England başlıklı kitabı inceleyebilirsiniz.
[11] Christina Lupton. “The Knowing Book: Authors, It-Narratives, and Objectification in the Eighteenth Century.” NOVEL: A Forum on Fiction 39.3 (Summer 2006): 402-420.
[12] Helenus Scott. The Adventures of a Rupee: Wherein are Interspersed Various Anecdotes Asiatic and European. Londra: J. Murray, 1783. s.1–2. İngilizceden Türkçeye yazar tarafından çevrilmiştir.