Kitap Tanıtımı: Patrik Sampler’dan Okyanus Konteyneri (The Ocean Container)

2017 yılında, ‘Kısım Sıfır’, ‘Kısım Bir’, ‘Kısım İki’ ve ‘Kısım Üç’ olmak üzere dört kısımdan oluşan bir roman girdi piyasaya: Kanadalı yazar Patrik Sampler’ın The Ocean Container isimli ekolojik romanı. Henüz Türkçeye çevrilmemiş olsa da başlığın Okyanus Konteyneri olarak çevrilebileceği kanısındayım. Bu, çevirmenlere açık bir çağrı da olabilir.

Geçen sene ekofobinin bir sanat eğlencesi olarak karşımıza çıktığını savunduğum, bunun örnekleri olarak da Lady Gaga’nın kusmuk sanatçısı olarak bilinen Millie Brown’dan, kan ve sidikle resimler yapan Vinicius Quesada’dan, Guggenheim Müzesindeki Art and China after 1989: Theater of the World (1989 sonrası Sanat ve Çin: Dünyanın Tiyatrosu) başlıklı sergiden, hamam böceği cesetleriyle resimler yapan Fabian Peña’dan, 200.000 karıncayı öldürüp cesetleriyle çok pahalıya satılan bir tablo çizen Chris Trueman’dan ve son olarak da canlı bir sıçanı ortadan ikiye ayıran bir performans sergilemeyi planlayan Rick Gibson’dan bahsettiğim bir makalemi (makale için bkz. “Ecophobia as Artistic Entertainment.” ISLE: Interdisciplinary Studies in Literature and Environment 26.2 (2019): 413-21) okuduktan sonra bana e-posta yoluyla ulaşan Sampler, romanını bana yolladığında bu kadar güzel akan bir olaylar dizisi okuyacağımı ummamıştım. Okudukça farklı anlamlarla zenginleşen ve katmanlı bir anlatım şekli olduğunu keşfettim.

Genel olarak bakıldığında, bu roman dünyanın sonuyla ilgili. Ele alınan sorunlardan bazıları felakete götüren iklim değişikliği ve iklim krizi, mutasyona uğramış türler ve kimi türlerin toplu olarak nesillerinin tükenmesi, kapitalist hırslarla yönetilen yozlaşmış şirketler, kişisel hakların istikrarlı olarak ihlali, yozlaşmış ve içi boşaltılmış sanat gibi konuları içerir. Çevresel felaket öyle bir boyuta ulaşmıştır ki ‘Yok Olan Dünya Turları’ düzenleyen şirketler ortaya çıkmıştır. Doğanın sanallaşması ve kapitalist bir tüketim unsuruna dönüşmesi de romanda önemli bir yer tutar. Örneğin, romanda, turistleri dağlara pencereleri olmayan bir otobüs içinde getirip onlara doğa videoları, sonrasında da Avatar filmini izleten bir şirketin bahsi geçer (174). Ayrıca, bir sinek kadar hacme sahip olan bir ayı türünden de bahsedilirken türlerin iklim değişikliğine ayak uydurabilmek için değiştiği ve diğer türlerde de benzer bir şekilde beden kitlesinde küçülmeler gözlemlendiği de söylenmektedir (176). İnsan-merkezli hareketlerin sonucu olarak asitlenen ve içindeki pek çok türün yok edildiği okyanuslardan bahsedilirken birtakım milyonerlerin bazı atıkları okyanuslara dökmesi sebebiyle artık okyanusların ölüm noktası olduğuna da dikkat çekilmektedir (191). Ayrıca romanda yeşil kapitalizm olarak da adlandırılan çevrecilik faaliyetlerinin de kapitalist pazarlarda artık satılmaya başlandığı, artık tüketimi çevrecilik üzerinden pazarlayan farklı şirketlerin ortaya çıktığı da gösterilmektedir. Mesela, bir gazetedeki reklam şöyle diyor: “Doğal olmayacak kadar CO2 üretmeniz onu soluyacağınız anlamına gelmiyor. Yeni Escalate Ultra kendi hava desteğiyle geliyor. Bu Cadillac tarzı. Yeni iklimimize uyum sağlayarak, ekonomimizi güçlü tutarak” (127). Aslında, tüm bunları görmek için pek de uzağa gitmeye gerek yok gibime geliyor; hatta okurken sıklıkla içimden geçirdiğim gibi: Ne kadar tanıdık bir senaryo!

Romanın anlatım biçimi, sanki bir günlüğü andırır gibi bölümlerde oluşuyor. Roman boyunca olayları onun gözünden takip ettiğimiz anlatıcımız, çevre aktivisti olarak çalışırken devlet tarafından eko-terörist damgası yediği için kaçak bir hayat sürmeye, daha doğrusu bir gemide, bir okyanus konteynerinin içinde tek başına yaşamaya başlayan bir erkek. Devlet görevlilerinden kaçarken cep telefonu gibi takip edilebilir cihazlardan kurtularak en basit insan şeklinde, diğer muhaliflerle birlikte bir topluluk içerisinde ‘hiç kimse’ olmayı hedefliyor. Evsiz insanlar için bir sığınma noktası olduğunu anladığımız bu gemide, zaman zaman casus olduğundan şüphelenilen kişileri, çingeneleri, pagan ritüellere göre doğayla bir olmayı hedefleyenleri ve toplumdan dışlanan tüm ötekileri görebiliyoruz. Romanı okurken aynı zamanda bu anlatıcının bir Japon eşi ve bir de oğlu olduğunu öğreniyoruz ama roman boyunca sadece onları özlediğini gözlemliyoruz.

Bu romanı farklı kılan nokta ise konteynerin içinde tek başına zaman geçiren anlatıcımızın hayal dünyasına tanıklık etmemiz. Hatta zaman zaman hangi olayın gerçek hangi olayın hayal olduğunu okur olarak biz de ayırt etmekte zorlanıyoruz. Bu yüzden okurun hangi olay konteynerin içindeyken hangi olay dış dünyada, hangi olay gerçekken hangi olay hayalî – ya da ikisi birden – olduğunu bulmak için hep uyanık kalması gerekiyor. Fakat anlatıcımızın hükümetten korkusu ve kaçma isteği çok gerçekmiş gibi görünüyor.

Sampler esasen edebiyat aracılığıyla insanları harekete geçirip bir değişim yaratmak da istiyor. Nitekim romanda da “her zaman sanatın sosyal aktivizmle, sosyal aktivizmin de sanatla bir alakası olduğunu düşünmüşümdür” sözü, Sampler’ın niyetini gözler önüne seriyor.

Dünyanın insan kaynaklı sebeplerden ötürü ortaya çıkan çeşitli iklim krizleriyle uğraştığı bir distopik senaryoyu sunan bu romanın okunmaya değer bir roman olduğunu düşünüyorum. Gelecekte geçiyormuş gibi tasarlanmış olsa da günümüzden çok tanıdık izler de taşıyan bu romanın yakın zamanda Türkçeye çevrilip daha fazla okura ulaşmasını da temenni ediyorum.

Roman ve yazar hakkında daha fazla bilgi için: https://patriksampler.com/the-ocean-container/

+ posts