Bu makale, Fransız filozof ve yazar Marquis de Sade’nin Yatak Odasında Felsefe adlı kitabını maddenin eyleyiciliği ve yeni materyalizm kanalıyla irdelemektedir. Erotik sahneleri bol olan bu kitabın tek bir odada geçen kurgusal yapısının alt metinlerini felsefi sohbetler oluşturur. Bu sohbetlerde her ne kadar ana mesele erdem ve erdemsizlik olsa da, bu kavramın tartışıldığı düzlem posthümanist bir bakış açısı sergiler.
Marquis de Sade’nin Yatak Odasında Felsefe (2013) adlı kitabın sorguladığı “erdem” kavramı erotik sahnelerle ve seksin doğanın tek amacının olduğu savıyla kurgulanmıştır. Eugénie adlı genç bir kıza nasıl “fahişe” olunacağını öğreten üç seks uzmanının (Madam de Saint-Ange, Dolmancé ve Mirvel Şövalyesi) bir odada geçen felsefi sohbetlerinin temelini ise “maddenin eyleyiciliği” ve insan türünün yatay düzlemde doğadaki diğer varlık ve yapılardan bir farkının olmadığı düşüncesi oluşturur.
Büyük bir skandala imza attığı bu kitapla Sade’nin felsefi düşünce temelinin izleri net bir şekilde belli olur. Bol erotizmle bezeli bu kurgunun ana temasını erdemin bir hiç olduğu ve insan türü tarafından (özellikle dini kaynaklarla desteklenen erdemin) ortaya atıldığı fikri tartışmaya sunulurken, karakterlerin felsefi sohbetlerinin dayanakları hep doğaya ve maddeye uzanır.
Maddenin eyleyiciliği ve doğada erdem denen bir kavramın olmaması Madam de Saint-Ange ve Dolmancé’in örneklerle birlikte açıklamaya çalıştığı birbirine dolanık iki tartışma konusudur. Yatak odasında geçen bu sohbetlerin ana amacı ise Eugénie’nin seks konusunda teorik olarak eğitilmesi ve daha sonra da bu eğitimin pratiğe dökülmesidir.
Bu eğitimin odak noktası ise erdem kavramının insanların hareket ve yaşam tarzlarını kısıtladığı veya engellediği yönündedir. Bu tarz bir kısıtlamanın doğada mümkün olamayacağını vurgulayan Dolmancé, bu savını maddenin eyleyiciliğine bağlar. Dahası, erdem kavramının uzantısı olarak Tanrı’nın varlığını da sorgulayan Eugénie Dolmancé’in bu sorusuyla karşı karşıya kalır:
Eğer madde bizim bilemediğimiz bileşimlerle davranıyor ve hareket ediyorsa, eğer hareket maddeye içkinse, sonuçta, uzamın engin düzlüklerinde göz alabildiğine uzanan ve tekbiçimli, değişmez işleyişi bizde hayranlık ve saygı uyandıran tüm gökkürelerini enerjisi nedeniyle yalnızca o yaratabiliyor, üretebiliyor, koruyabiliyor, sürdürebiliyor ve dengeleyebiliyorsa, bu aktif yeti esas olarak eylem halindeki maddeden başka bir şey olmayan doğanın kendisinde bulunduğuna göre, bu durumda tüm bunlara yabancı bir fail arama ihtiyacı nereden doğmaktadır? (de Sade, 2013: 37)
Dolmancé’in sözünü ettiği yabancı bir fail Tanrı’dır. Tanrı’nın varlığını ret eden Dolmancé, buna dayanak olarak maddenin bilinmeyen bileşimlerle hareket halinde olduğunu ve tek yaratıcı, üretici, koruyucu, sürdürücü ve dengeleyici olanın madde olduğunu ifade eder. Buna ek olarak, Dolmancé’in maddenin eylem halinde olduğunu belirtmesi de oldukça ilgi çekicidir. Maddenin “olaylara yön verme ve akışı değiştirme kapasitesi” (thepentacle.org/İnfoGrafik: Eyleyicilik/2021) olarak nitelendirilebilecek olan eyleyicilik Karen Barad’ın da bahsettiği gibi öznelerin ve nesnelerin kasıtlı olarak sergiledikleri bir özellik değildir (2007: 214).
İnsan/insan-dışı ikili karşıtlığını da ortadan kaldıran bu nitelik düz bir ontolojide özne ve nesnenin ayrılmaz bir bütünün parçası olduğunu da ön plana çıkarır. Bu bütünün oluşu için yaratıcı bir faile (Tanrı gibi) gerek olmadığını savunan Dolmancé, Eugénie’ye sarf ettiği şu cümleler dikkat çekmektedir:
İnsanın, varlığını doğanın karşı konulmaz planlarına borçlu olduğu kanıtlanmışsa eğer; bu yerküre üzerindeki varlığının yerküre kadar eski olduğu kanıtlanmışsa eğer, demek ki insan da, meşe gibi, aslan gibi, bu yerkürenin böğründe bulunan mineraller gibi, yerkürenin varlığının gerekli kıldığı ve kendi varlığını kimseye borçlu olmayan bir üründür […] bu Tanrı’nın varlığının imkânsız olduğu ve her zaman eylem halindeki, her zaman hareket halindeki doğanın […] (de Sade, 2013: 35-6).
Alıntıda da görüldüğü gibi, Dolmancé insan/insan-dışı ikili karşıtlığını yıkan posthumanist bir bakış açısı sergilemektedir. Barad’ın da ortaya attığı gibi, insanın, insan olmayandan ayrılmazlığı (2007: 25) Dolmancé tarafından yukarıda verilen alıntıda açık bir şekilde vurgulanmıştır. Bu görüş, posthümanizmin de öne sürdüğü şekilde, merkez konumdaki insanın sorgulanmasına yol açar.
Kendini üstün bir tür olarak gören insanın, kendi dışındaki diğerlerini tahakküm altına alması sonucunda ortaya çıkan sahne kuşkusuz acı gerçeklerle bezelidir. Bununla birlikte, düşünebilen bir varlık olarak insan, düşünme yetisinin egemen bir tür olmak için yeterli olduğu yanılgısına yenik düşer. Dolmancé‘in de dediği gibi, “eğer bizim olağanüstü türümüz bu yerküre üzerinde yok olursa doğanın ortadan kalkacağına inandık” (de Sade, 2013: 63). Bu inanış, insan türünün doğa üzerindeki tahakkümünün en temel sebebidir.
Bilginin insan türüne has olduğu fikrini ret eden posthümanizm, hafıza aktarımının insan dışı varlıklarda da gözlemlendiği savını geçerli kabul eder. “Tıpkı insan öznesi bilmenin mahalli olmadığı gibi ahlakın da mahalli değildir,” der Barad (2007: 393).[1] İrfan,[2] hafıza ve ahlakın insan türünün tekelinden çıkması ve tüm canlı ve cansız varlıklara atfedilmesi de Sade’nin karakterlerinin de tartışmaya açtığı konulardır. Bunlardan en önce çıkanı ise, erdemin doğada var olmayan bir biçimde insanın kültür yoluyla edindiği bir nitelik olmasıdır. Bu konuda Dolmancé’in sarf ettiği şu cümleler dikkat çekmektedir:
Acımasızlık, bir ahlâk bozukluğu olmanın ötesinde, doğanın bize nakşettiği ilk yasadır. Çocuk, daha erişkin olmadan oyuncağını kırar, sütannenin memesini ısırır, kuşunu boğazlar. Acımasızlık hayvanlarda mevcuttur, onlarda, sanıyorum size söylemiştim, doğa yasaları bizde olduğundan daha enerjik işler; acımasızlık duygusu vahşilerde uygar insanda olduğundan daha yakındır doğaya: Bu duygunun bir dizi ahlâk bozukluğu olduğunu ileri sürmek saçma olur. […] Acımasızlık doğadadır; hepimiz az da olsa bir miktar acımasızlık dozuyla doğuyoruz ve yalnızca eğitim bunu değiştiriyor; ama doğada eğitim yok, tarım ağaçlara nasıl zarar veriyorsa eğitim de doğanın kutsal etkilerine o kadar zarar vermektedir (de Sade, 2013: 77-8).
Eğitim bir medeniyet göstergesi olarak ele alındığında, kültürün inşasına da yol açtığı kabul edilebilir. Bu durumda, doğa/kültür ikiliği su yüzüne çıkar. Söylemin (bu durumda kültür) maddeye (bu durumda doğa) olan üstünlüğü özellikle modernizm akımıyla daha da yoğunlaştırılarak savunulmuştur. Fakat Barad’ın da ifade ettiği gibi, “[…] doğanın kültür tarafından işaret edilmesinden önce herhangi bir ön-söylemsel biçimde var olup olmadığı konusunda bir muğlaklık vardır”. Söylemin maddeyi biçimlendirdiği fakat “maddi olarak ‘üretmediği’” bir gerçektir (2007: 176). Dolmancé’e göre, doğanın tek amacının üreme olduğuna dair söylemler doğanın nitelik etkisini bu yönde değiştirmez:
Şu konuda asla yanılmayalım, bu üreme asla doğanın yasalarından biri olmadı, olsa olsa bir hoşgörüdür, söylüyorum size. İnsan soyunun yeryüzünden silinmesi ya da yok olması doğayı ne ilgilendirir! Bu felaket başımıza gelirse her şeyin yok olacağına kendimizi inandırışımızdaki kibirle alay eder! Bu yok oluşu fark etmez bile. Çoktan yok olup gitmiş türler olduğunu bilmiyor muyuz? Buffon[3] böyle çok sayıda tür saymaktadır ve doğa, bu kadar değerli bir kayba sessiz kalarak, bu durumun farkına bile varmamaktadır. Tür tümüyle yok oldu diye hava daha az temiz olmayacaktır, yıldızlar daha az parlar, evrenin işleyişi daha az kesin olmayacaktır. Bununla birlikte, türümüzün dünyaya çok yaralı olduğuna ve onu yaymak için çalışmayanın ya da bu üremeyi yolundan saptıranın kaçınılmaz olarak suçlu olacağına inanmak için salak olmak gerekir! (de Sade, 2013: 99).
Bu uzun ama önemli alıntıda da görüldüğü gibi, kibre yol açan bu söylemlerin doğada herhangi bir üretici vasfa sebep olamayacağı aşikârdır. Dolmancé’in de dediği gibi, herhangi bir türün yok olması, doğanın herhangi önemli bir işlevini etkilemez. Fakat bu tarz söylemler insan türünün egemen ve üstün olmasına sebep açtığı gibi, doğa katliamına da yol açar. İnsan türünün yok olması doğayı yok etmese de, doğa katliamının sadece insanı değil diğer türlerin de yok olmasına sebep olacağı kesindir.
Doğanın kendine has var oluşuna herhangi bir müdahalede bulunulmadığı takdirde kendi devinimini sağlıklı bir şekilde devam ettirmesi mümkün gözükmektedir. Her bir varlığın kendi eyleyiciliğinin sunduğu katkıyla beraber devasa bir oluş ve akışın içerisinde türlerin yok olması da gayet normaldir. Jan E. Dizzard’a göre, doğa kendi haline bırakıldığında, her bir organizmanın kendine ait ekolojik bir konuma sahip olduğu görülür. Her ne kadar bu konum hiyerarşik bazı oluşumlara sebep olsa da, hiçbiri diğerinden daha önemli ya da kutsal değildir. Hepsi birbirine bağlıdır (1993: 126).
Bu durumda, de Sade’nin kitabında sorulan şu sorulara yanıt ararken bir daha düşünmek gerekir: “İnsan nedir? Onunla diğer bitkiler arasındaki fark nedir? Onunla doğadaki tüm diğer hayvanlar arasındaki fark nedir?” (2013: 152). Bu soruların devamında elbette cevap da bellidir:
Kesinlikle hiç fark yoktur. İnsan da onlar gibi bu yerkürenin üzerine rastlantı sonucu yerleştirilmiş, onlar gibi doğmuştur; onlar gibi ürer, çoğalır ve azalır; onlar gibi yaşlanır ve onlar gibi doğanın her hayvan türüne biçtiği sürenin sonunda, organlarının yapısı nedeniyle hiçliğin içine düşer.
Verilen cevaba göre, insan bedeninin öldükten sonra çürüyüp çeşitli organizmalara dönüşeceği gerçeği söylemsel olarak insan türüne atfedilen birçok egemen niteliği de ortadan kaldırmaya yeterlidir: “Ve her şeyin kendisi için yapıldığına inanan insanın aptalca kibri, insan soyunun tümüyle yok edilmesinin ardından doğada hiçbir şeyin değişmediğini ve yıldızların dönmesinin hiç de gecikmediğini görünce pek şaşırmış olacaktır” (de Sade, 2013: 155). Posthümanizmin de defalarca altını çizdiği insan kibri, kendi oluşturduğu “erdem” gibi kavramlar altında ezilmektedir.
Kaynakça
Barad, Karen (2007). Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning, Duke University Press.
de Sade, Marquis (2013). Yatak Odasında Felsefe, Ayrıntı Yayınları.
Dizzard, Jan E. (1993). “Going Wild: The Contested Terrain of Nature,” In the Nature of Things: Language, Politics, and the Environment, ed. Jane Bennett and William Chaloupka, University of Minnesota Press.
[1] Çeviri tarafıma aittir.
[2] Knowledge
[3] Georges-Louis Leclerc, Buffon Kontu, Fransız doğa bilimci