Kapitalizmin dur durak bilmeyen, sürekli genişleyen ve insan yaşamını esneklik kaşeleri ile baskı altına alan tahakküm hâli; bireyin kendilik alanı olan evini dönüştürmekte, kişiye ait özel alanları piyasaya dâhil etmekte ve insanın kendi benliğini tamamlayan alanlara yabancılaştırmaktadır. Kapitalist tahakkümün bu derece serbestleşmesi ve insani bireyselliğe sirayet etmesinin pek tabii feci sonuçları olmaktadır. Bu sonuçlar genel anlamda topluluk fikrinin ve siyasi ifade biçimlerinin aşınması şeklinde ortaya çıkarken daha öz, öznel ve içsel yapıda ise kişinin günlük yaşamını derinden etkilemekte ve negatif yönde bir dönüşüm olarak karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel çalışma hayatında kendisine oyun alanı bulan birey, kapitalist piyasa şartlarının evi işgal etmesi sonucu dikkat, algı, beğeni, ruhsal denge ve daha nice bireysel olguyu daimi ve mecburi iş ve çalışma rutinine kaptırmıştır. Eve taşınan ve gündelik hayatın dokusunu zedeleyen iş, çalışanın öznelliğine ve öznelliği pekiştiren uyku ve uyku odalarının dahi finansallaştırılmasına sebebiyet vermekte ve çalışanı kendi arzularına yabancılaştırmaktadır. Evin dönüşümü ve bireyin öznelliğine yabancılaşması elbette bugün aniden ortaya çıkmış bir olgu değildir ancak ilk defa piyasanın sahte ihtiyaçları ile bu kadar işgal edilmiş bir şekilde karşımızda durmaktadır. Eve prangalanmış bu sürekli işgal hâli de sorunu bireysel olmaktan çıkarıp toplumsal bir çöküşe itmekte ve bu hâlin eleştirisinin yapılmasını zorunlu hâle getirmektedir. Bu düşünceden hareketle bu kısa deneme evin esnekleşen hâli ve eve yabancılaşma kavramalarını bazı kült kaynaklardan destek alarak iki başlık altında irdelemektedir.
Esnekleşen Evler
Esneklik ve iş zamanını “kendin yönet” mottosu ile başlayan 21’inci yüzyıl iş reklamları, akışkanlaşan ve dengesini kaybeden iş/özel yaşam karmaşası yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Bu eşikte iş[1] özel yaşama galebe çalmış ve gün sonunda yaşamak sadece “çalışmak” anlamı taşıyorsa değer görmeye başlamıştır. Çalışmak, yaşamak adına sahip olunan tüm düşünceleri domine etmeye başlamış ve işi eve getirmemek bir seçenek olmaktan çıkmıştır. Bu hâliyle “özel yaşam” dengesini kaybetmiş, kendisine ait olan özel ve gizil yerleri çalışmak ve çalışma fikrinin dominasyonuna kaptırmıştır. Bu kaptırma hâlinde bütün yaşam şekil ve süreçleri çalışma fikrinin karşı konulamazlığıyla değişime uğramış, işte olmak ya da işi eve getirmek dışında başka seçeneği olmayan kabullere dönmüşlerdir. Öyle ki bu dönüşüm iş arkadaşları işten kovulurken işte kalanların seslerini kısmasına, korkularının yükselmesine, harcanan emek karşılığında alınan ödüllerin düşmesine, iş yükünün bütün saatleri 365 gün boyunca işgal etmesine sebebiyet vermiştir (Ursell, 2001). Neredeyse tüm sektörlerde etkisini hissettiren bu reklam ve kaşe pazarı, ortalamayı zorluklar karsısında güvencesiz, iş garantisi olmayan, evde de çalışma koşuluna bağlı işleri kabul etmeye zorlayan bir piyasa konjonktürünün doğmasına sebebiyet vermiştir (Bauman, 2005).
Kapitalist ekonomi modelleri ve teknolojik dominasyonun ilahlaştırılması ve kabulü iş yerlerinin hızlıca dönüşümüne sebebiyet vermiş, güvencenin esnekleşmesine (flexicurity) zamanın mesai kavramından uzaklaşıp esnemesine (flexitime) olanak yaratmıştır (Deuze, 2007). Bu olanak mevcut işler için alınan eğitimleri ıskartaya çıkarmış, söz konusu eğitimler ile geliştirilen yeteneklerin kaybolmasına ya da işe yaramaz bir hâle gelmesine sebebiyet vermiştir. Her ne kadar kapitalizmin tarihsel yolculuğunda bu durum normalleştirilmiş olsa da bugün gelinen noktada “çalışan”, mutfağındaki yemek masasını, çalışma masasına dönüştüremiyorsa bütün sosyal güvencelerden yoksunlaştırılmış bir son ile karşı karşıya kalabilmektedir. Ev; iş hiyerarşilerinin olmadığı, ast ve üst makamların- en azından gelişmiş toplumlarda- evin dışında kaldığı yeri temsil etmekteydi. Ancak bu ev, günün şartlarına bağlı olarak kapitalist ve esnek bir sömürünün alanına dönmüştür: Covid pandemisi bu duruma tetikleyici ve yerleşik olması açısından katkı sağlamıştır. Ulrich Beck (1992), kapitalizmin evi bu kadar kolay işgal etmesini, hiyerarşik bir düzenin olmadığı iş yerleri arzusunun varlığına bağlamaktadır. “Patron sensin ama iş yerin neresi?” Patronun ve ofisin varlığı her ne kadar çokça arayışında olduğum bir varlık alanı olmasa da evin bu derece işgal edilmiş olması patronsuz, ofissiz ama dinlenme zamanından arındırılmış günlük yaşam tersini düşünmeme sebebiyet vermektedir.
Patronun işçi, ofisin ev olduğu bir çalışma ortamı 19. yy. işçisi için ütopik bir hayal olabilirdi ancak bugün işçi belki akşam kafasını yastığa koyup rahat bir nefes aldığı yatak odasını da kaybetmiş ya da o odaya ve içindeki yatağa yabancılaşmıştır; yabancılaşma kavramını üretilen ürün üzerinden değil sahip olunan alanların değişimi üzerinden bir sonraki başlıkta ele alıyorum. Kapitalizm gün sonunda işçiyi en savunmasız olduğu yerde—ki bu sendikal güvencelerden yoksunluktur—yakalamış ve esneklik arzusu ile yanıp tutuşan işçiyi uykularından da mahrum etmiştir (Crary, 2022). Evin bu denli değişkenlik göstermesi ve dönüşmesi iş ve özel yaşam arasındaki sınırların bulanıklaşmasına neden olmuş, ev içinde iş, yaşamın galip gelmesine sebebiyet vermiştir. Tüm yaşam alanı iş-yaşamlaşan bu işçi bazı yeteneklerini kaybetmiş bazılarını ise yapı söküme uğratmıştır.
Yetenek kaybı ve var olanların da yapısal bir dönüşüme uğraması, bilgi işçisinin adını ve öz-yaşam alanını bir reklam şirketi edası ile genele açmaya ve paylaşmaya zorlamıştır. Bu zorunda olma durumu kişiyi mükemmele yakın bir marka menajerine çevirmiş, evini de bir reklam şirketine dönüştürmüştür. Yaşamın ve akşam evde hazırlanacak basit bir yemeğin karşılığı olan ücret bu kadar yüksek bir efora bağlı olunca bilgi işçisi, bireysellik ve öznel (mental durum) yaşam adına sahip olduğu hakları ve bilgileri de bu bağımlılıkta törpülemeye başlamış ve belli başlı bazı kabullere eğilimli hâle gelmiştir (Deuze, 2007). Bu döngüde patron, işçi ve hatta ürüne de dönüşen zihin emeği erbabı bu akışkan insan dijitalliğinin getirdiği, yoğun bir iş temposuna sahip, sabitlikten yoksun ve tüm sosyal haklarını korumanın yolu olan pazarlık gücünden de edilmiş bir kişiliğe büründürülmüştür (Bauman, 2000, 2020; Huws, 2017). Phil Graham (2005) bu durumu ‘hypercapitalism’ şeklinde kavramsallaştırmaktadır. Hiper kapitalizmde, bilgi işçisinin bir şekilde tercih ettiği ya da tercihe zorlandığı bu yeni çalışma atmosferi belirsizlik ve endişelerle dolu “ofisleşmiş” evlerin varlığına işaret etmektedir. Manuel Castels’in (2000) enformasyonel alan diye tanımladığı bu durum, bilgi işçisi tarafından üretilen iş, özel yaşam ve oyununun (dinlenme zamanı) bir sentezinden oluşan ve başta değindiğimiz “çalışıyorsan varsın” mottosunun ürünü olan emek üzerine bina edilmektedir. Deuze’e (2007) göre bu enformasyon, evlerine prangalanmış zihin emeği erbabı işçiler iyi eğitimli, donanımlı ve yeniliklere açık kişilerdir. Fikrimizce burada sıralanan kavramlar bir ekip, iş alanı ve tartışma meydanı ile anlam kazanacak kavramlardır ancak eve hapsedilme hâli iş birliği ve öğrenmenin devamlılığını sekteye uğratmakta, bilgisi ve deneyimi çokça kıymetli olan iş arkadaşlarından yoksunlaştırmakta, fikir tartışmaları ile süreklilik kazanabilecek öğrenme durumunu da baltalamaktadır.
Kapitalizmin organizasyon ve iş birliğinden yoksunlaştıran bu hâli (Lash and Urry, 1994) emeğin ofislerden sökülüp merkezîleşmesine, evlere taşınarak günlükleştirilmesine, yeteri kadar ya da hiçbir ücrete tabii tutulmamasına, güvencesizleşmesine sebebiyet vermektedir. Bu yoksunluk hâli eğitim ve yüksek derecede efor ile elde edilmiş statülerin değer kaybetmesine, iş ve emek karşılığı olan fayda ve fırsatların anlamını yitirmesine de neden olmaktadır. İş ve çalışmanın bu denli esnekleşmesi, özel alanı ve zamanı sömüren bir dişliye dönüşmüştür. Bu da çoklu yeteneklere sahip, başarılı, yüksek kalitede eğitim almış nispeten genç profesyonellerin köşe başında kendilerine iş verilmesini bekleyen ve özel hayatları hakkında ellerinde olan kontrolü de kaybetmiş bireylere dönüşmesine sebebiyet vermektedir. Hız ve değişim baskısı nispeten yaşlı olanları zorunlu bir eylemsizliğe ve emekliliğe sevk ederken gençleri de tarihte benzeri görülmemiş bir belirsizlik, endişe ve korku alanına hapsetmektedir (Sennett, 1996). Bu iş ve yaşam hâli yapısal bir güvencesizlik üzerine temellenmiş ve risk alanına dönüşen evlere hapsedilmiştir. Bu hapis hâlinde yaşayan iyi eğitimli işçiler, yaşayabilmek adına ya deliliği ya da yabancılaşmayı seçmek zorunda bırakılmışlardır. Peki bu noktada işçi neye yabancılaşmakta, ürettikleri ürüne mi, emek biçimine mi, iş alanına mı, yeteneklerine mi, yattığı yatak ya da yemek yediği masaya mı yabancılaşmaktadır. Bu deneme bir sonraki başlıkta, burada sorulan sorulara ve bahsi geçen kavramlara kısaca değinerek eve hapsedilen bilgi işçisinin bu çerçevede eve yabancılaşmasını konu edinecektir.
Yabancılaşma
İnsan neye, niçin yabancılaşır? Marx yabancılaşmayı “doğadan kopuş” ve “insan oluş” “kültürel” ve “toplumsal bir yabancılaşmanın” yanında kapitalizm ve bağlı piyasa koşullarının üretmiş olduğu “insanın kendi doğasına” karşı yabancılaşmasından bahseder (Marx, 2011). Birincil yabancılaşma, bu yazıda ele alınacak taraf olmamakla beraber, insanın doğadan kopuşu ile başlayan toplumsal kabul süreçlerinin insanın kendi doğasına yabancılaşmasına kaynaklık ettiğini belirtir. İkincil yabancılaşma ise insanın çalışma alanına, emeğine, bireysel ya da sosyal ilişkilerine, dünya görüşüne, yaşamak pratiklerine ve en nihayetinde kendine yabancılaşmasını konu edinir (Engels and Marx, 2013). Geleneksel hâliyle emek ve emek sarfı sonucu üretilen “metaya yabancılaşmak” şeklinde çalışılan bu olgu nasıl oldu da insanı en savunmasız olduğu alanda, evinde, yakalayarak bu çarka dâhil etti; insan bu derece yabancılaşmayı delirmemek adına mı kabul ediyor yoksa toplumsal çıktılardan ziyade metanın fetişize hâli ve bireysel getirisi mi buna sebebiyet vermektedir. Piyasanın finansallaştırma dişlilerine kapılan bilgi işçisinin durumu da elbette bu sorulara cevap aramak ve bulmak ile açıklığa kavuşturulabilir. Evin kapitalist piyasa koşullarınca meta hâlinde bir pazar emtiasına dönüştürülmesi ve fetişize edilmesi, yabancılaşmadan önceki adımı sağlamlaştırmış yani evin bir iş yeri olabileceği fikri bu çalışanlara gönüllü ya da zorla (Covid pandemisi dolayısıyla da) kabul ettirilmiştir.
Dolayısıyla burada açtığımız sorunların cevabı da bitmek tükenmek bilmeyen esnek, katı, sabit ya da akışkan bir hâlde olan kapitalizmin sömürme iştahından kaynaklanmaktadır. Açık bir şekilde görülmektedir ki bu denemede ele alınan öz alana yabancılaşma da köken olarak “insansal pratikten” (kast edilen kapitalist piyasa pratiğidir) kaynaklanmaktadır (Marx, 2011). Toplumsal bir varlık olan ve içinde yaşadığı toplumda başkaları ile bağlantı kurmak için nesneler ve alanlara ihtiyaç duyan insan, tüm bu pratiklerden koparılmış ve yabancılaştırılmıştır. Söz gelimi uyku hâlinin varlığı için uykuyu temsil eden bir nesne ve alana ihtiyaç duyan ve bağlantı kuran insan mevcut hâlde alanın (yatak odası) ve nesnenin (yatak) geleneksel tanımından koparılması ile yeni anlamlar yüklenmesi sonucu (uzanarak çalış) yapısöküme uğramış ve kişi alan ile nesneye yabancılaşmıştır. Bu durum uzanmak, dinlenmek, kâr akışı dışında kalan ve belki de kapitalizmin henüz alt edemediği uyku ediminin de yabancılaşmaya konu edilmesinin önünü açmıştır (Crary, 2022). Sınırsız üretim isteği, amacı; uyku alanı, yemek ve dinlenme alanı olan evin kapitalist çarklarca iş alanına çevrilmesi, Marx’ın yabancılaşmanın kökenini insanın üretici etikliğinde aramasının bir kez daha haklılığını ortaya koymaktadır (Engels and Marx, 2013). Ev ya da dışarısı, bugün insan daima üretime zorlanan bir özne ve dolaysıyla sahip olduğu alan ve nesnelere de yabancılaşan bir varlık biçiminin temsilidir.
Sosyal bilim literatüründe her ne kadar doğadan yabancılaşma, insanlığın gelişmesinin zorunlu olarak geçmesi gereken bir aşama olarak görülse de bu eşik, insanın kendi kendisinden ayrılma aşaması olarak hayata geçmiş ve insanı toplumsal doğasından uzaklaştırmıştır. Emeğin tözü olan doğaya yabancılaşmak öngörüsel olmayan bir beden görünümü yaratmış ve bu beden üzerindeki kapitalist tahakkümü pekiştirmiştir. Bu pekişme hâli insanı, bireyi önce hasmı olan öteki insana daha sonra da cinsin temsili olan öz benliğine yabancılaştırmıştır (Marx, 2011). Kendi kendine yabancılaşma, fiziki yaşamın sağlandığı evlerin tecrit edilmiş iş yerlerine dönmesi ile sonuçlanmış ve bahsi geçen bilgi işçisi, içinde varlık gösterdiği “insansal” yaşamı yadsımaya başlamıştır. Bu bağlamda bilgi işçisi, bilimsel bir tartışma veya yoldaki sıradan bir uyaran ile karşılaştığında istemeyerek de olsa bu yadsımanın ve kapitalist tahakkümün katlanarak artmasının savunuculuğunu yapma eğilimi gösterebilmektedir. Bu çıktı sosyal yaşamın sürekli bir sömürüye tabii tutulmasının marjinal temsilidir (Prey, 2012). Marx bu durumu; “yabancılaşmış insanın soyut biçiminin ta kendisi ve kendini yabancılaşmış dünyanın ölçüsü sayar” şeklinde açıklamaktadır (Marx, 2011).
Yabancılaşma ve beraberinde gelen soyut ölçüt, kapitalizmin yegane kalkanı ve tüm marjinal dönüşümlerin anahtarı olmuştur. Yatak, mutfak masası, oturma odasındaki koltuk ya da yatak odasında bulunan bir çalışma masası bilgi işçisinin tanımlamakta zorlandığı ve yabancılaştığı nesnelerin başında gelmektedir. Yakın zamanda yapmış olduğum bir çalışmada görüşme yapığım ve ofissiz kalan bir medya çalışanı bu durumu kendince şöyle açıklamıştır: “Artık mutfağımda duran masaya nasıl bakacağımı bilemiyorum. Bu ailem ve arkadaşlarım ile yemek yediğim ve çok güzel anılar biriktirdiğim o eski masam mı yoksa tabağımda yarım kalmış sandviç ve soğumuş kahvenin durduğu ancak benim aynı anda çok farklı yetenekler gerektiren işimi yaptım bir çalışma masası mı bilemiyorum.” Bir diğer örnekte yatağının yanı başında gün boyu çalışan ve yakından tanıdığım bir telekomünikasyon çalışanının: “Artık o odanın yatmak için ideal bir yer olduğu fikri çok uzak bir hayal, o odada kesinlikle uykuya dalamıyorum ve daima iş düşünüyorum” şeklindeki serzenişi öz benliği tamamlayan nesnelere yabancılaşmayı gözler önüne sermektedir. Nesnelere yabancılaşma, ruh sağlığı, bedenin sürüklenmiş olduğu güvencesiz ev koşulları ile birleşince insan bedeninde de yadsıdığı bir yabancılaşma yaşamaya başlar. Sözün özü doğaya yabancılaşarak başlayan bu süreç beden bütünlüğünü pekiştiren nesnelere yabancılaşmak ile devam etmiş ve en nihayetinde bedensel bir yabancılaşma ile son bulmuştur.
Her iki başlıkta da bahsedilen meseleler aslında kapitalist piyasanın doymak bilmeyen iştahından kaynaklanmaktadır. Kapitalizm modern çağda sömürüsünü eski açık ve geleneksel yollar ile devam ettirmeyi bırakarak kişiye ait olan öznel alan ve anları tahakküm altına alıp sömürüyü dolambaçlı yollardan geçirerek ve gizleyerek yapmaktadır. Bu gizlilik bir dışlama alanı—ki bu evdir—yaratır ve çalışanı bu evde görünmeyecek derecede gizli bir yabancılaşmaya iter. Bu yabancılaşmaya karşı bir bağımlılık yaratılmış ve yine Marx’tan hareketle, yabancılaşmayı reddedecek ve buna karşı meşru olarak hak iddia edecek kişileri dışlamakta “mülksüzleştirmekte” dir. Yani yukarıda anlatılanların büyük bir bölümü çalışanın kendisine ait olmayan ve kira ödediği bir evde gerçekleşmektedir. Açık bir şekilde görülmektedir ki yabancılaşma ve sömürü içsel olarak bir sürecin iki dinamosunu oluşturmaktadır. Yani burada ele alınan çalışan, bağlı olduğu şirketin işini; nesneler ve benliğine yabancılaştığı başka bir sermaye sahibinin kira bedeli karşılığında kendisine tahsis ettiği alanda yapmaktadır.
Kaynakça
Bauman, Z. (2000) Liquid modernity. Polity Press.
Bauman, Z. (2005) Bireyselleşmiş Toplum. Ed. M. Beşikçi. Ayrıntı Yayınları.
Bauman, Z. (2020) Akışkan Doğanlar. Ed. E. B. Konur. Sander Yayınları.
Beck, U. (1992) Risk Society: Towards a New Modernity. Ed. M. Ritter. Sage Publications.
Castells, M. (2000) End of Millennium, the Information Age: Economy, Society and Culture. Oxford University Press.
Crary, J. (2022) 7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu. Metis Yayınları.
Deuze, M. (2007) Media Work. Polity Press.
Engels, F. and Marx, K. (2013) Alman İdeolojisi. Evrensel Basım Yayın.
Graham, P. (2005) Hypercapitalism: New Media, language, and social perceptions of value. Peter Lang Publishing.
Huws, U. (2017) Küresel Dijital Ekonomide Emek. Ed. O. Türel. Yordam Kitap.
Lash, S. and Urry, J. (1994) Economies of signs and space. Sage Publications.
Marx, K. (2011) 1844 Elyazmaları – Ekonomi Politik ve Felsefe. Sol Yayınları.
Prey, R. (2012) The Network’s Blindspot: Exclusion, Exploitation and Marx’s Process-Relational Ontology, tripleC. http://www.triple-c.at.
Sennett, R. (1996) Kamusal İnsanın Çöküşü. Ed. A.Y. Serpil Durak. Ayrıntı Yayınları.
Ursell, G.D.M. (2001) Dumbing down or shaping up? New technologies, new media, new journalism. Journalism Vol. 2(2): 175–196.
[1] Bu denemede ele alınan işçi, kol gücüne dayalı emek erbabı ve hâlâ sanayi ve benzeri alanlarda varlık göstermeye çalışan işçi değil; kapitalist üniversite, telekomünikasyon, bazı hizmet kollarındaki sermaye şirketleri, medya şirketleri vb. yerellerde çalışan ve ‘yaratıcı emek’ erbabı olarak lanse edilen bilgi işçisi ele alınmıştır.