Uyur uyanık bir hal içinde bir dağ imgesi ile karşılaşmıştım 17 yaşımda. Bir dağın zirvesinde, sadece tek bir ayağıma yer var, cezalı gibi, manzaram puslu, tabanım kaygan, ufkum tekinsiz. Ekolog olma idealim ile bu imgenin birleşimi beni dağ ekosistemlerini araştıran bir ekolog olmaya sürükledi. En başta, beni bu denli yalnız, tekinsiz ve köksüz hissettiren bu imgeyi fethetmek istedim belki de. “Dağı eteğinden zirvesine süzerken yüceliğinin verdiği küçülme hissini, zirvesine ulaştığımda tersine çevirebilirim” gibi bir sanrı. Everest zirvesine uzanan kuyruklar, biriken insan dışkısı ve dağ ekosistemini tehlikeye atacak kadar ilerleyen bu dağ turizmi, Holley’nin de gösterdiği üzere (2015), benzer bir yanılsamada pek de yalnız olmadığımı gösteriyor bana. Ancak bu içime huzur veren bir duygudaşlık değil, aksine içime dehşet düşüren türünden. Tüm insanlık kuyruk olmuş da benzer bir söylem tutturmuş: Ulaşılması zor olana ulaşmak, sipsivri sopasının ucundaki bayrağı zirveye saplamak, bir ele geçirme hikayesinin uzantısı, bir kahraman hikayesi…
Oysa, ben bugün dağ ekosistemlerini araştırabiliyorsam bu, elbette, gelişen alpinizm sayesinde. Bu sayede, dağ buzullarının iklim değişikliği sebebiyle eridiğini biliyorum. Dağda benden önce açılmış yollardan geçerek endemik bitkilerin biricik yaşamına tanıklık edebiliyorum. Bize göre çetin alpin yaşamına uyum sağlamış bitkilerin dünyasını zirvelere ulaşabilenlerden okuyorum (Körner, 2013). Benim çıkamadığım zirveleri yol bilmiş olanların kaydettiği veriler sayesinde ekolojik modeller tasarlayabiliyorum. Diğer yandan, yine bu modeller, Losapio ve diğerlerinin 2021 tarihli çalışmasında da kanıtlandığı şekilde, biyoçeşitlilik krizinde dağ bitkilerinin yok olma eşiğinde olduğunu bana haber veriyor. İşte tam bu noktada “Ulaşılmaz olanı ulaşılır kılmanın bir bedeli yok mu?” sorusu peşimi bırakmıyor. Üstelik eğer bedelini ödeyen bambaşka yaşam tahayyülleri ise… Bu soruya bir başkası da eşlik ediyor: Ulaşılmaz olana ulaşmak yakınlık kurmak için yeterli midir?
Ekolog olma yolculuğumun ilk durağı İsviçre’ydi. İlk stajım sırasında soluğu tabii ki İsviçre Alpleri’nde almıştım. Dağ ile ilk karşılaşmam! Avrupa Alpleri’nin en büyük buzulu Aletsch’e kadar yola koyuldum. Bir buzula ilk dokunuşumu mühürleyecek ufak bir taş parçasını da üzerindeki kara yosunları ile birlikte yurdundan edip ta Türkiye’ye kadar sürüklemeyi de ihmal etmedim. İlk fethimin nişanesi. Taşımla ertesi günkü bakışmamızda, geride bıraktığım dağın yüceliğini yeniden hissedebildim. Ama günler geçtikçe bu his, taşımın üzerindeki kara yosunları ile beraber soldu. Ben bir taşı yurdundan ederken bağlamından da koparmıştım. Kim bilir, benim gibi daha kaç insan hangi dağlardan hangi taşlara böyle el koymuş, dağ ile bir edemediği gönlünü biraz ferahlatmaya çabalamıştı. Elbette, daha ulvi amaçlarla da kayaçlar, fosiller ve dahi dondurulmuş canlılar Dünya’nın bir ucundan öbür ucuna taşındı. Veya bir zamanlar kolonyal amaçlara malzeme olmuş bu keşifler, sonrasında daha ulvi amaçlara hizmet etti. Tam da bu sayede yeryüzündeki yaşamın izini milyonlarca yıl geriye sürebildik. Evrimi idrak ettik. Bizim bugün görebildiğimiz biyoçeşitliliğin ötesinde bir çeşitlilik olduğunu keşfettik. Ve nihayet, Choi & Kim’in çalışmasından detaylıca incelenebilecek (2020) moleküler biyoloji alanındaki gelişmeler sayesinde yaşam ağacını her gün yeniden güncelleyebiliyoruz. En önemlisi, yeryüzünün ve canlılığın evriminde, türümüzü parçalardan bir parça olarak konumlayacak bakış açısını oluşturma fırsatını yakaladık. Canlılık piramidinin tepesinden inip kendimizi yapbozun bir parçası olarak görebileceğimiz, farklılık ve birliği bir arada algılayabileceğimiz bir fırsat… Yine de egemen söylemi değiştirmek için bu fırsatı kullanıyor muyuz?
Ursula K. Le Guin’e göre egemen söylemimiz mamut avcılarından kalmış “vurmaya, sokmaya, tecavüz etmeye, öldürmeye dair, Kahraman’a dair” bir hikâyenin devamı (Le Guin, 2020, s. 62). Yine Le Guin’in deyimi ile insanlığımızı bizden saklayan bu söylemin uzantısı tahakkümcü sistem ve sonuçları, bizi toplumsal, medikal ve ekolojik krizler çağına kadar sürükledi (Turhan, 2020). İnsan ve insan-dışını ikircikli bir yapıya sokan insan-merkezli kültürümüz bizi altıncı yok oluşa kadar sürüklüyor. Antroposen çağında, 1 milyon civarı canlı türünü yok olma eşiğine iterken 500 bin kara canlı türünün hayatta kalabilmesi için elzem yaşam alanlarını tamamen tahrip ettik (IPBES, 2019). Gezegenimizdeki canlı formları ile bağlantımız kopmuş durumda. Farklılıklarımızdan beslenip kendimizi üstün kılarken birlik ve aidiyet duygularımızı feda ediyoruz. Yaşamdaşlık imkanlarımızı ıskalıyoruz. Bir dağın zirvesinde yalnızız, koskoca yaşam ağacı ile birlikte olduğumuzu unutarak. Örümceklerden kara yosunlarına, bakterilerden alıç ağacına kadar her bir canlı ve onların yapı taşlarıyla ortak yaşam kodlarını ve moleküllerini paylaşıyoruz. Bu birliktelikte var olmak yerine ayrılık içinde yok olmanın pazarlığını yapmaya kalkışıyoruz. Halihazırda biyoçeşitlilik ve iklim krizine karşı almayı taahhüt ettiğimiz önlemler zaman kazanma çabasının ötesine geçemiyor. İçimden bir ses, ben bir bilim insanı olarak yaşamımızdaki birliğe dair ne kadar veriye ulaşırsam ulaşayım, hassas bağlarımızı ne kadar görünür kılarsam kılayım, evimize (oikos) ve yurdumuza (Dünya) olan zorunlu bağlarımıza dair ne kadar deney yaparsam yapayım bu söylemi kıracak kararlılığı kitlesel ve yasal olarak göstermediğimiz sürece bilimsel keşifler kaçan fırsatlar olarak kalacak, diyor. İnsanlığın başarı hikayelerinde pasif bir dönüm noktası olarak yer almaya devam edecek.
İşte şimdi, bu tahakküm kültürü, toprakları, sınırları, kıtaları ve okyanusları aştı da Mars’ın kayaçlarına kadar uzanıyor. Elbette, bu misyona baş koymuş her insanı aynı potada eritme niyetinde değilim. Olmam da mümkün değil. Yeni Mars Perseverance misyonu, canlılık tarihimizin eksik yapboz parçalarını tamamlama imkanını verecek belki de bilime. Perseverance, Mars’ın kayaçlarında ve “toprağı”nda mikroorganizmaların izini sürecek, örnekleri saklayacak ve zamanı geldiğinde Dünya’ya getirecek (Sample Handling, t. y.). Meraklıyım! Keşiflerin haberini belki de iştahla okuyacağım. Diğer bir yanım ise kaygılı. Bu Mars’a ilk keşfimiz değil ancak belki de Elon Musk’ın körüklediği Mars’ı kolonize etme ideali, medyada Mars’a yapılan son keşfin de bir fetih destanı gibi yankılanmasına sebep olmakta.
Peki, henüz Dünya üzerinde gezegendaş olmamış insanlık, gizemli bir gezegenin gizemli yaşamında karşılaştığı bir yaşam formu ile nasıl galaksidaşlık bağına soyunabilir? Kendi gezegenimize dair bildiklerimizle ulaşamadığımız yaşamdaşlık bilincini bir başka gezegende bulabilir miyiz? Bu tahakküm söylemi altında nasıl bilimsel merakımızın içinde kalır da kolonyalist bir yaklaşımın içine düşmeyiz? Mars’a dair yaşam tasavvurları bizi bir “B planı gezegen” umutlarına sürükleyebilir mi? Daha doğrusu, bu söylemin arkasında saklanacak sermaye odaklı politika, krizler çağında bizi köklü çözüm yollarından ne kadar alıkoyar? Mars bize hazır mı? Biz Mars’a hazır mıyız?
Homo sapiens’i bilme ve Homo faber’i keşfetme arzusundan ve icat etme vasfından alı koymamız gerekmiyor. Mümkün olduğunu da sanmıyorum. Ancak yeni Mars misyonu ve etrafındaki eleştiriler beşerî bilimlerle yaşam bilimlerinin daha sağlıklı bir diyalog kurma ihtiyacını bir kez daha vurguluyor. Homo narrans’ın kapsayıcı, yaşamdaş ve Gaia-merkezli bir söylem ve tutum kurgulaması sadece gezegen için değil belki de zamanı geldiğinde koskoca bir galaksi için de elzem olabilir mi?
Referanslar
Choi, J., & Kim, S.-H. (2020). Whole-proteome tree of life suggests a deep burst of organism diversity. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, 117(7), 3678–3686.
Holley, P. (2015, 3 Mart). Decades of human waste have made Mount Everest a “fecal time bomb.” The Washington Post. https://www.washingtonpost.com/gdpr-consent/
IPBES. (2019). Summary for policymakers of the global assessment report on biodiversity and ecosystem services of the Intergovernmental Science-Policy Platform on Biodiversity and Ecosystem Services (S. Díaz ve diğerleri, ed.). IPBES secretariat, Bonn, Germany.
Körner, C. (2013). Alpine Plant Life: Functional Plant Ecology of High Mountain Ecosystems. Springer Science & Business Media.
Le Guin, U. K. (2020). Çuval Kuramı ve Kurgu. Kadınlar Rüyalar Ejderhalar (s. 58–64). Metis Yayınları.
Losapio, G. ve diğerleri (2021). The Consequences of Glacier Retreat Are Uneven Between Plant Species. Frontiers in Ecology and Evolution, 8, 520.
Sample Handling. (t. y.). NASA Science Mars 2020 Mission Perseverance Rover. Şubat 27, 2021 tarihinde https://mars.nasa.gov/mars2020/spacecraft/rover/sample-handling/ alındı
Turhan, E. (2020). COVID-19 Sonrası “Yeni Dünya”: Bir Ortaklık Zemini Olarak Çevre Adaleti. Salgın Sonrası İçin Ekolojik Manifestolar—Mekanda Adalet Derneği. https://mekandaadalet.org/salgin-sonrasi-icin-ekolojik-manifestolar/