Ahtapottan Öğrenen: Posthuman

Ahtapottan Öğrendiklerim (My Octopus Teacher) Craig Foster’ın ahtapot dostuyla kurduğu derin bağın anlatısını içeren, duygu dolu 324 günlük bir günce-belgeseli. Bu belgesel sayesinde, diğer yaban yaşam belgesellerinden bariz bir farkla, tek bir bireyin, yani bir Octopus vulgaris’in (bayağı ahtapot) tüm yaşamına tanıklık etmekle kalmıyor, onunla Foster üzerinden biz de bir bağ kuruyoruz. Bir ahtapota bu denli duygusal olarak yaklaşmak, insan ile insan-dışı arasında inşa ettiğimiz engelleri altüst ediyor. Foster’ın ahtapot dostu için hissettikleriyle bütünleşiyoruz. Onunla olan yolculuğunda ona dair öğrendiklerine tanıklık ediyoruz. Sinematografik açıdan ise, onunla baş başa kaldığımız anların çarpıcı görüntüleri sonucunda, bu yazı aslında ahtapota dair hissettiklerimin bir “güzellemesi” olabilirdi. Oysa belgeseli ikinci defa izlememle Başak Ağın’ın Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu (2020) adlı yayınını okumam eşzamanlanınca şimşekler çaktı. Bu belgesel, kitabın birinci bölümündeki kilit sorulardan birine oldukça somut bir cevap sunuyordu:

– Posthuman kimdir?

– Ahtapottan öğrenen insan.

Bana göre Craig Foster bir posthuman. Belgeseli ise posthumanlaşma sürecinin bir tanıklığı. Tam da bu sebeple Ağın’ın sunduğu kavramsal açıklamalara sırtımı yaslayarak Ahtapottan Öğrendiklerim belgeselini, posthumana Foster üzerinden vücut buldurmak için kullanacağım.

Belgesel, Foster’ın içinden geçtiği zorlu psikolojik süreci betimlemesiyle başlıyor. Zamanında kayıt altına aldığı Kalahari’de yaşayan insan topluluklarının yaşadıkları coğrafyaya, yaşamdaşlarının izlerine ve insan-dışı ile kurdukları bağa öykünmesinden, Foster’ın kendi anlamlar dünyasını sorguladığını anlıyoruz. Foster, bu toplulukların doğanın içinde konumlandıklarını sezerken kendisini doğanın dışında hissettiğini itiraf ediyor ve doğaya dahil olabilmek için duyduğu özlemi ifade ediyor. Bu sözlerden, Foster’ın belgeselinde kendi insanlığını yeniden arayacağını ve bunun ötesine geçmeye çabalayacağını hemen anlıyoruz. Posthuman, insan ve insan-dışı ayrımını sorgulamakla kalmıyor, bundan derin bir acı da duyuyor.

Güney Afrika’nın ucunda, Fırtınalar Burnu’nda yosun ormanlarına dalarken Foster, yeni arayışını hemen belli ediyor: “Sık bir yosun ormanında oksijen tüpü takmak benim için ideal değil. Daha çok bir amfibi gibi olmak istiyorum.” Foster, kendi bedeninin sınırlarının kabulünde (nefes alma ihtiyacının farkında olarak) kendisini transhuman bir ideale yaklaştırmaya çalışmıyor. Human enhancement’a dair mükemmelleştirme ideallerinden uzak, sadece insan-dışı ile tüm “çıplaklığıyla” daha yakından bir temas kurma ihtiyacında. Dalgıç kıyafetlerini dahi reddetmesi yosun ormanı ile genişletmek istediği ten temasının en somut örneği. Diğer yandan, kamerası yoldaşı olmaya devam ediyor ve bizi bu sürece dahil etmenin medyumu oluyor. Posthuman, teknolojiyi merkeze almadan yoluna eşlik eden bir araçlar kümesi olarak görüyor.[1]

Okyanus ormanına varoluşsal olarak yaklaştıkça ve bu ekosistemi oluşturan canlılar arasındaki görünmez ağları gözlemledikçe, Foster bu yaşam alanını şöyle tanımlıyor: “En çılgın bilim-kurgularımızdan bile çok daha fazlası.” Bence Foster tam bu noktada posthuman dünyasına gerçekten adım atıyor. Daha önce sadece bilim-kurgunun dünyasına konu olabileceğine inandığımız yeni yaşam formlarına ve yaşam alanlarına tanıklık etmek ve bu yaşam biçimiyle bir olma arzusunu duymak “insan” düşüncesine dair hiyerarşik kalıpları alaşağı etmeyi gerektiriyor. Ağın da bizi daha ilk sayfalarından bu noktaya çekiyor: “Ancak bilim-kurgu, fantastik edebiyat, çizgi film gibi edebi türlerin ve görsel-işitsel medya türlerinin kendi doğal akışı içerisinde kolaylıkla yer bulan ve bu yollarla anlatılması kolaylaşan, insan ve insan-dışı varlıkların hiyerarşik biçimde değil, yatay bir düzlemde konumlandıklarını ifade eden düz bir ontoloji, posthümanizmdeki “posthuman” tanımını algılamamıza yardımcı olabilir.”[2] Posthuman, yeni bir gerçeklik algısının olabileceğinin bilincinde ve bunu deneyimlemeye hazır.

Foster, ahtapotu fark ettiğinde sabırla her gün yuvasına gidiyor. Bu tavırdaki nezaket ve alçakgönüllülük dikkatimizi çekiyor. Her istediğine tüm teknolojik araçları hizmetine alarak ulaşabileceğine dair inancın karşısında ahtapotun yaşam döngüsüne, av saatine ve yaşamsal sınırlarına saygı duyan bir tavır sunuyor Foster. Bu sabır ve azim ahtapotun onunla temas kurmasıyla sonuçlanıyor ve tam da bu anda Foster dahil hepimizin asosyal olarak tanımladığımız bir canlıya dair bildiklerimiz yıkılıyor: Ahtapot ilk adımı atıyor. Geri kalan 324 gün boyunca Foster, insan ile insan-dışının kurabileceği ilişkiye dair alışkanlıklarımızı yerle bir ediyor. Üstelik bu ilişkinin, ilişki kurmakta olağan gördüğümüz ve empatiye daha açık olduğumuz bir memeli ile değil de evrimsel açıdan milyonlarca yıllık bir ayrılığımız olan bir türle gerçekleşmesi Kartezyen aklın sınırlarını gerçekten zorluyor. Bu ilişki, insan-dışı ile ilişkimizi yeniden kurgulayabileceğimizin apaçık örneği oluyor. Foster ile ahtapotun ilişkileri boyunca iki insan arasında görmeye alışkın olduğumuz tüm duygulara ve deneyimlere Foster’ın açısından şahit oluyoruz: Birbirine merak, sınırlara saygı, güven kaybı, endişe, terk edilme, kavuşma, güven inşası, koruma içgüdüsü, bağlanma, yas, kabul, özlem. Foster, ahtapotun onunla kurduğu ilişkiden hiçbir çıkarının olamayacağını gözlemlediğinde ise bu ilişkinin çift taraflı olabileceği ihtimaline kendisini ve bizi açıyor: “Onunla aramızdaki sınırlar eriyor gibiydi. Tek hissettiğim şey onun saf ihtişamıydı.” Posthuman, insan ve insan-dışını “bir” kılıyor ve ötekileştiren insanın sonunu getirerek kapsayan bir insanın inşasına baş koyuyor.

Foster’ın, ahtapota dair gözlemleriyle kendi biyolojisinin sınırlarını idrak ettiğini fark ediyoruz. Ahtapotun av ve kamuflaj stratejileri, rengini ortamına göre değiştirebilmesi, yaralandığı uzuvlarını kısa sürede onarabilmesi, zayıflıklarını çok iyi bilmesi, Foster’ı tanıyabilmesi, beslenmesini mümkün kılan geometri algısı ve bir sürü diğer gözlemi sayesinde Foster’ın ona olan hayranlığı büyüyor. Ancak, ahtapotla kendisini eşit konumladığını tam olarak ondan öğrenmeye kendisini tamamen açtığında anlıyoruz.  Yaşamlarının birbirilerine eşzamanlandığını, onun yaşamının kendisininkini bir ayna gibi yansıttığını ifade ediyor. Böylece Foster başka bir posthuman gerçekliği deneyimliyor: “[P]osthümanizmdeki ‘posthuman’ kavramı [. . .] canlı ve cansız tüm varlıklar arasındaki etkileşimin sürekliliğine ve ‘birlikte dönüşümüne’ işaret etmektedir.”[3] Ağın’ın da belirttiği üzere posthuman, kendisini, bir transhumanın aksine, tek başına “olmuş” değil “beraber oluş” olarak tanımlıyor.

Son olarak, Foster’ın somut anlamda rizomatik bir anlayışı idrak ettiğini ve benimsediğini söyleyebiliriz. Foster, ahtapot ile kurduğu ilişki sırasında elde ettiği gözlemlerden yola çıkarak, ahtapotun, türdaşlarının, yaşamdaşlarının ve coğrafyasının birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olduklarını idrak ediyor. Bu ağ içerisindeki yerini “her şeye muktedir olan” olarak tanımlamıyor. Ahtapot ile avcısı ve avları arasına, yüreğine ne kadar ağır gelirse gelsin, girmemek için elinden geleni yapıyor. Ancak, bu ağdan kendisini tamamen de dışlamıyor. Bu sosyal ağın bir parçası olarak geliştirdiği etik sorumluluğu, kurduğu okyanusları koruma projesiyle somutlaştırıyor. Posthuman, insan ve insan-dışını kapsayan ağlar bütünündeki etik sorumluluğun farkındadır.

Böylece, belki de bir ahtapot, Craig Foster aracılığıyla bize bir posthuman olmayı öğretiyor.


[1] Ağın, Başak. Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu. Ankara: Siyasal Kitabevi, 2020. s. 28.

[2] Ağın, Başak. Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu. Ankara: Siyasal Kitabevi, 2020. s. 24.

[3] Ağın, Başak. Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu. Ankara: Siyasal Kitabevi, 2020. s. 30.

+ posts