Z. Gizem Yılmaz Karahan’ın Unraveling the Anthropocene projesi için Merve Tabur’la söyleşisi, Penn State University podcast’i olarak yayınlanmıştı. Sümeyye Aslan’ın çevirisi, Z. Gizem Yılmaz Karahan’ın redaksiyonu ve Başak Ağın’ın son okumasıyla, bu podcast’in Türkçe çevirisini sizlerle paylaşıyoruz.
Unraveling the Anthropocene: Race, Environment, and Pandemic’e (Antroposen’i Çözmek: Irk, Çevre ve Pandemi) hoşgeldiniz. Bu podcast sizlere Pennsylvania State University’ye bağlı Liberal Arts Collective (LAC) tarafından sunulmaktadır.
Disiplinlerarası bir grup olarak bizler beşeri bilimlerde vizyoner bir bakış sağlıyoruz; farklı çalışma alanlarını birleştiren bir topluluk yaratıyoruz ve farklı disiplinlerin birbirlerini bilgilendirip şekillendirdiklerinin altını çiziyoruz. Önceki etkinliklerimizle alakalı detaylı bilgiyi web sitemizde bulabilirsiniz: https://sites.psu.edu/liberalartscollective.
Bu sene yaşadığımız COVID-19 pandemisinden dolayı bu podcast serisini global ekolojik acil durumumuza bir müdahale aracı olarak başlattık. Araştırmacılar, aktivistler, sanatçılar ve topluluk üyeleri ile tartışmalarımıza dayanarak global ekolojik krizlerin politik karışıklıklardan, bulaşıcı hastalık salgınlarından ve ırksal şiddetten nasıl etkilendiklerini ve onları nasıl etkilediklerini inceliyoruz.
Merve Tabur: Merhaba, Unraveling the Anthropocene’e tekrar (Antroposen’i Çözmek) hoşgeldiniz. Bu bölümde, ben, Merve Tabur, Dr. Gizem Yılmaz Karahan’la bir konuşma yapacağım.
Dr. Yılmaz Karahan, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde doktor öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. (Shakespeare dışında) Erken Modern Tiyatro’da element ekoeleştirisi ve ekofobi alanında yazdığı tezi ile 2018 yılında Hacettepe Üniversitesi’nden doktora derecesini almıştır. Yakın zamandaki çalışmalarından bazıları English Studies dergisinde yayımlanan “Airy Agency in Early Modern English Drama: Ho Trilogy” ve ISLE dergisinde yayımlanan “Ecophobia as Artistic Entertainment” başlıklı makaleleri ile Profesör Simon Estok ile ortak yazdığı “The Ecophobia-Biophilia Spectrum in Turkish Theater: Anatolian Village Plays and Karagöz-Hacivat Shadow Plays” başlıklı kitap bölümüdür.
Bugün bize katıldığın için çok teşekkür ederiz, Gizem. Bu bölümde seni ağırlamaktan çok heyecan duyuyorum. Genelde konuşmacılarımıza projelerinden bahsetmelerini rica ederek başlarım, fakat bu sefer sana Türkiye’de yaşayan bir araştırmacı olarak pandemi ile alakalı kişisel deneyimini sormakla başlamak istiyorum. Pandemide Türkiye’de hayat nasıl? Senin için geçen Mart’tan [Mart 2020’den] itibaren neler değişti? Pandemi senin araştırmacılığını hem kavramsal olarak hem de materyal olarak nasıl etkiledi?
Z. Gizem Yılmaz Karahan: Öncelikle, Merve, beni bu harika podcast serisinin bir parçası yaptığın için ben teşekkür ederim. Gerçekten çok güzel bir podcast; ben de her bölümünü ilgiyle takip ediyorum ve benim için de çalışmalarımı burada paylaşmak büyük zevk.
Pandemiden bahsedecek olursak, Katherine Hayles’ten bir alıntı ile başlamak isterim çünkü Hayles üç başlık altında bizim çevresel süreçlerle olan dinamik ilişkimize dair yeni bir kavramsallaştırma önerdi: Bütün insanların etnik, ırksal, jeopolitik ya da diğer farklılıklarına rağmen ortak noktalarına değinen ortak bir tür olarak insanlar, farklı türlerin birbirine nüfuz etme şekillerine değinen biyosimbiyoz içerisinde türler ve son olarak içinde bulunduğumuz durumu anlatan ve yapay eyleyicilerin, özellikle de yapay zekaların içinde bulunduğumuz dünyayı şekillendirmek amacıyla aktif şekilde insanlarla işbirliğinin yollarını kabul eden sibersimbiyoz içerisinde türler… Bu kavramları, Hayles’in Mayıs 2020’de yayımlanan “Novel Corona: Posthuman Virus” makalesinden aktarıyorum.
Katherine Hayles’in kategorilerini inceleyecek olursak COVID-19 aslında sosyal, ekonomik ve ekolojik hayatlarımızın sürdürülebilirliği için birbirimize ve bütün türlerin birbirine nasıl bağlı olduğunu, ehayatlarımızın sosyal hayatlarımızla nasıl iç içe geçtiğini gösterdi. Birbirinden ayrılamaz durumdalar. Ve bu salgın, daha önce sahip olduğumuz normal hayatlarımızın da sürdürülebilmesi için siber bir hayatın içerisinde de olmamız gerektiğini, bunun zorunluluğunu gösterdi. Bu da bizim normalimiz haline geldi. Ben de şu anda sizlerle Zoom üzerinden konuşuyorum ve bu podcast serisini yapıyoruz. Kozmik enerjiyi sizinle fiziki bir odada paylaşmak isterdim aslında fakat şartlar şu anda bunu gerektiriyor. Bu salgın, eğitim, ibadet, iş hayatı, hatta zaman algımız gibi kültürel pratiklerimizi de değiştirdi. Zaman algımız zorunlu bir şekilde fiziksel zamandan dijital zamana doğru kaydı. COVID-19 salgını hepimizi fiziksel olarak mesafeli hale getirmiş olsa da dijital anlamda bağlı hale getirdi. İçinde bulunduğumuz pandemi insanların öteki varlıklarla olan kaçınılmaz ilişkisine de dikkatimizi çekti. Bu varlıklar mikroplar, bakteriler, virüsler, insan-olmayan hayvanlar, bitkiler, madde, robotik bedenler, element bedenler, inorganik bedenler ve daha birçoğu gibi varlıklar — ki bazıları tehlikeli de olabilir. Yani bu pandemi bütün pratiklerimizi ve hatta dinden eğitime tüm kurumları da dijital anlamda etkiledi, ve evet, bizi daha bağlı hale getirirken sosyal anlamda daha izole ederek bizi dönüştürdü. Fakat, en azından şu anda anlayabiliyoruz ki aslında gayet de posthüman ve gayet de çılgın bir dünyada yaşıyoruz.
Online eğitimi de içine alan bu zorunlu dijital dönemi bizzat ben de deneyimledim. Söylemeliyim ki bu durumun avantajları da dezavantajları da var. Tabii, evde okuma ve araştırma yapmak için daha fazla vaktim oldu. İlginç bir şekilde ev işlerini de yapabildim, mesela… Ders aralarında yemek yapabildim; bu da benim için hem yeni hem de farklı bir deneyimdi. Birçok yayıncı kitaplarını erişime açtı, örneğin… Bu da benim insanlığa olan inancımı tazeledi. Dünya çapında çok geniş bir akademik iş birliği doğdu. Ben de “Yaşasın, sonunda bu da oluyor!” dedim… Hepsi bir pandemiden ötürü… Bütün o ölümler ve içinde yaşadığımız sefaleti düşününce tabii ki bunun korkunç bir şey olduğunu ben de biliyorum; fakat ben pozitif yönlerine odaklanmak istedim.
Ancak diğer bir yandan enerjilerin iç-akışını kaybettik. Derslerimde öğrencilerimin enerjilerini hissedemedim. Eskisi gibi değildi. Yalnızca bir kameraya bakıyordum ve yanıtlarını anlamıyordum. Dinleyip dinlemediklerinden dahi emin olamıyordum. Mesela diyordum ki “Evet, sıra sende şimdi, Merve” ama Merve orada değil, toplantıya/derse katılmış ama odadan ayrılmış! Bunlar da dezavantajları…
Tabii ki her insan da bizim kadar şanslı değildi. Bazı insanlar para kazanmak için tehlikeli şartlarda dışarıya çıkmak zorunda kaldılar. Bu da salgının sosyal sınıflar üzerindeki etkisini gösterdi. Ben pandeminin başladığı andan bu yana eşimle ve şu anda [röportajın yapıldığı tarihte] 3 aylık olan kızımla beraber evdeyim. Ailelerimizi yalnızca haftada bir kere görüyorduk ve bunu işimiz(in doğası) sayesinde yapabiliyorduk. Fakat birçok insan evde kalmak istemesine rağmen dışarıya çıkmak zorunda kaldı ve hastalık ve enfeksiyona karşı daha savunmasız hale geldi. Bazı öğrencilerim evde bilgisayarları bile olmadığını söylediler, bu da online eğitimin çetin bir sonucuydu. Bazılarının evlerinde internet bağlantıları yoktu, interneti olmayan köylerde yaşıyorlardı; bunlar online eğitimi çok zor, hatta bazen de anlamsız hale getirdi. Bu zorluklara da göğüs germek durumunda kaldık.
Şu anda [röportajın yapıldığı tarihte] ülke çapında haftasonları tüm gün, hafta içleri de gece saat 9’a kadar geçerli olan tam kapanma halindeyiz. Türkiye’de ölüm oranları hala çok yüksek. Umuyorum ki bu pandemi ve bu dijital bağlantılılık hali tüm gezegene şifalı enerjiler verir. Benim arzum bu yönde.
Tam kapanma kişisel olarak benim araştırmacılığımı da etkiledi. Tam kapanmanın en başında hamile olduğumu öğrendim. Bu da tabii ki hayret, mutluluk ve heyecan getirdi, evet, ama çok da endişeliydim çünkü artık benim içimde büyüyen ve bedenimi paylaşan başka bir ruhun sağlığından da sorumluydum. Bu benim en büyüleyici hikâyemdi: Bedenimin içinde olan bu dolanık, doğal-kültürel oluşum… Ve bedenimin özünde de benim ve eşimin kalıtsal mirasının çoklu-zamanlara ilişkin, kozmik, çoklu-türlere dair bir hikâyesini paylaşıyordum. Bebeğimin bedeninin benimkinin içerisinde nasıl oluşageldiğini düşünüyordum. Bu bir mucizeydi ama aynı zamanda korkutucu, çekingenlik veren, hatta tüm maddelerin birbiri içine geçişini [virüs ve bakterileri kastediyor] düşünürsek iğrendirici bile olabilecek bir deneyimdi. Evet, harika, mucizevi ve kutlanası bir şeydi, ama garipti de, kötü hissettiriyordu. Her şeyi, gerçekten her şeyi paylaşıyordum. Kızım, bedenimin her anını dinliyordu; ne yaparsam yapayım, içimde büyüyen bedenden kaçamıyordum. Bu da zaman zaman korkutucu olabiliyor. İkimizin beraber nasıl öykülü bir madde oluşturduğunu da düşündüm. Çok sevdiğim ve öğrencisi olduğum için çok şanslı hissettiğim hocam Serpil Oppermann’ın Serenella Iovino ile birlikte geliştirip kuramlaştırdığı maddesel ekoeleştiri(den bahsediyorum). Öykülü madde kavramını onlar literatüre kazandırırken maddenin nasıl anlam ve hikâyelerle dolu olduğunu gösterdiler.
Maddesel ekoeleştiri maddenin iç içe geçmiş söylemsel biçimler olarak betimleyici yönüne dikkat çekerek hem kendi içimizdeki hem de insan-olmayan bedenlerle kırılgan ilişkileri yeniden şekillendirir. Yani bu, Karen Barad tarafından da öne sürülen içten-etkimeye de örnek olup insan-olmayan eyleyicilerin bağımsız şekilde, insan müdahalesine ihtiyaç duymaksızın nasıl kendi hikâyelerini anlattıklarına değinir. Bu tanımı düşündüğümde aklıma hep DNA gelir çünkü 1993 basımlı Genlerin Dili kitabında da biyolog Steve Jones DNA’nın öyküleme gücüne değinmiş ve her bir DNA kesitinin atalarımızdan bir mesaj içerip insan evriminin bütüncül bir hikâyesini anlattığını söylemiştir. Bu da demektir ki yalnızca DNA’ya bakarak da insan evriminin hikâyesini okuyabiliriz, zira insan hayatının hatta genel anlamda hayatın en başından itibaren öyküsü buradadır. Steve Jones der ki “Canlı her birey yaşayan bir fosildir ve içerisinde insan türünün doğumuna dair kaydı taşır.” Bence bu nefis bir şey!
Aslında aynı bilgi birikimi ya da arşiv, ne demek isterseniz, kozmik enerjiyi paylaşan tüm varlıklar için de vardır; ama ben (o dönemde) kendi bedenime odaklanmıştım çünkü tabii ki hamileydim ve kızımla beraber dönüşüyordum. Bizim de nasıl hikâyelerle dolu olduğumuzu düşündüm. O anda benim bedenim kızımın hikâyesine ev sahipliği yapıyordu. Daha da ilginç olan, varlığımızı dolduran bu hikâyeler yalnızca insanlara ait değil. Bu noktada insanın da ne olduğunu sorgulamaya başladım. Tabii ki bu kavramlar üzerinde halihazırda çalışıyordum ama bunu ilk elden deneyimlemek çok farklıydı. “İnsan nedir?” Tanıdığım herkes hamileliğimin haberiyle bayram etti, “Yaşasın, bu harika!” dediler. Fakat bu kutlamalara sebep olan bedenler insan vücudunu bir nefret ve iğrenme kaynağı olarak algılatan şeylerdi de aynı zamanda. O yüzden iğrendirici kelimesini kullandım. Bu çok değişik bir deneyimdi çünkü vücudumun yalnızca güzel yönlerini paylaşmıyordum, bilirsiniz, aynı zamanda insan bedeninin temelini oluşturan mikropları, bakterileri ve parazitleri de paylaşıyordum. Yani bu değersizlik bir takdir ve güzellik sebebiydi de. Hamileliğimle beraber bedenimin maddesel yanına derinden maruz kaldım. Bu, insan-merkeziyetçilikte korku, nefret ve iğrenmeyi çağrıştırır çünkü insanların ayrıcalıklı kültürel öznelliğini öne sürerken insanların kültürel anlamda üstün olmadıklarını, bir hayvan bedeninde olduklarını ve hayvan bedenleriyle ilişkili olduğumuzu da hatırlatır. Sonuç olarak bu da huzursuz bir kaygıya neden olur. Ben de insan bedenlerinin insan-olmayan bedenlerle ne kadar iç içe olduklarını düşündüm. Virüsler bunlardan (bu insan-olmayan bedenlerden) yalnızca bir tanesi. Kendi genetik kodlarını yayarken virüsler de diri ve ölü arasındaki çizgiyi flulaştırıyorlar. Kendi içimdeki embriyo da bir diri/ölü idi. Ben hep bunları sorguluyordum.
Virüsler kendi aksamlarını kullanarak bir ev sahibi hücreye yerleşirler ki organik varlık gibi eylem gösterip üreme yapabilsinler – tıpkı benim güzel bebeğim gibi. Çoklu-türlere ait bir oluşum ile insan ve viral eyleyicilerin varlıkları kesişip rastgele bir olgu yaratmaktalar. Üstelik bu olabilecek birçok olasılıktan biri olmakta. Bu da bir posthüman oluşum, bir posthüman birliktir. Yani hem benim bedenim hem de bebeğim beni ve eşimi oluşturan politik ve ekonomik dinamiklerin, coğrafi ve dijital etkenlerin, kültürel ve sosyal olguların, maddesel ve söylemsel oluşumların bir posthüman birlik alanını oluşturuyordu aslında. Bebeğim bu durumda birçok farklı eyleyicinin sonucu oluyor. Bu da hem mükemmel hem de dehşetli bir şeydi.
Burada kuantum fiziği ve feminist teorilerle ilgilenen Karen Barad’ı (bir kere daha) anmak isterim. Barad, eyleyici gerçekçilik olarak tanımlanan posthümanist bir teori oluşturmuştur. Bu kavram eyleyiciliği insan niyeti ve öznelliği ile hizalanmış bir şey olarak değil, dolanıklıklarımızı yeniden şekillendiren bir irade, bir olasılıklar bütünü olarak görür. Bu durumda eyleyicilik içten etkiyen bir yapma, bir olma şeklidir. Burada –intra ön eki içten etkimeyi anlamak için önemlidir, zira bedenler arasını tanımlayan –inter’den ziyade hem bedenlerarası hem de bedenin kendi içindeki etkimeyi anlatan -intra kullanılmıştır. Bu bağlamda, embriyonun eyleyiciliği beni şekillendirirken ben de onu değiştiriyordum ve etrafımızdaki eyleyici kuvvetler de bizi şekillendiriyordu. Kozmik eyleyiciler, viral eyleyiciler, politik eyleyiciler… Skalayı ölçemeyiz bile… Bu durumda öznellikler bahşedilmez, devamlı oluşagelir. Bu da dünyanın aslında ne kadar posthüman olduğunu gösterir çünkü ben ne zaman üzülsem ya da psikolojik anlamda çöksem bebeğim de bir şekilde etkileniyordu, dolayısıyla ben de daha dikkatli olmak zorundaydım. Bu da her saniye öteki etkenlerden nasıl etkilendiğimizi gösteriyor. Hem şahane, hem dehşet verici… Şimdi [röportajın yapıldığı tarihte] kızım Dolunay 3 aylık ve bu ismi seçtik çünkü etrafındaki ışığı şu an içinden geçtiğimiz gibi karanlık zamanlarda şifa olacak şekilde yansıtmasını istedik.
Şu anda deneyimlediğim bir başka abject deneyim süt emzirme [abject: Kristeva’nın terimi – iğrenme ve çekicilik duygularının eş zamanlı yaşanmasını ifade eder]. Bu da çok ilginç. Şaman Türklerinde anne sütü doğaüstü ve kutsaldı ve annenin bir damlasını bile israf etmemesi gerekirdi. Bu da ilginç çünkü bu süt yalnızca çocuğun o anı için gerekli olarak hazırlanıyor. Yani süt de içten etkiyen bir varlık oluyor. Bir başka deyişle, çocuk bir sebepten iyi hissetmese süt o sarih probleme çare oluyor. Süt şifalı, güven verici bir hayat oluyor çocuğun ruhu, bedeni ve zihni için. Emzirerek ben de kültürel, psikolojik ve maddesel mirasımı paylaşıyorum ve bebeğimle bedensel öykülerimizi ve anlatılarımızı beraber yazıyoruz. Ve bu da çok değişik bir deneyim. Yani hamileliğim ve emzirme deneyimim bedensel anlamda ne kadar kırılgan olduğumuzu anlamamı ve sayısız yaşam formunu (insan, insan-olmayan ve belki de ismini dahi koyamadığımız nicelerini) düşünmemi sağladı.
Merve Tabur: Bu zengin kişisel yanıtın için çok teşekkürler, Gizem. Bebeğinin adını, Dolunay’ı çok sevdim; çok güzel bir isim. Hamileliğin ve bedensel bilgi üretimin hakkındaki, ve pandemi, ekoloji, çok-türlülük, dolanıklık, posthümanizm ile kendi bedenin ve hamilelik deneyimini birleştirmen ve emzirme hakkındaki fikirlerini çok sevdim. Buradan araştırmalarına geçmek istiyorum.
Az önceki yanıtında zaman kavramının pandemi ile nasıl değiştiğini söyledin. Bir yandan distopik bir gelecekte ya da bilim kurgu hikâyelerinde yaşıyor gibiyiz öte yandan tarih tekerrür ediyor çünkü pandemi tarihte birçok kez yaşandı ve senin araştırmaların erken dönemlerde hastalık, bulaşma ve pandeminin edebiyattaki yansımalarını inceliyor. Meşhur 17. yy. Osmanlı seyyahı Evliya Çeliebi’nin ve 14. yy. sonu-15. yy. başında yaşamış Osmanlı cerrahı Şerafettin Sabuncuoğlu’nun eserlerinde yazılı ve görsel tasvirleri inceliyorsun. Bu medikal ve çevreci beşeri bilimlerin birleştiği disiplinlerarası bir çalışma. Evliya Çelebi ve Şerafettin Sabuncuoğlu’nun eserlerindeki incelemelerinin detaylarına girmeden önce kendini teorik olarak ve metodolojik anlamda nerede konumlandırdığını merak ediyorum. Teorik anlamda seni etkileyen Katherine Hayles, Serpil Oppermann ve Karen Barad gibi bazı isimleri zikrettin, fakat metodolojinden de biraz bahseder misin? Hangi modern ve erken modern felsefi ya da tarihi çerçeveleri kullandın?
Z. Gizem Yılmaz Karahan: Tekrar teşekkür ederim, Merve. Hastalık hikâyelerine bakarken virüslerin mesajlar ilettiğini ve DNA gibi insan evriminin parçalarını içerdiklerini fark ettim. Tarihteki önemli insanları da resmen yok ettiler. Machu Pichu ve Tulum uygarlıklarının tarihten silinme sebebinin çiçek, kızamık, Salmonellosis, kabakulak gibi Avrupa’dan gelip bu hastalıklara bağışık olmayan insanların çoğunu öldüren hastalıkların yayılması olduğu düşünülüyor. Benzer şekilde Kolombiya’daki Ciudad Perdida da o zaman orada yaşayan insanların bilmediği bir hastalıktan etkilenmişti. Bu hastalıkların İspanyol istilacılardan geldiği düşünülüyor. Örnekler çoğaltılabilir. Kısacası, tarihe bakınca, senin de dediğin gibi, tarih sayfalarının bu tip hikâyelerde dolu olduğunu görüyoruz. Bir yandan apokaliptik bir gelecek senaryosunda yaşıyor gibiyiz ama aynı zamanda geçmişi tekrar yaşıyoruz. Belki de dersler almak ve kozmik mirasımızı anlamak için geçmişe bakmak gerekir.
Ben çalışmalarıma kendimizi hastalıktan korumak için aldığımız önlemlerdeki benzerliği görüp şaşırınca başladım. Türk cerrah Şerafettin Sabuncuoğlu tarafından yapılan öneriler: Sık sık el yıkama, kalabalıktan uzak kalma, sosyal mesafe, kaliteli ve sağlıklı yiyecek tüketmek, istirahat etmek, olabildiğince evde kalmak ve bulaşma riskine karşı yüzü kapatmak bugünkü COVID-19’a karşı alınan önlemleri hatırlatıyor. Benzerlikten ziyade aynılar hatta. Bulaşıcılığın kültürel-doğal hikâyelerini anlatmak ve bu önerileri Türkler için açık hale getirmek amacıyla, Sabuncuoğlu görsel olarak minyatürü seçmiştir ve bazı tedavileri anlamak için görsel imgelerden faydalanmıştır.
Bu açıdan bu minyatürler birer öykülü madde haline gelmektedir. Bu yüzden öykülü madde kavramını Sabuncuoğlu’nun minyatürlerinin altını çizmek için kullandım çünkü bu minyatürler bir maddesel ve söylemsel amalgam, bir karmaşıklık teşkil etmektedirler. Bunlar viral hastalığın hikâyesini resimler ve medikal detaylarla anlatmaktadırlar. Bu tip öneriler Antik Çağ tıbbında da mevcuttur. Benzer öneriler için oraya kadar da gidebiliriz ve yine ritüelistik medikal öneriler bulaşıcı hastalığın maddesel gerçekliğiyle bir araya gelir. Antik Yunan’daki şifa geleneğine göre hasta kişinin bir kurban ritüeli gerçekleştirip ardından tapınakta uyuması gerekir. Sonra da temizlenip istirahat etmesi gerekir. Bakın, aynı işte… Bu yalnızca daha ritüelistik, o kadar. Gerekirse, kimyasallarla değil de organik bitkiler ile yapılan ilaçlar alınabilirdi. Sonraki adım da yediğine-içtiğine dikkat etmekti. Yani temiz kal, istirahat et, güzel ye ve hala iyi hissetmiyorsan ilaçlardan yardım al.
Ünlü Pers cerrah İbn-i Sina da bunları tavsiye etmiştir. İbn-i Sina’nin ölmeden önceki son sözleri şöyledir: “İnsanlara üç şey tavsiye ediyorum: Temizlik, perhiz ve çalışma.” Yani bence her şey tekerrür ediyor. Bu da yine bir insanın kendini bulaşıcı hastalıktan korurken kullandığı yöntemlerin Antik Yunan’dan modern zamana kadar hep inanılmaz bir benzerliği olduğuna işaret ediyor. Hem antik çağlar hem modern dünya, ritüeller ile maddenin öyküsünü anlatarak hastalıkların, dini ve ritüelistik öğretilerin, medikal bilginin ve kültürel hayal gücünün karmaşık dolanıklığı olarak öykülü maddeyi gösteriyor. Düşünmemiz gereken birden fazla dinamik var. Bu detaylar daha sonra Hipokratik ve Galenik geleneklerde de devam etti. Bu gelenekler bedeni, sıvılarının ve salgılarının element kuvvetler ile beraber her seferinde dönüşen bir canlı olarak görür, bu bana ilginç gelmişti. Özellikle Galenik gelenekte vücudun dengesi dört elementle ilişkili vücut sıvılarının[1] dengesine bağlıdır. Bu insan-olmayan aktörler insan bedenine yanlış şekillerde girerse, bu kozmik öyküleme/paylaşma huzursuzluk verir.
Bu dengeyi yemek-içmek ve nefes ile de birleştiren Galenik gelenekte, Empedokles tarafından evrenin rizomatası, yani evrenin kökleri olarak adlandırılan bu dört element, sindirim ve solunum gibi bedensel süreçlerle dönüşüp dört bedensel sıvı haline gelir; ama bu değişim doğru şekilde olmalıdır. Bu element korelasyonu, insan bedenlerinin aslında posthüman eyleyicilere ve yeryüzüne ve evrene ait öykülemelere nasıl bir alan teşkil ettiğini göstermektedir. Antik çalışmalara da dayanarak Şerafettin Sabuncuoğlu, fiziksel ve mental hastalıkları tedavide element ve akustik eyleyicilerin şifalı gücünü kullanmıştır. Bu element eyleyicilerden Sabuncuoğlu’nun kullandığı sudur; suyu hastalık tedavisinde kullanır; akustik eyleyici de müziktir; bu da çok önemlidir. Cerrahiyetü’l Haniyye ve Mücerrepnâme adlı kitaplarında cüzzam ve veba gibi bazı bulaşıcı hastalıkların tedavileri için de medikal minyatürler çizmiştir. Bu minyatürler bazı hastalıkların insan kuvvetleriyle ve hayal gücüyle dolaşıklığındaki eyleyici kapasitelerini göstermeleri açısından ayrıca önemlidir, bu yüzden bence çok önemliler.
Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi’ye gelecek olursak, kendisi kültürümüzde çok önemli bir figürdür çünkü kaçınılmaz olarak birçok hastalıkla karşılaştığı seyahatlerini Seyahatname’sinde aktarmıştır. Bu tabii ki bulaşıcı hastalıklar tarihi için yazınsal ve tarihi bir katkı olmuştur. Bu eser, Evliya Çelebi’nin yaşadığı dönem olan 17. yy.’da kültürümüzde kaç tane bulaşıcı hastalık olduğunu göstermek için önemlidir fakat Evliya Çelebi’nin aynı zamanda belli hastalıkların nasıl kültürel tahayyülle iç içe olduğunu da belirtmesi açısından ayrıca önemlidir. Kültürel tahayyüllerin bazı hastalıklara göre nasıl şekillendiğini gösteriyor. Örneklerini birazdan vereceğim. Şimdi bu söylediklerimin hepsini düşününce, hem Sabuncuoğlu’nun minyatürleri hem de Evliya Çelebi’nin seyahat kayıtları doğalkültürel kesişim noktalarımıza temas etmektedirler – ki bunlar da kültürel tahayyülümüzü şekillendirmektedirler. Bu durumda maddesel ekoeleştiri açısından bakarsak öykülü birer maddeler.
Donna Haraway’in When Species Meet kitabında geçen “her tür, çoklu türlerin bir güruhudur” sözlerini (“Every species is a multispecies crowd”) – ben de bu sözleri çok severim – ve üst üste örtüşen bu minyatür ve seyahat hikâyelerini de düşününce insan şunu merak ediyor: İnsanın ne kadarı aslında hümanist felsefenin bahsettiği şekliyle bir insandır? Bedenimiz diğer türlerle dolu, biz çok-türlü birer yığınız ve bunu Sabuncuoğlu’nun minyatürlerinden de Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinden de anlıyoruz. Ne kadar o hümanist paradigmanın “İnsan”ıyız ki? Element, viral ve bakteri oluşumları ile beraber bizim oluşumumuz benliklerimizin insan-olmayan eyleyicilerden ne kadar etkilendiğini ortaya koyuyor. Dolayısıyla da Haraway’in türlerarası performativitesi ile eşörüntülü hale geliyoruz.
Hem Evliya Çelebi’nin yazıları hem de Sabuncuoğlu’nun minyatürleri insan araştırmaları ve tahayyülü ile Evliya Çelebi’nin eserlerinde geçen şehirler ve seyahati kolaylaştıran atlar gibi ya da Sabuncuoğlu’nun eserlerinde geçen ve tedaviyi mümkün kılan bitkiler ve insan-olmayan hayvanlar gibi insan-olmayan eyleyicileri birleştiren posthüman oluşumlardır. Bu bence harika bir şey. Bu posthüman oluşumlar insan öznelliğinin tekilliğini birbirine bağlılıkla değiştirdi. Bizler, üzerinde posthüman hikâyeler yazılan bedenleriz. Biz aslında evrenin ta kendisiyiz. Hümanist anlamda değil tabii ki; sürekli bir enerji akışının parçası olduğumuz için… Burada hep Mevlana’yı hatırlarım: “Sen vecd halinde hareket eden bir evrensin.” Tabii bu posthüman anlayışa nazaran daha mistik bir bakış açısı ama yine de çok iyi bir söz; yani dikkatli ol, sen kozmik enerjinin bir parçasısın ve o kozmik enerji kendinden geçer halde hareket edip duruyor, yerinde durmuyor. Sen de duramazsın, sen de her zaman değişip dönüşüyorsun (diyor).
Merve Tabur: Teşekkürler Gizem. Dinleyicilerimiz için: Şerafettin Sabuncuoğlu’nun eserinin şekilsel kısmına daha sonra değineceğiz. Web sitemizde minyatürlerinin örneklerini bulabilirsiniz. İçinde bulunduğumuz pandeminin durumunu tarihi bir perspektiften düşündüğümüzde gerçekten ilginç oluyor. Antik tedavilerin ritüelistik yönünden bahsetmen ilgimi çekti çünkü şu anda el yıkamak gibi basit bir eylem de bir ritüele dönüştü. En azından benim için öyle, hani “İyi ki Doğdun” şarkısını iki kere söyleyecek uzunlukta yıkamamız önerildi ya 20 saniyeyi doldurmak için, sanki el yıkamak gibi otomatik bir eylem şarkıyla birleşince bir ritüelistik aurası oluştu. Bu da antik geleneklerdeki ritüelistik elementlerin bugünkü pratiğimizde de var olduğunu gösteriyor.
Z. Gizem Yılmaz Karahan: Harika fikir, teşekkürler!
Merve Tabur: Bir sonraki sorum yine araştırman ile alakalı olacak. Belki metinlerin ve görsellerin detaylarına girerek… Öykülü madde, çoktürlülük, içten etkime, dolanıklık, posthümanizm gibi liberal hümanizmin insan-merkezciliğini sorgulayan terimlere değindin. Bu terimlerin Evliya Çelebi ve Şerafettin Sabuncuoğlu’nun eserlerindeki yansımalarını nasıl okuyorsun? Bu modern posthümanist ve yeni materyalist kavramların Osmanlı’daki doğa ve insan-insan olmayan ilişkilerinde nasıl göründüğünü, belki biraz Osmanlı hümanizmi ve zamanın Osmanlı kozmolojisine değinerek anlatabilirsin. Onların insanın dünyadaki ve evrendeki yerine ve insan ile insan-olmayanların ilişkisine dair anlayışı neydi?
Z. Gizem Yılmaz Karahan: Deneyeceğim, bu harika soru için teşekkürler. Mistik anlamda Mevlana Celaleddin Rumi ve Yunus Emre evrenle bir olmaya işaret ediyorlar. Her varlığın kendine has bir canı var ve buna saygı duymalıyız. Hiç kimseyi, hiçbir şeyi, hatta bir taşı bile incitmemeliyiz çünkü o da Bir’in bir yansıması. Bu da bana çok posthümanist gelmekte. Tabii çok farklı, çok mistik bir perspektiften bahsediyoruz ama yine de ana argüman çok benzer.
Batılı posthümanizm ve Anadolu’daki Bir fikrinin arasındaki bir farkı söylemem gerekirse o da Anadolu’dakinin ikilemlerle dolu olmamasıdır. Buradaki kastım, Batılı felsefenin hep bir şekilde ikili sistemle dolu olduğudur; bunlardan en temellerinden biri, biliyorsunuz, Kartezyen akıl/beden ayrımıdır. Fakat bizim kültürümüzde ikisinden birini seçmek zorunluluğumuz olmasa da bizde de bir üçlü sistem var: Beden/akıl/ruh. Bana kalırsa Batılı felsefede o ruh eksik. Bizim perspektifimizde canlı ya da değil, her varlığın bir ruhu vardır ve bu sebeple de saygıyı hak eder. Mevlana ve Yunus Emre’nin eserlerinde bu etkiyi görürüz. UNESCO bu seneyi ölümünün 700. yılını anmak amacıyla Yunus Emre Yılı ilan etti. Yunus Emre’nin varlıkların oluşumunda ve sürdürülmesinde aşkın gücüne dair olan inancı benim ilgimi çekiyor. Yunus Emre’den önce Empedokles benzer bir fikir öne sürer. Tabii, o Yunus Emre’den çok çok daha önce gelmiştir; kendisi Sokrates öncesi bir filozoftur. Varlığı iki güce bağlamıştır: aşk (philia) ve savaş (neikos). Empedokles’e göre dünyadaki elementlerin dengesi bu iki güce bağlıdır. Bu da Heraklitos’un savaş ve kavga ya da Anaximenes’in ceza ve adalet kavramlarıyla uyumludur. Birbirlerine benzeseler de ben Empedokles’in fikirlerini beğeniyorum.
Empedokles der ki aşk elementleri birleştirir; savaş ise onları ayırır. Bazen hepsi birleşip tek olurlar bazen de ayrılıp birçok parçaya bölünürler; yani devamlı bir dönüşüm vardır. Benzer şekilde Yunus Emre aşkın bizi tek hissettirdiğini söyler çünkü aşk dünyevi ve dünyadışı, yıldızlararası ve kozmik enerjileri birileştirir; hepsi aşkla doludur. Savaş özümüzü ve ruhumuzu ve bu kozmik eyleyici aktarımı fark etmemizi engeller, o aktarımı bloke eder. Bana göre bu kişilerle posthümanizm arasında bazı benzerlikler söz konusu.
İbn-i Sina’dan bir örnek vermek isterim burada. O da ilginç bir şekilde, özellikle minerallerle alakalı kitabında yalnızca ruhsal anlamda değil, maddesel anlamda da Bir olmaktan bahseder. Bütün bedenler sonsuz olasılıklarla ve sınırsız şekilde örtüşen hikâyeler içerisinde ve devamlı yeni hikâyeler üreterek birbirlerine dönüşürler. Burada yine öykülü madde kavramını hatırlıyoruz. Minerallerle ilgili kitabında İbn-i Sina hayvan, toprak ve suyun taşa dönüştüğünü anlatır. Der ki önce elementlere dönüşürler, sonra sıcak, soğuk, nem ve kurulukla karşılaşıp dominant element olan suyla karışık toprağa dönüşürler ve mineraller sayesinde taşa dönüşürler. Tabii bu basitleştirilmiş anlatımı. İbn-i Sina da ilginç şekilde maddenin çeşitli organizmalarla, element olgularıyla, yani hikâyelerle dolu olduğunu söyler. Bu durumda da birçok varlığın dünyevi yolculuğunun yazılı olduğu bir posthüman hikâyeden bahseder aslında. Bu da Haraway’in çok-türlülüğüne de göz kırpıyor.
Şimdi Evliya Çelebi ve Sabuncuoğlu’na bakacak olursak Evliya Çelebi’nin eserinin de bu çok-türlü hikâyelere değindiğini görürüz. Mesela Yedikule mahallesinin adının salgından geldiğini söyler. Gayrımüslimlerin zamanında hastalıklı yerlerden gelen insanların yedi gün bekledikleri yerdir burası. Yani yedi gün-yedi kule. Bu karantina günlerinde İstanbul’a girmeleri yasaklanmıştı. Bu da kültürel mekânlarda salgın hastalığın öyküleme gücünü gösteriyor. Çelebi ayrıca büyük bir sütunun insanlığı salgına karşı korumak amaçlı büyülendiğinden ve Bayezid Han Türk Hamamı’nın inşaasında bu sütunun yıkılmasının İstanbul’da bir salgına sebep olduğundan bahseder. Bu hayal de olsa inanılan bir şey. Bu salgın, Sultan Bayezid’in oğullarından birini de öldürmüştür hatta. Kültürel tahayyül ile hastalığın maddeselliğini birleştirerek bu hikâyeler aslında posthüman anlatılara örnek teşkil etmektedirler. Hastalıkların eyleyiciliğinin kültürel tahayyülü nasıl dönüştürdüğünün örnekleridirler. Maddesel bir cisim olan bir sütunun büyülü bir işarete dönüşüp ona insanları salgından koruyacak bir ruh bahşedilmesi insan ve insan-olmayanın dolanıklığının görüldüğü posthümanist bir öykülemeye işaret eder.
Benzer şekilde Evliya Çelebi Bursa’daki Çekirge Sultan Hamamı’nı anlatır. Bu hamamın sularının cüzzama iyi geldiğine inanılır. 40 yıl cüzzamla mücadele etmiş bir kişinin suya girdiğinde iyileşeceğini ve 40 gün suyu içerse saçının gürleşeceğini, sesinin Davudi hale geleceğini ve iktidarının da geri gelip çocuk yapabileceğini belirtmiştir. Bu durumda Çekirge Sultan Hamamı’nın suyu cisim-ötesi bir güç ile dolu olup maddesel eyleyiciliği kültürel ve medikal tahayyüllerle bezenmiş oluyor. Başka bir perspektiften bakarsak, bunu Yunan geleneğinde de görürüz: Su şifadır. Evliya Çelebi’de de su şifayla özdeşleşmiştir.
Sabuncuoğlu’na gelecek olursak, kendisi bir cerrah olduğu için tabii ki Evliya Çelebi’den daha profesyonel bir insan. Minyatürlerinde medikal tedavilerinin ve pediyatrik ameliyatlarının resimli anlatımları vardır. İnsan-olmayan hayvanlar ve kendisi üzerinde yaptığı deneyler de mevcuttur. Suyun şifalı gücü ve müzik ile alakalı çalışmalar da yapmış, insan bedeni, su ve müzik arasında bir çeşit maddesel akrabalık kurmuştur. Bu hem harika bir şey hem de birçok gelenekte kullanılan bir yöntem.
Eflatun, mesela, akustik eyleyicilerin şifasına dikkat çekip müziğin yalnızca eğlence için değil, psikolojik acıyı da azaltmada kullanılabileceğini belirtmiştir çünkü bedensel sağlığı dengeler ve kan akışını düzenler. Bu perspektiften bakarsak, Sabuncuoğlu hem zihinsel hem de fiziksel hastaları iyileştirmiştir. Amasya’da 14. yy.’da inşa edilen bir akıl hastanesinde hastalarını su ve müzik dinleterek tedavi etmiştir. Hem bir okul hem de bir hastane olarak kullanılan bu hastane şu anda çok güzel bir müzedir. Sabuncuoğlu ayrıca hastalığa göre musiki makamları da kategorize etmiştir. Örneğin, Hicaz makamının ürinasyon problemlerine iyi gelip cinsel gücü artırdığını söyler. Buselik makamı ise kalça kemiği ağrılarına, baş ağrılarına ve kana bağlı sorunlara iyi gelmektedir. Bazı makamların bazı burçlara da daha iyi geldiğini belirtmiştir. Mesela İsfahan makamı hava burcu olan İkizler burcu için şifalıdır. Rast makamı ise ateş burcu olan Koç için iyidir. Bu tip korelasyonlar kozmik enerjinin dünyayı çevirdiğine kanıttır.
Galaksimizin kozmik konumunun da doğru momentum ve yerçekimi kuvvetiyle aslında bu müzik tedavisiyle bağlantılı olması mükemmel bir şeydir. Ayrıca şunu eklemek isterim: Vücudumuzu dinlerken içimizdeki element oluşumları ve bu dört elementin vücudumuzda nasıl yer ettiğini fark edebiliriz. Elementlere dayalı tedavi vücudumuz için çok iyidir çünkü vücudumuz zaten elementtir. Ayrıca, müzik de her an vücudumuzun içinde. Bunun bir örneği kalp atışıdır; yani akustik tedavi de güzel bir kaynak oluyor.
Dahası, 1465’te yayınlanan Cerrahiyetü’l Haniyye eseri de ilk pediyatrik ameliyat atlası olarak kabul edilir. Ameliyatlarda doğru yöntemlerin ve doğru pozisyonların önemine değinir. Mücerrebnâme eserinde ise hastalıklara iyi gelen çeşitli medikal merhemlerden bahseder. Bu merhemlerden biri merhem-i havarriyum ya da merhem-i rusul salgına iyi gelmiştir ve çeşitli insan-olmayan varlıkların karışımıdır. Bu merhem de insan ve insan-olmayan eyleyicilerin kesişim noktası görevindedir. Ayrıca, mevsime göre merhemin içeriğindeki katkıların miktarı da değişmektedir; bu da mevsimsel eyleyiciliğe işaret eder. Bunlar da tarih boyunca posthüman birlikleri gösterir. Bunlar hiç durağan değildir, hep değişmektedirler.
Merve Tabur: Araştırmanızın antik Yunan, Arap ve Türk felsefi geleneklerini, bilimsel söylemleri ve mistik inançları bizim modern çoktürlü dolanıklık anlayışımızla ve posthümanizmle nasıl bir araya getirdiğini görmek çok etkileyici. Bize biraz üzerinde çalıştığınız yazılı ve görsel materyallerin şekilsel yönlerini anlatabilir misiniz? Evliya Çelebi’nin metinlerini Sabuncuoğlu’nun medikal çizimleriyle karşılaştırdığınızda sizi en çok etkileyen nedir? Minyatürlerin belirleyici özellikleri nelerdir? Minyatürler spesifik bir çizim tipi olduğu için soruyorum. Evliya Çelebi’nin hastalığın yazılı temsilleri ile Sabuncuoğlu’nun görsel temsillerini karşılaştırdığınızda ne görüyorsunuz?
Z. Gizem Yılmaz Karahan: Tekrar teşekkürler Merve. Evliya Çelebi daha çok maddesel-söylemsel olguların bir bilgi aktarıcısı gibidir. Gördüklerini aktarır yalnızca. Bu tabii ki çok önemli bir katkı, önemsiz olduğunu iddia etmiyorum. Öyle ki eserlerindeki hastalıkların tarihî akışı çok-türlülük ve çok-zamanlılık bakımından Oppermann ve Iovino’nun maddesel ekoeleştirisine uymaktadır. Öte yandan Sabuncuoğlu, hikâyenin farklı bir katmanına bakmaktadır: hastalığın maddeselliğine çizimle bakmaktadır. Bence bu büyüleyici bir şey çünkü asıl görevi minyatür çizimciliği değil, cerrahlık. Fakat onu da yapıyor. Sabuncuoğlu hem yazılı hem de görsel olarak Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki en bulaşıcı hastalık olan cüzzam gibi hastalıkların tedavisini göstermektedir. Yani, bu mesleğe hazırlananlar için bir öğretici olarak ya da yalnızca hastalığın doğru yöntemler ile nasıl iyileştirilebileceğini gösteren bir kaynak yazmıştır. Okuma yazma bilmeyip resimlerden çıkarım yapabilecek okurlara da hitap etmiştir. Bu çok önemli bir misyon. Cüzzamın tedavisinde lezyonun yakılmasını önermiştir. Minyatürlerde de medikal uzmanların bu işlemi yaptığı anlar kaydedilmiş. Lezyonların yakılması işlemi o zamanlar birçok hastalığın tedavisinde kullanılan bir yöntemdi.
Ateşin element kuvvetini kullanmak bir hastalığın tedavisi için gayet organik bir yöntem. Bugünkü tıpta biz bundan biraz uzağız. Bu minyatürleri çağımızın anlatılarıyla karşılaştırdığımızda tabii ki öncelikle modern çizimler minyatür değiller ve daha detaylılar. Sabuncuoğlu’nun minyatürleri herkesin anlaması amacını güdüyordu. Fakat bugünkü çizimler ancak tıp öğrencileri içindir çünkü fazla detaylılar ve anlamak için bilgi birikimine ihtiyaç duyuluyor. Ama Sabuncuoğlu’nun çizimlerini herkes anlayabilir. Bu da net bir şekilde element kuvvetler ile hastalık tedavisinden kimyasal ve ilaç tedavilerine doğru olan kaymayı gösteriyor. Bu değişimin tarihi kayıtları aslında bunlar. Tabii ki bu o zamanlar hiç ilaç olmadığı anlamına gelmiyor. Belli hastalıklar için belli ilaçlar üretiliyordu. Sabuncuoğlu hazırladığı ilaçları hayvanlar, hastalar ve kendisi üzerinde denemiştir. Bu süreçleri de minyatürlerinde anlatmıştır. Bir ilacı ve tedaviyi kendi üzerinde denerken çizilmiş minyatürleri mevcuttur. Bu yüzden bu deneyler bence çok değerliler.
Mücerrebnâme’de ise Sabuncuoğlu’nun tedavilerinde kullandığı bitkilerin hikâyeleri vardır. Materia Medika’yı (bitkisel karışım tedavilerini) önermektedir. Yani o zamanlarda da ilaçlar vardı, ama bunlar cerrahın belli bitkileri dikkatlice kullanması şeklinde uygulanıyordu. Ama bugün tabii, biz kimyasal ilaçlar kullanıyoruz. Sabuncuoğlu bu minyatürleri insanlar için hazırlamış olsa da bunu bitki ve hayvanlara zarar vermeden yapmıştır. Üzerlerinde deneyler yapmış olsa da insan-olmayan varlıkların kozmik güce onto-epistemik katkılarını görmezden gelmemiştir. Her varlık değerlidir, fakat ekolojik döngüde bizler de hayatlarımızı devam ettirmeliyiz. Sabuncuoğlu da yalnızca dönüştürüyordu; yok etmiyordu. Bitkilerin eyleyiciliğini çevresel döngüyü bozmadan tıbbi bir merheme dönüştürüyordu. Bu bence çok önemli ve biz aslında bunu kaybettik. Tıbbi bir merhemi denerken insan-olmayan hayvanlara acı çektirmemiştir, hatta kendisi dahi deney hayvanı olmuştur. Bunu not etmek gerekiyor bence.
Merve Tabur: Şu anda bana gönderdiğin minyatürlere bakıyorum da beni en çok etkileyen insanların tedavilerini dışarıda almaları. İnsanlar doğanın içerisine yerleştirilmişler. Arkaplanı var, bir bağlamı var… Bu minyatürleri modern insan anatomi çizimleriyle karşılaştırdığınızda, modern olanlar kesinlikle çok daha detaylı ve iskelete, kaslara, dokulara odaklanmış durumdalar. Fakat bedenin içerisinde bulunduğu bağlamdan kopuklar. Bu minyatürde mesela ağaçlar var, dağlar var, arkaplanda bir cami var, çimler var, bir yılan var; yani insan bir ekosistemin içerisinde çizilmiş. Sizin tartışmanızdan da anladığım üzere burada hem hümanizmin farklı bir yansımasını hem de tıbbi etiğin farklı bir boyutunu görmekteyiz. Bu da bizim için bugün çok gerekli.
Son sorum bu araştırmanın bugünkü dünyayla ilişkisi üzerine olacak. Unraveling the Anthropocene projemiz de aslında toplulukların iklim değişikliği ve pandemi gibi ekolojik ve toplumsal sağlık krizlerinden orantısız şekilde etkilendiğinin altını çiziyor. Acaba siz de incelediğiniz eserlerde eşitliğe dair benzer bir duyarlılığa denk geldiniz mi? Toplumların, mesela salgınlardan, farklı şekillerde etkilendiğine dair herhangi bir not ya da resme ratladınız mı? Sizce bu erken modern yazın bize bugünkü pandemi konusunda ne öğretebilir?
Z. Gizem Yılmaz Karahan: Teşekkürler. Sen zaten bu minyatürlerin insanları nasıl doğayla iç içe tasvir ettiğini belirttin, bence de bu çok önemli çünkü Sabuncuoğlu her türlü insana ulaşmayı amaçladı; ve tüm insanların tıbbi kurumları yok, onlar da kaynaklarını doğada buluyorlar. Bence biraz da bu yüzden o insanları doğada ve ekosistemin içerisinde tasvir ediyor. Sabuncuoğlu, Arapça’nın bilim dili, Farsça’nın da edebiyat dili olduğu zamanda yazmıştır. Fakat Türkçe yazmayı tercih etmiştir. Bu ilginç bir seçim çünkü belki de bundan dolayı yerel kalmıştır. Kendisi, Türkçe yazmasının sebebini Anadolulu insanların Türkçe konuşması olarak beyan etmiştir. Zamanının çoğu cerrahı okuma-yazma bilmiyorlardı; bilseler de Türkçe biliyorlardı. Hiç okuyamayanlar için de minyatürler çizmiştir. Yani zengininden fakirine ama özellikle de fakirlere tıbbi eğitim verme amacı güdüp çok doğru bir yaklaşım seçmiştir. Hatta yanılmıyorsam Türk tarihindeki ilk Türkçe çizimli tıp kitabı da budur. Kitabın da amacı buydu. Sabuncuoğlu’nun eserine bakınca bir tutarsızlık da görünmüyor zaten, zira herkese ulaşmak amacı güdüyordu.
Evliya Çelebi’nin ise büyülü sütun konusundaki tasviri ve İstanbul’da salgına sebep olup Bayezid’in oğullarından birinin ölümüne sebep olması bence çok dikkat çekiciydi. Hepimiz alt sınıfların enfeksiyonlara karşı daha korunmasız olduğunu biliyoruz, fakat burada üst sınıftan da olsanız ölümden kaçışınız olmadığını da görüyoruz. Evliya Çelebi’den değil ama yaptığım diğer okumalardan bazı bilgiler edindim: Örneğin, 1466’daki salgında bugünkü Anadolu’da her gün 600 kişi ölmüş – ki bu, o gün için çok yüksek bir sayı – ve birçok insan da şehirleri terk etmiş. Her yerde cesetler varmış, ticaret durmuş… Aynı salgınla alakalı kayıtlarda, Fatih Sultan Mehmed’in salgından uzak kalmak için Karadeniz yöresine gittiği ve salgın sonuna kadar İstanbul’a dönmediği yazıyor. Ancak kış mevsiminde dönebiliyor. Benzer şekilde, 1870 salgınında Rusya’dan gelen bir virüs tüm şehri etkisi altına almıştır. Sultan Abdülaziz, Yıldız Sarayı’na çekilmiş ve salgının sonuna kadar da orada kalmıştır. Tabii, bunlar padişahların ya da bu tip inzivalara çekilebilecek gücü olan bir azınlığın kullanabildiği imtiyazlardı. Halk bunu yapamadı ve tabii ki o 600 kişinin içinde padişahlar ya da onların çocukları yok. Onlar yalnızca istisnalardı. Ölen halktı. Bu tip bir tutarsızlık bugün de geçerli. Şehirden uzakta, köylerde evleri olanlar oralara çekilebildiler, ya da evden çalışabilecek olanlar o uzak evlerde kalabildiler. Peki, ekonomik problemlerden dolayı şehirde kalmak zorunda olan insanlara ne oldu? Asıl çoğunluk ve asıl acı çeken onlar bence.
Araştırmalarım esnasında denk geldiğim bir başka nokta siperlerin durumuydu. Bence bu çok ilginç bir konu. Siperlerde askerler birbirlerine çok yakın haldeler. Ve bu sebepten dolayı kolayca enfekte olabiliyorlar. Eski dünya sisteminde (Eski dünya dememin sebebi bugün siperlerin dijital ya da siber-ortamda olmasıdır) siperlerde savaşan birçok askerin savaştan değil, hastalıktan öldüğü belirtiliyor. Daha da üzücü olan ise diğer askerleri korumak amacıyla salgına yakalanmış askerlerin evlerine gönderilip hastalığı da beraberlerinde götürdükleri için köylerin tamamının enfekte olması durumuydu. Tabii ki “Gösteri devam etmeli” (“The show must go on”) olduğundan diğer askerler koruma altına alınmalı ama şimdi de Anadolu’da köylerde yaşayan herkese hastalık bulaşmış oluyor. Yani şimdi bunun anlamı nedir ki?! Bu tip çılgınca stratejiler de uygulanmış zaman zaman…
Bu gerçeklerin bize öğrettiği şeylere gelirsek, öncelikle akıllı olun. Fakat daha da önemlisi antik çağlardan beri kişisel tecrit, karantina, sosyal mesafe, temizlik, iyi uyku, iyi yemek, mümkün mertebe morali yüksek tutmak, etrafımızdaki insanları sevmek, sevilmek… Yüzyıllardır hep aynı şeyler aslında… Umarım bugün de takip ettiğimiz antik kurallarla, şifa yakındır.
Merve Tabur: Gizem, bu mükemmel zengin sohbet için teşekkür ederim. Tarihe dalıp bazı şeylerin yüzyıllar boyunca nasıl yapıldığını görmek, bazı kavram ve fikirlerin bugün de geçerliliğini devam ettirdiğini bilmek her zaman büyüleyici olmuştur. Bize katıldığın için teşekkür ederiz.
Z. Gizem Yılmaz Karahan: Beni davet edip bu projenin bir parçası olmama vesile olduğunuz için ben teşekkür ederim. Gerçekten harika bir deneyimdi benim için.
[1] Halet-i ruhiye ya da ahlat-ı erbaa da denilebilir.