Maskelerden Virüslü Sulara: Posthümanizm Nereye Yüzüyor?

Kafa Dergisi’nin Ağustos 2020 sayısında dalgıç Şahika Ercümen’in son zamanlardaki dalış deneyimlerine ve yorumlarına[1] yer verilmiş. Kirli bir denizde yaptığı dalışın bir resminin üzerine kondurulmuş yazı… Ve resmin çok yeni olduğu aşikar, zira resimdeki küçük(!) bir detay resmin 2020 senesi içerisinde çekilmiş olduğunu ele veriyor. Ercümen resimde sol eliyle hayatımıza nispeten yeni girmiş bir nesneye uzanmakta: bir maskeye.

Ercümen, yaptığı dalışlarda her geçen sene balık sayılarının azalmakta ve özellikle de plastik kirliliğinin artmakta olduğunu belirtip denizlerdeki hayvanların bu kirlilikten negatif yönde çok etkilendiğini, insanların da bundan nasibini alacağını belirtiyor.

Peki bu yazının bu sitede ne işi var? Ya da şöyle diyelim: bunun posthümanizm ile ne alakası var? Denizin, maskenin, kirliliğin insan sonrası ile ilgisi nedir?

Türkçeye insan sonrası olarak çevrilen posthümanizm felsefesi aslında tam da bunlarla alakalı; hatta bunlarla beraber birçok şeyle de (belki de aslında her şeyle) alakalı. Paul Crutzen ve Eugene Stoermer’ın Antroposen (Anthropocene) olarak adlandırdığı çağımız[2], Orta Çağ düşünce yapısının Rönesans’ınkine kaymasıyla başlayan ve âli varlıkların merkeze alındığı bir mentaliteden insanı merkeze alan bir mentaliteye dönüşmesinin eseridir. Rönesans’tan, Aydınlanma Çağı’ndan ve Sanayi Devrimi’nden itibaren, ontolojik, epistemolojik ve ahlaki tanımlarımızın, sınırlarımızın ve kararlarımızın hepsi değilse de birçoğu insan odaklı. Bu da aslında insan olmayan varlıklara; yani hayvanlara, çevreye, bakterilere, virüslere vs. kendi çerçevemizden, kendi odak noktamızdan baktığımız; onların varlık alanlarını kendi onto-epistemolojik alanımıza göre yorumladığımız anlamına geliyor. Kısa ve öz olmak gerekirse, insanın merkezde olduğu bu sistemde insan olmayan varlıklar insana yararlı oldukları sürece varlıklarını sürdürmeyi hak eder; insana görünür bir yararları yoksa da görmezden gelinebilirler. Ya da daha korkuncu belki: Bir şekilde insana yararlı hale gelmek zorunda bırakılırlar.

İnsanı odağa alan bu düşünce yapısı aslında hümanizmin temelidir. Tek tek incelendiğinde tabii ki nüansları olsa da genel olarak hümanizmin düşünürleri insanın evrenin merkezi olduğu ve her şeyin insanla başladığı ön koşuluyla hareket etmişlerdir. Hümanizmde insan kendini bilen, kendi kararlarını alan, deneyimlerinden kendi mantıklı çıkarımlarını yapan akılcı bir varlıktır. Buraya kadar aslında bir problem yok, hatta gayet güzel görünüyor. Fakat hümanizmin bu tanımlarının uzantıları incelendiğinde ortaya bazı problemler çıkmaya başlıyor. Rosi Braidotti, İnsan Sonrası olarak Türkçeleştirilen The Posthuman (2013) kitabında[3] posthümanizmi anlatırken hümanizmin bize bahşettiği dogmaya karşı çıkış, kişisel özgürlüklere sahip olma ve sorumluluk alma gibi özellikleri göz ardı etmememiz gerektiğini söyler (sf. 29-30). Bununla beraber bazı konfigürasyonları da sorgulamamız lazım, zira problemler buradan doğmakta.

Hangi insan?

Hümanizmin “human”ı aslında “human”dan ziyade bir “Man” idi; yani bir adamdı. Ve bu adam öyle her adam da değildi… Hümanizmin merkeze aldığı adam, Braidotti’nin de söylediği üzere, beyaz, Avrupalı, orta sınıf, heteronormatif kalıpların öngördüğü yönelimlere sahip bir erkekti (sf. 24). Fakat bu tanımla alakalı iki problem doğuyordu: (1) Bir şekilde bu tanımın dışında kalan bir insan bu adam kadar değerli değildi ve (2) bir şekilde bu tanımın dışında kalan insandışı bir varlık bu adam kadar değerli değildi.

George Orwell’in Hayvan Çiftliği eserinde kullandığı ünlü bir sözü bu duruma uyarlamak mümkün. İnsanlar eşittir ama bazı insanlar daha da eşittir bakış açısı, insanlık tarihinin en sorunlu ve yüzkızartıcı işlerine sebep oldu ve hâlâ olmakta. Belli bir insan tanımına uyan kişilerin diğerlerinden değerli olduğu kanısı o veya bu sebepten bu tanıma uymayan (ya da uydurulmayan) insanların marjinalize edilmesine zemin oluşturdu. Mükemmel insan tanımına geri döndüğümüzde hangi grup insanların neye maruz kaldığını daha kolay anlayabiliriz: Beyaz olmayanlar deri renklerinden dolayı ayrımcılığa ve ırkçılığa, Avrupalı olmayanlar coğrafi ayrımcılığa, orta sınıf olmayanlar sınıfsal, heteronormatif sistemde yer bul(a)mayanlar cinsel ayrımcılığa, erkek olmayanlar ise cinsiyetçiliğe maruz kaldılar. Bu gruplar “insan” değillerdi ve dolayısıyla da “insan” gibi üstün bir varlığın sahip olduğu hak ve özgürlükler onlara bahşedilemezdi. Kimi zaman bu ötekileştirme o denli sistematik hale geldi ki sömürgecilik, cadı avları ya da Holocaust gibi olaylar gerçekleşebildi.

Okuyunca bir an lineer tarihin bu denli ileri bir noktasında yaşıyor olmak iç ferahlatabilir. Fakat üzerine biraz daha düşünce maalesef bu düşüncenin hala capcanlı yaşıyor olduğunu söyleyemez miyiz? Yöntem ve biçim değiştirmiş olsalar da sömürgecilik, cadı avları ve soykırımlar hala devam etmekte değil mi?

Hangi doğa?

Tamam, insanları insandışılaştırarak canavarlaştırmak bir problem olabilir fakat bu insan olmayan varlıklar için neden bir problem teşkil etsin ki; onlar zaten insan değil… Değil mi?

Değil…Hümanizmin adamı kendini her şeyin merkezinde gördüğü için doğal olarak kendi dışındaki her şeyin ona hizmet etmek için var olduğu kanısındaydı. Üstelik bu kanı Aydınlanmacılıkla insan/doğa ayrımını da iyice netleştirdi çünkü insanla doğa ortak ontolojiye ve ortak epistemolojilere sahip bir varlık alanı olmaktan çıkıp iki kutup haline geldiler. Doğa, akla sahip olan insanın gözlemlediği, kayıt altına aldığı, ölçtüğü bir nesne haline geldi. Dahası, doğanın görevi bu üstün varlığın yaşamını devam ettirmek için bir araç olmakla sınırlandırıldı. Doğa artık tamamen insanın gözünden tanımlanıyordu, tıpkı insanların da belli bir model üzerinden tanımlandığı gibi. İnsan doğayı ne olarak görüyorsa doğa o oldu. Toprak, hava, su, hayvanlar, bitkiler ve diğer tüm varlıklar, insan ile olan ilişkilerine göre konumlandılar. Dolayısıyla da “yararlı” olanlar uygun bulundu ve yaşamlarını insanların yaşamları ile paralel bir bağlamda sürdürmelerine müsaade edildi. Ya da rızalarına bakılmaksızın hayatları üzerinde tahakküm kuruldu. Yararlı olmayanlar ise ya görmezden gelindi ya da yok edildi.

Dolayısıyla, hümanizmin aslında doğa ile direkt bir ilişkisi var. Hümanizm yalnızca insan ile alakalı değil, onun etrafında dönen her şey ile alakalı olunca insan-doğa, insan-dil, insan-inanç gibi ilişkileri de tekrar incelemek gerekiyor ve posthümanizm tam da bunu yapıyor.

Hangi maske?

Maskenin posthümanizmle alakası nedir o zaman?

Posthümanizm, hümanizm sonrası bir tavır aslında. Hümanizmden doğan hatalarımızı, yanlışlarımızı bir gözden geçirme fırsatı bile denebilir. Fakat posthümanizm hiç de küçük bir çalışma alanı değil. Üstelik transhümanizm gibi sıklıkla karıştırıldığı ekoller de bulunuyor. Bunun dışında teknolojik posthümanizm, eleştirel posthümanizm, felsefi posthümanizm gibi çokça alt dallara ayrılmış durumda. Bizim buradaki görüşlerimizin ekoeleştiri ile posthümanizmi birbirine yaklaştıran, posthümanizmin iki temel görevinden söz eden bir yapıyla bağlantılı olduğunu belirtelim. Nedir bu iki görev? Birincisi, yukarıda saydığımız biçimde, hümanizmin “insan tanımı” olarak bize sunduğu düşüncenin sorunlu yanlarını gözler önüne sermek. İkincisi ise, insanın Anthropos kavramı olarak nitelendirilmiş olmasını tartışmaya açmak. Bu nedenle transhümanizm ve posthümanizm gibi temelde birbirine çok uzak alanların aynı başlığın altına konmakta oluşuna itiraz ediyoruz. Fakat tüm posthümanizmler arasında ortak bir nokta var; o da insan tanımımızın değişmesi gerektiği… Daha kapsayıcı, daha geniş düşünmemiz lazım. Bana kalırsa tanım bile yapmamamız lazım, zira her tanım bir şeyleri dışarıda bırakacak ve tanımlayıcılıktan normatifliğe bir yol açacak.

Bu bakış açısı ise beni materyal-ekoeleştirel bir bakış açısını benimseyen posthümanizme yaklaştırmakta. Doğa, insanın tahakküm etmeye kendini muktedir hissettiği bir alan değil, olmamalı da; zaten doğa/insan ayrımı da ortadan kalkmalı. İnsan içinde bulunduğu bu kompleks fenomenin, bu iç içe geçmiş ilişkiler ağının yalnızca bir başka parçası; ne üstü ne altı; yalnızca diğer parçalarla beraber bir parçası.

Ve yaşamaya devam etmesi ne kadar güzel olsa da bunu başka varlıkları ve onların yaşam alanlarını yok etmek pahasına yapamaz. Buna hakkı olmadığı gibi bunun sorumluluğunu da almak zorunda. Yani  bu capcanlı ağın bir başka parçasından doğan ve kendini hasta eden bir varlıktan kaçarken kullandığı maskesini tutup da denize atamaz… Sonunun kaçınılmaz olarak denizlerde/okyanuslarda olacağını bildiği tek kullanımlık plastikleri artık kullanamaz… Daha güzel kokmak için herkesin kullandığı atmosferin kimyasını bozup bir de tüm varlıkları güneşin zararlı ışınlarına maruz bırakamaz… Satın aldığı binlerce şey dünyanın diğer ucundan bir an önce ayağına gelebilsin diye keyfen onlarca ton yakıt kullanımına sebep olamaz… Bu satın aldığı şeyin 7 yaşında günlüğü 1 dolara çalışan bir çocuğun emeğinden ve işkenceden geçmiş bir hayvanın bedeni üzerindeki bir denemeden geldiğini bile bile bu sistemin parçası olmaya devam edemez… Üstelik o maskenin üzerinde bulunan olası virüslü damlacıkların, kendiliğinden eyleyiciliğe ve canlılığa sahip diğer doğal unsurlarla bir olduğunda, örneğin bundan 10 yıl sonra, çok daha güçlü ve suya dayanıklı bir virüsün oluşumuna ev sahipliği yapacağını bilmelidir. Kendi bindiği dalı hızla kesmekte olan insan, dal koptuğunda nereye kaçacaktır ki?

Yani posthümanizmin maskeyle ne ilgisi var diye soracak olursak eğer, her türlü ilgisi var çünkü posthümanizmin her şeyle ilgisi var. Sırf hızlıca aklıma gelen yukarıdaki örneklerde bile insan/insan ve insan/doğa ayrımlarının devam ettiği görünmekte. Bu ayrımların sonuçlarını az önce tartıştık. Bunlara son vermenin, en azından ikinci kez düşündürmenin zamanı geldi de geçiyor sanki… Ve Şahika Ercümen’in cümlelerine dönecek olursak “[y]aşamak için temiz, sağlıklı denizlere, okyanuslara ve içinde yaşayan canlılara [muhtaç]” olduğumuz için de değil sadece…


[1] Ercümen, Şahika. “balıklardan çok plastiklerin arasında yüzüyorum.” Kafa, Ağustos 2020, no. 71, sf. 6.

[2] Antroposen ile alakalı daha ayrıntılı bilgiyi yıldız üye ve editörlerimizden Fatma Aykanat’ın yakında bu sitede yayımlayacağı yazısında bulabilirsiniz.

[3] Braidotti, Rosi. The Posthuman. Polity, 2013.

+ posts