PENTACLE 101: (Doğal) Felaketler

Latince “kötü yıldız ya da kötü kader” kelimesinden türeyen “felaket” (disaster) sözcüğü, kelimenin Antik Yunan ve Roma kültürlerindeki orijinal anlamını da göz önüne serer: Kader, tanrıların sesi olan doğada yazılıdır. Tanım etimolojik kökenlerinden uzaklaştıkça, insan olmayan eyleyicilerin felaket getirişi ve bundaki sorumluluklarının vurgulanması için, biraz daha ayrıntılı bir tanımlama gerekli olmaya başladı. Böylelikle, “felaket” sözcüğünün başına “doğal” ifadesi de eklendi. “Tanrıların eylemleri” ifadesini kullanmak yerine, doğal felaketler denilmeye başlandı. Bu felaketler, “doğa”nın insanlıktan memnuniyetsizliğinin ya da insana karşı kayıtsızlığının göstergesi haline geldi. Ölüm kampları ve nükleer savaşlar gibi, 20. yüzyılın insan kaynaklı felaketleri ışığında ise doğal felaketler, büyük ölçüde durumun eşitleyicileri olarak görüldü. Yani insan kaynaklı felaketlere karşılık doğal felaketler de eşit ölçüde vurucu ve yıkıcıydı. Çünkü bu felaketler insanları, banka hesaplarına ya da ırklarına bakmaksızın vuruyordu.

İnsanın başarıları sık sık onun doğa üzerindeki hâkimiyetinin hikâyesi olarak gösterildi. Buna rağmen endüstriyel gelişme, sosyal adaletsizlikler ve doğal felaketler karşısındaki savunmasızlık da dâhil olmak üzere zorlukların orantısız dağılımı bakımından insanlığa zarar da veriyordu. 1960’lar ve 1970’lerde, Rachel Carson’ın Sessiz Bahar [Silent Spring] adlı eseri ile başlayarak yeni bir farkındalık doğdu. Düşünce alanındaki bu radikal değişim, yalnızca doğaya hükmetmenin ve ona karşı şiddetin sonuçlarının altını çizmekle kalmadı, aynı zamanda da, toplumsal ve ırksal eşitsizliklerin yeniden kavramlaştırılmasını önerdi.

Dağılımsal eşitsizlikler (yani güç eşitsizliği nedeniyle yaşam şanslarının da eşit olmaması) doğal felaketlere maruz kalma ve onlara tepki vermedeki farklılıklarda da ortaya çıkan, yapısal şiddetin belirtileridir. Bu nedenle bir yanı her daim sosyal veya kültürel temellere dayalı olan bu felaketlerin ne kadar “doğal” olduğu da tartışmalıdır; işte bu yüzden başlıktaki “doğal” ibaresi parantez içerisinde verilmiştir.

Doğal felaketler, insan topluluklarının, doğal sistemlerin ve bu ikisinin birlikte evrilme ilişkisinin ayrılmaz birer parçasıdır. Dolayısıyla, yapısal eşitsizlikler, insanın eyleyiciliğini ve hem insanlığa hem de çevreye karşı şiddetteki ahlaki sorumluluğunu ortaya çıkararak, sosyal ve çevresel adalet arasındaki karmaşık bağların altını çizer. “Doğal felaket” ifadesi, bir kazayı doğallaştırılmış bir felakete dönüştüren ve böylece de insanın eyleyiciliğini ve yapısal eşitsizlikleri silikleştiren, ve bunu bir süreçten ziyade tek bir olaya indirgeyen bir anlatım stratejisinin parçasıdır. Bu anlamda, çevresel ve sosyal adaletin yapı taşıdır.

+ posts