Konuk yazar: Mehmet Ali Çelikel
Çocukluğumdaki gelecek öngörülerim arasında kentlerin, içine yapay bir temiz hava pompalanan cam fanuslarla kapatıldığı; cam fanuslarla kapatılmamış kentlerde ise insanların yalnızca yapay hava soluyabildiği kapalı alanlarda yaşadığı ve çalıştığı bir dünya vardı. Büyüyünce böyle bir dünyada yaşamaktan korktuğum için olabildiğince açık havada kalıp bol bol soluk alarak temiz hava depolamaya çalışırdım. Hiç kuşkusuz benim kuşağımın çok iyi anımsayacağı, TRT televizyonlarının siyah beyaz yıllarında bizi etkisi altına alan Uzay 1999 dizisi bu tahayyülün güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştı. 1999’da otuz yaşımda olacaktım. Uzay 1999’daki karakterler gibi uzay boşluğunda süzülen dev uzay gemilerinde yaşayacaktım kaçınılmaz olarak. Dizinin yapımcılarının tahminlerinde geri kaldığını düşünüyor, yer çekimine karşı koyan o dev aygıtların yüzlerce kattan oluşan, içinde okullar, çarşılar, hastaneler bulunan dev kentler olarak gökyüzünde süzüleceğine kesin gözüyle bakıyordum. Başka çaresi yoktu. Kirlenen havanın, içilmez hale gelen suyun, salgın hastalıklar nedeniyle yaşanılmaz olan yeryüzünün; insanların steril, kendini dünyadan yalıtmış topluluklar halinde, o topluluğun ihtiyaçlarına göre tasarlanmış dev yapay gezegenlerde yaşamalarını zorunlu hale getirmesi kaçınılmazdı.
Ama seyahat edememekten korkuyordum. Çok merak ettiğim başka ülkeleri ve kültürleri nasıl görecek, başka ırklardan insanları nasıl tanıyacaktım, yalnızca bize benzeyen bireylerden oluşan yalıtılmış bir toplumla aynı yapay gezegende, hem de hiç oradan ayrılamadan yaşayıp gideceksem? Üstelik çok yakınında büyüdüğüm ve yazları yalnızca bir şort ve ayaklarımızdaki terliklerle yürüyerek yüzmeye gittiğimiz plajı da göremeyeceksem, geceleri yakıcı bir merakla izlediğim yıldızlara seyahat edemesem de olurdu. Bu yüzden on yedi yaşımda, şehir postanesinde gördüğüm bir Greenpeace afişindeki adrese o zamanki yarım yamalak İngilizcemle mektup yazdım. Bana dev bir yunus posteri gönderdiler, yıllarca taşındığım bütün evlerde duvarlarıma astığım. Elbette üye olamadım o yaşımda. Üyelik ödeyecek param yoktu.
Biraz para kazanmayı öğrendiğimde, Coca-Cola bağımlısı oldum. Kendi irademle, kendi sevdiklerimi seçtiğime inanırken ilk şokumu biraz gecikmeli olarak izlediğim Ridley Scott’un 1982 yapımı Blade Runner filminde yaşadım. Her yerde Coca-Cola vardı ve dünyaya hâkim olmuşlardı. İnsanlar kendi iradesiyle değil, bilinçaltlarına işleyen güçlü imgelerle seçimlerini yapıyorlardı.
Bir dönem, geç saatlere kadar çalışan ablamı balkonda beklerken, yine Uzay 1999’da insanların kulaklarına taktıkları aygıtlarla uzakta da olsalar birbirleriyle konuşabildiklerini anımsayıp, her an istediğim kişiye nerede olduğunu, nasıl olduğunu sorabileceğim bir sistem olmasının hayalini kurdum. Bugün her çalışında yanıtlamaktan sıkıldığımız cep telefonlarının tutsağı olacağımızı bilmiyordum henüz.
Sonra uzun yıllar hayat sıradan aktı benim için. Hayatımıza giren internet ve akıllı telefonlar dışında, korkutucu uzay boşluklarında yaşamamızı zorunlu kılacak denli değişimler yaşanmadığına inanıyordum henüz. Büyüdükçe alıklığım artmış meğer. Giderek felakete sürüklendiğimizi görememişim. Çocukluğumda yaşadığım birbirinden soyutlanmış insanlar korkusu ve yapay solunumlu, kapalı mekan öngörülerimin tam da içindeymişiz aslında.
Önceleri, futbol maçlarında oyuncu değişikliği yapılırken giren ve çıkan oyuncunun numarasının tebeşirle yazılarak seyircilere gösterildiği tabelalar vardı. On sekiz yaşımda daha entelektüel bir birey olmaya karar verip, kendimi daha çok kitap okumaya, daha çok film ve oyun izlemeye verip, yıllar boyu futbol maçı izlemedim. Yıllar sonra izlediğim bir futbol maçında o tebeşirli tabelanın dijital olduğunu gördüm. Artık ben de çoktan bilgisayar kullanmaya başlamıştım zaten. Bunda şaşılacak bir şey yoktu.
Sonra hızla cep telefonları ve alışveriş merkezleri girdi yaşamımıza. Jean Baudrillard’ın simülakra olarak tanımladığı, AVM’lerin iç mekânlarını süsleyen yapay bitkiler, günün hangi saatinde olursanız olun aynı parlaklıktaki ışık, dışarıda hava kaç derece olursa olsun içeride hep aynı olan ısı, Uzay 1999’un hiç yağmur yağmayan, hiç rüzgâr esmeyen, insanların hep aynı giysiyle dolaştığı, kazak ve palto giymediği iç mekânlarına benziyordu. AVM’lerin girişlerindeki otomatik kapılar, uzay gemisi içinde bir odadan bir odaya geçerken kendiliğinden açılan kapılarla aynıydı ve Jean-François Lyotard’ın işaret ettiği zaman, mekan ve kültürler arasında yaşanan ani ve paradoksal geçişleri sağlıyordu. AVM’nin hemen dışındaki semt pazarından sebzenizi alıp, otomatik kapıdan geçerek başka bir iklime ve ışık ortamına girmeniz mümkün hale geliyordu. Ve buna giderek ve çok kolay alışıyorduk.
Fredric Jameson’un Marksist söylemle “geç kapitalizmin kültürel mantığı” olarak nitelediği bu ortam çok dilliliği ve çok kültürlülüğü mümkün kılıyordu. Zira yüzbinlerce çeşit ürün, binlerce farklı kültürel ve semiyotik temsille aynı yapı içinde tüketiciye sunulurken, farklı dilleri ve kültürleri de aynı yapı içinde kaynaştırıyordu. Bu kaynaşma dostane bir kaynaşmadan çok, bir ürün herhangi bir yerde, herhangi bir şekilde satılabildiği sürece makbuldür şiarıyla yaratılan bir kaynaşmaydı ne yazık ki. Bunun bizi birbirimizden uzaklaştıran değil, birbirimize daha da yakınlaştıran bir olgu olduğuna da inandırmayı başarıyordu piyasa. Zamanla otantisitenin, bir başka deyişle yerel ve özgün olanın sonu geliyordu. Ne AVM’deki lahmacun salonu otantikti artık, ne de hemen yanıbaşındaki hamburgerci.
Bu çok dillilik içinde, akıllı telefonlarla kurduğumuz iletişim bizi insani iletişimden de uzaklaştırıyordu. Jonathan Swift’in Güliver’in Gezileri romanında Lagado’daki akademide yürütülen dil çalışmalarında, konuşmanın ciğerlerimizi yorduğu ve zarar verdiği iddiasıyla konuşma dilinin tamamen ortadan kaldırılması önerilir. İnsanların ceplerinde söyleyecekleri her sözcüğü niteleyecek bir nesne ya da üzerlerinde sözcükler yazılı minik kağıtlar taşımaları, konuşmaları gerektiğinde o kağıtları ya da nesneleri göstermeleri tavsiye edilir. Akılllı telefonlar da tıpkı Lagado’daki büyük akademinin dayattığı gibi, dili ortadan kaldırmayı başarıyorlardı. İletişim kurmamız gerektiğinde ciğerlerimizi yoran konuşmaya başvurmak yerine, akıllı telefonlarımızdaki uygulamalar üzerinden ileti gönderme yolunu seçmek daha kolay geliyordu. İletilerimizi dumanlar vasıtasıyla gönderdiğimiz bir insanlıktan, internet dalgaları ile ilettiğimiz bir humanité’ye ulaşıyorduk. Birbirimizle konuşmasak da, birbirimize yaklaşamasak da, birbirimiz hakkındaki her şeyi bilir hale geliyorduk.
Bunu en çok da salgında yaşamaya başladık. 21. Yüzyılın ikinci on yılının başında, tüm dünyayı sarmaya başladı salgın hastalık. Birkaç ay içinde bildiğimiz dünya, önem verdiğimiz şeyler, planlarımız, alışık olduğumuz yaşam biçimleri birer birer elimizden kayıp gidiyor, kimileri yok oluyordu. Salgın ilan edildiği günlerde eve kapandıktan üç ay sonra ofisime geri döndüğümde, masa takvimimin üç ay önceki sayfasını açık buldum ve hüzünle o geçen süre içinde yapmayı planlayıp yapamadığım işlere baktım. Kederle üzerlerini çizdim. Dünyada bir kültür devrimi, siyasal dönüşümler, yeni ekonomik üretim ilişkileri, bambaşka eğitim modelleri ve hiç alışkın olmadığımız bir yaşam kültürü dayatıyordu pandemi. Varlıklı olanlar tıpkı Daniel Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü’nde bahsettiği 17. yüzyıl Londra’sındaki hali vakti yerinde olanlar gibi kırsal kesime taşınıyor, müstakil evler yapıyor, kendilerini izole etmeyi başarıyorlardı. Proleterya toplu taşımacılık kullanarak kentin kıyısındaki evlerinden, kentin diğer kıyısndaki işyerlerine gidiyordu izole olma şansı elde edemeden. Prekarya ise, evden çalışarak maaş almaya devam edebilecek kadar özel beceri gerektiren bir mesleği varsa ev izolasyonunda kalarak yaşamını sürdürüyor, böyle bir yeteneği yoksa işsiz kalıyordu.
Ancak bu dönemde kendimizi hastalıktan korumak için hepimiz birbirimizden fiziksel olarak uzaklaşmaya çalışırken, sanal dünyada birbirimize hiç olmadığımız kadar yakın olmaya çalışıyor, salgının yarattığı panikle sanal dünyada başlatılan yardım kampanyalarına destek veriyor, birbirimizin faturasını adımızı gizleyerek ödüyor, gıda paketleri gönderiyor, ama bir damacana suyu kapımıza kadar getirtiyorduk. Sistem aslında hala vasıfsız sandığımız işleri yapanlar sayesinde yürüyordu.
Bu dönemde taşıtlar durmuş, seyahatler yasaklanmış, petrol tüketimi minimuma inmişti. İnsanlık doğaya dokunmayınca her şeyin nasıl da temizlendiğini, daha temiz bir havaya kavuştuğunu, denizlerin daha temiz olduğunu, balıkların ve hatta yunusların bile İstanbul’da kıyıya kadar geldiğini gördü. Daha az tüketerek yaşanabildiğini keşfetti insanlık. Satın almadan duramadığımız birçok şeye aslında hiç de ihtiyacımız olmadığını gördük. Ancak bütün bunlar dünyanın bundan sonra daha adil, daha yardımsever ve paylaşımcı, daha dostane bir yere, daha çevre dostu bir insanlığa doğru evrileceği anlamına gelmiyor. Aksine dünyanın daha baskıcı, daha totaliter ve otokratik rejimlere doğru yöneleceğinin belirtileri görülmeye başladı.
1950’lerden sonra olabildiğince yüceltilen seyahat ve turizm kültürü, tüketim kültürünün bir parçası haline gelmişti. Gezmek kültürlenmenin olmazsa olmazıydı. Ancak şimdi pandeminin yarattığı travmayla insanların çok daha az seyahat edeceği, uluslararası ticaretin daha da azalacağı bir döneme giriliyor. Küreselleşmenin pohpohlandığı sözde sınırsız dünyada aslında sınırların nasıl da duvar gibi yeniden yükseliverdiğini görüyoruz. Hümanizmanın aslında çökmeye ne kadar eğilimli olduğunu, kendi güvenliğimiz için birbirimizden ne kadar kolay vazgeçebildiğimizi fark ediyoruz. Avrupa Birliği’nde belki de Schengen vizenin sonu gelecek, büyük bir olasılıkla ortadan kalkacak. Vize başvurularında belki de çok kapsamlı sağlık raporlarına ihtiyaç duyulacak. Havaalanlarındaki toplu yaşam alanlarının giriş ve çıkışlarında daha önce alışkın olmadığımız güvenlik önlemleriyle karşılaşacağız. Ateşimizi ölçen, röntgenimizi çeken, çantalarımızın içini olduğu kadar, bedenimizin içini de ayrıntılarıyla gören X-ray cihazlarını doğal, hatta güvenliğimiz için zorunlu görüyor olacağız. Paul Verhoeven’in 1990 yapımı Total Recall filmindeki “X-ray” sahnesi gibi. Yalnızca üzerimizde metal olup olmadığını değil, iç organlarımızı gösterecek, ateşimizi ölçecek, bedenimizde virüs olup olmadığını tespit edebilecek X-ray cihazları yaşamımızın bir parçası olacak.
Devlet sistemleri daha otoriter olacak. Bir bakan, bir vali ya da bir muhtar bile bir bölgeye giriş çıkışı yasaklayabilir, bir bölgeyi karantinaya alma ya da boşaltma kararı vermeye yetkili hale gelebilir ve bunu hiç yadırgamayabiliriz. Tıpkı, özellikle 11 Eylül 2001’den sonra dünyanın tüm havaalanlarında terör korkusuna karşı alınan güvenlik önlemlerini şimdi hiç yadırgamadığımız gibi, bunları da yadırgamayacağız.
Ofis işleri giderek azalacak, daha çok evden çalışacağız kaçınılmaz olarak. Şimdiden ateşi yüksek olanların sıradan bir alışveriş merkezine bile giremediği düşünülürse, ne yazık ki bağışıklığı güçlü olanlar, kronik hastalığı olmayanlar daha kolay iş bulacak büyük bir olasılıkla. Lana Wachowski ve Lilly Wachowski’nin 1999 yapımı Matrix’te gösterdikleri/ele aldıkları/işledikleri, yer altında yaşayan, düzeni yıkmaya çalışan halk ile sanal bir gerçeklik içinde yaşayan tektip insanlar topluluğu arasındaki uçurum gibi, sağlıklı ve paralı olanlar sanal bir gerçeklikte yaşarken, sağlıksız ve parasız olanlar gözlerden uzak tutulan ve yer altına itilen gerçeklik içinde yaşayacaklar.
Dünyada demokrasiler krize girmeye başlayacak. Yaklaşık kırk yıldır dünyaya egemen olan küreselleşme ve liberal ekonomi, 18. Yüzyıldakine benzeyen kültürsüz bir orta sınıf yarattı. Tüketimi seven, kendi rahatına düşkün bu orta sınıf, kültür yerine popüler kültürü, estetik yerine kabalığı ve görgüsüzlüğü, yalnızca ve yalnızca kendi rahatını seçti. Bilgiden, bilimden, sanat ve estetikten uzak durdu. Onlara sadece parasal karşılığı olduğu sürece değer verdi. Bu nedenle seçimlerde hep yozlaşmış, kaba saba, popülist politikacılara oy verdi. Kendisinin de sanatla, kültür ve edebiyatla bir ilişkisi yoktu. O nedenle popülist ve yoz politikacılar başa geldi. Bu nedenle entelektüel ve nitelikli insanlar politikadan uzak durmaya başladı. İçi boş insanların, içi boş ama ağzı çok laf yapan insanların işi oldu siyaset.
Liberal ekonominin ve onun yarattığı dijital kültürün yıllardır savunageldiği çevrimiçi eğitim modellerini hayata geçirmek için, kusursuz bir zemin oluşturdu korona salgını. Birden olmasa da dijital eğitime aşamalı olarak geçilecek ve örgün eğitimin yanı sıra çevrimiçi eğitim veren bölümlerin önü açılacak. Önce üniversiteler, sonra da okullar adapte olmaya başlayacak bu dönüşüme. Kaliteli üniversite ve okullar geleneksel yüz yüze eğitime devam ederken, sayıca fazla ama niteliği düşük öğrenci gruplarına çevrimiçi eğitim veren üniversite ve bölümler türeyecek.
Tüm bunların kampüs ortamının ve geleneksel birebir akademinin zararına olacağı kesin. Yüksek öğretimde hocalarının odalarındaki atmosfer, kantin sohbetleri, öğrenci kulüpleri, hocaların giyim kuşamı bile kültürlenmeydi öğrenciler için. Eğitim aşamaları yükseldikçe bunların daha hızlı bir biçimde dijitalleşeceğinin göstergeleri var. Lisans bir süre daha eski usül, örgün olarak sürecek. Yüksek lisans ve doktora daha çabuk dijitalleşir. Ancak daha üst düzey akademik etkinlikler, kongre, konferans ve sempozyumlar çok hızlı bir şekilde dijitalleşecek. Şimdiden her gün online kongre duyuruları gelmeye başladı. Sadece çok prestijli konferanslar eskiden olduğu gibi akademisyenlerin gerçekten bir araya gelmesiyle yapılır. Fakat onun dışında pek çok etkinliğe ofislerimizden (eğer hala ofislerimiz olursa) ya da evlerimizden katılırız. O güzelim konferans seyahatleri tarihe karışır acı bir şekilde. Sadece çok zeki ve aynı zamanda varlıklı ailelerin çocukları eskisi gibi geleneksel sınıflarda eğitim vermeyi sürdüren pahalı okul ve üniversitelere giderek eğitim alır ve gerçek anlamda kültürlenir. Onun dışındaki alt sosyal sınıfların çocukları kitlesel uzaktan eğitimle yetinirler.
Hiç kimsenin maskesiz ya da dezenfektansız dolaşmasının mümkün olamayacağı kent yaşamı aşamalı olarak terk edilmeye başlayacak. Dünyayı üç yüz yıldır etkisi altına alan modernitenin temsili haline gelen kentlerin yerine insanlar yeniden daha güvenli gördükleri kırsala taşınacaklar. Belki de yaklaşık son yüz elli yıldır ideal yönetim biçimi olarak kabul edilen, demokratik seçimlerle iktidara gelen hükümet sistemleri sona erecek ve dünyada imparatorluklar tarihi geri gelecek. Aslına bakılırsa küresel kapitalizmde dünyadaki hükümetlerin belirlenmesinde dev uluslararası şirketlerin rolünün ne denli büyük olduğu açık. Bu nedenle şirket devletler ya da şirket imparatorluklar ortaya çıkacak.
Yaşadığımız dönem distopik bir kurgunun içinde hissetmemize neden oluyor giderek. Bilim mutlaka çare bulacak dünyayı kirleterek sebep olduğumuz virüslere. Ama başka virüsler çıkacak. Salgından daha korkunç olanı kuşkusuz yukarıda değindiğim varsayımsal kalıcı etkileri.
Oysa her şey elimizde, ya bildiğimiz ama değiştiremediğimiz dünyayı, hiç müdahale edemeyeceğimiz bir dünyayla değiştireceğiz; ya da bu post-apokaliptik ortamın olanakları içinde kendi ellerimizle yeniden kuracağız.