Posthümanist Uygulamalı Dilbilimden Posthüman Dilbilime

Yaklaşık bir sene önceki “Dilbilim ve Posthümanizm” yazımda bu iki alanın birbirleriyle farklarından ve bunların nasıl birleşebileceğinden bahsetmiştim. Posthümanist bir dilbilim anlayışı her ne kadar insan-ötesi kapsayıcı gibi gözükse de, günün sonunda, insan dilini merkeze alan bir çerçeveye sahiptir. Mesela, evrimsel dilbilimde tartışılan konulardan biri olarak insan dilinin nasıl ve neden şu anda bulunduğu konuma geldiği ve diğer canlıların konuştuğu dil(ler)in neden insan dili kadar cezbedici olmadığı gibi soruların tartışılmaması posthümanist uygulamalı dilbilimin eksik kalan tarafıdır. Bu, tabii ki, posthümanist uygulamalı dilbilimin (PUD) yanlış olduğu anlamına gelmez. Ancak, PUD posthümanist bir düşünce yapısının getirdiği anlayışları tam olarak yalnızca insan dillerini incelediğinden dolayı entegre edemez.

Bir diğer deyişle, posthüman bir bakış açısı ile dilbilim yapıldığında, insan ötesi canlıların da bu çerçevede bulunabilmesi gereklidir. Bundan dolayı, bu yazıda posthümanist uygulamalı dilbilimden posthüman dilbilime bir adım nasıl atabileceğimizi tartışacağım. Aynı zamanda bu yazıda son zamanlarda bilişsel dilbilimde insan dili ile alakalı bulunan bulguları başka insan ve insan-ötesi eyleyicilere uyarlayarak dil kavramını genişleteceğim. Yine de, okuyucuya hatırlatılması gereken şeylerden biri, elimizdeki güncel teknolojilerle hâlâ tam olarak insan-ötesi dilleri anlayamıyorken, posthüman dilbilime geçişin bir gecede yaşanamayacağını söylemektir.

Kısaca PUD’u hatırlatmak gerekirse, PUD posthümanist arka planından dolayı dilin yalnızca yazılı veya sözlü söyleme indirgenemeyeceğini, aksine, her eyleyicinin dil ve dilde kullanılan yapıların üzerinde etkisinin olduğunu öne sürer. Bir başka deyişle, dil olarak da düşünebileceğimiz bu ‘dolanıklık’, içerisinde konuşucuları, onların kültürel, sosyo-ekonomik, eğitim ve biyokimyasal arka planlarını, bu bahsi geçen arka planların içindeki diğer önemsizmiş gibi gözüken ancak büyük etkiler yaratabilen eyleyicileri barındırır. Mesela konuşucunun yaşadığı bölgedeki karbondioksit seviyelerine bağlı olarak yaşadığı astım ve farklı solunum yolu hastalıklarından kaynaklı daha az nefes alması ve belirli sesleri yeteri kadar güçlü çıkaramaması, bundan dolayı da bazı kelimeleri ‘yanlış’ söylemesi, bu önemsizmiş gibi görünen faktörlere bir örnek olabilir. Bunlara, Karen Barad’ın ifadesiyle, “eyleyici kesikler” [agential cuts] de denilebilir. Dilbilimsel analizlerinde de, PUD, Barad’ın (2007) ‘eyleyici gerçekçilik’ metodolojisini kullanarak bu dil dolanıklığındaki eyleyici kesikleri inceler. Bu eyleyicilerin de birbiriyle dolanık, yani sürekli bir içten-etkime içinde bulunduğunu hatırlamak önemlidir. Böylece, PUD, eyleyici kesikleri pozitivist olmayan bir düzlemden incelemeyi amaçlar. Bundan kasıt ise şudur: Pozitivist düzlemde incelenen ve inceleyen ayrımı yapılırken, posthümanist düzlemde incelenen ve inceleyen ancak içten-etkimeye girdiklerinde, yani inceleme yaşandığında, anlam kazanır ve var olur.

Bunların hepsi çok soyut gelebileceğinden, bu anlatılanları basit bir örnek ile somutlaştırmak önemlidir. Örneğin, pek çok kullanıma dayalı dilbilimci [usage-based linguists], bir yapının (örneğin: Kedi, -EcEk, ne kadar X, o kadar Y gibi) kullanım sıklığının [frequency] konuşucuların o yapıyı daha hızlı tanımalarını, söyleyebilmelerini ve hatırlayabilmelerini sağladığını söylemektedir. Buna ek olarak, kullanıma dayalı dilbilim yaklaşımında durağan [static] bir dilbilgisinden bahsedilemez. Aksine, dilbilgisi, Holger Diessel’in da (2016, s. 211) dediği gibi ‘’kullanım olayları içinde’’ ve aracılığıyla ortaya çıkar. Yani, dilbilgisi aslında dinamik, akışkan ve kullanıma bağlı olarak değişkendir. Kullanıma dayalı dilbilimciler de bu değişkenliklerin kullanım sıklıkları sayesinde ortaya çıktığını öne sürerler. Burada yapılması gereken küçük bir hatırlatma ise bu dilbilimcilerin kullanım sıklığının bu değişkenliği etkileyen tek faktör olarak görmedikleridir. Ancak pek çok dilbilimci bunun etkisinin büyük olduğunu kabul etmektedir.

Bahsedilmesi gereken bir diğer nokta ise kullanım sıklığı konseptinin herkes için eşit şekilde yürümediğidir. Mesela, İngilizceyi gerek birincil gerekse ikincil dil olarak öğrenen hiç kimse bir yapıya aynı şekilde veya aynı sıklıkta maruz kalamaz. Bu da konuşucuların dinamik ya da değişken dilbilgilerinde küçük ancak önemli değişikliklere yol açmaktadır. Dabrowska ve Street’in (2006) yaptığı çalışmalarda da görüldüğü üzere, kullanım sıklığı konsepti kişilerin arka planlarından oldukça etkilenmektedir. Dabrowska ve Street (2006) pasif cümle yapısının aslında herkes tarafından eşit şekilde anlaşılmadığını ve bu noktada da eğitime bağlı olarak okuma alışkanlığının sorumlu olduğunu kayıt altına almıştır. Posthümanist bir açıdan dili ele aldığımızda, farklı insan-ötesi eyleyicilerin de dil dolanıklığında, yani dilde anlam yaratma sürecinde insanlar kadar yer aldığını söylemek mümkün.

Buradan da görüldüğü üzere, insan dili dediğimiz şey aslında başka eyleyicilerle sürekli bir içten-etkime içinde ve oluş [becoming] halindedir. Ancak, yazının girişinde de bahsettiğimiz üzere, bu dil dolanıklığında odak hâlâ insan dilidir ve bir önceki yazıda da bahsettiğim üzere, çağdaş dilbilimde başka dillerin dil olarak kabul edilip edilmediğini de hâlâ insan-dili normları üzerinden yapılmaktadır. İnsan normlarına dayalı dil kıyaslaması PUD içinde yapılmıyor olsa da, bu yaklaşım günümüz dilbilim çalışmalarında hâlâ büyük bir yer tutmaktadır (bkz. Tomasello, 2003). Bu yaklaşımı kırmak istersek, Frank, Bod ve Christiansen’ın (2012) yazdığı “Dil Ne Kadar Hiyerarşik Bir Yapıya Sahiptir?” adlı makaleden yapacağımız bazı çıkarımlarla, dil kavramını tüm iletişim formlarına uyumlu hale getirmek mümkün olacaktır.

Frank ve diğerleri (2012) bu makalede bilişsel nörobilim, psikodilbilim, dil edinimi simülasyonlarından topladıkları kanıtlarla dilin Chomsky’nin ve onu takip eden diğer dilbilimcilerin öne sürdüğü şekilde hiyerarşik yani parça/bütün ilişkisi olmadan incelenebileceğini tartışmaktadır. Parça/bütün veya hiyerarşik ilişkiden ise kasıt şudur:

Burada da görüldüğü üzere, parça/bütün ilişkisi cümlede en küçük yapıtaşlarının büyüyerek birbirinin içine girdiğini ve en sonunda da büyük ve bütünleşik bir yapıya dönüştüğünü göstermektedir. Örneğin, digital trees’i kapsadığı düşünülen NP [noun phrase, isim tümleci], VP’nin [verb phrase, eylem tümleci] içerisine yerleşiktir.

Bu yazıda dilin neden hiyerarşik olmadığını anlatmak uzun süreceğinden, okuyucuyu makaleyi okumaya yönlendiriyorum. Ancak, hiyerarşik olmayan bir dil konseptinin nasıl çalıştığını anlatmamız yazının geri kalanı için de önemlidir. Hatırlamamız gereken bir şey, Frank ve diğerleri (2012) bu yazıyı yazarken posthümanist bir bakış açısı ile yazmamış olduğudur.

Hiyerarşik olmayan bir dil ise Frank ve diğerlerine (2012, s. 4525-4526) göre tıpkı kullanıma dayalı dilbilimcilerin de kabul ettiği gibi yapılardan[1] [constructions] oluşmaktadır. Böylelikle, dildeki bazı yapıların aslında beyinde tek bir ünite olarak işlendiğini kabul ederler. Örneğin, eşya yerleştirmek anlamındaki koymak fiilinin de yanına aldığı diğer yapılardan ayrılmaz bir ünite olarak işlendiğini söylemek mümkündür (bir şeyi bir yere koymak) çünkü bir şey ve bir yer yapıları olmadan koymak fiili tam anlamıyla anlaşılamaz. Frank ve diğerlerinin (2012, s. 4525) yazdığı gibi “Dilde anlama ve üretim her zaman girdi veya çıktı olarak zamansal bir akış gerektirdiğinden, bir yapının yalnızca sıralı yapısı önemlidir”. Bir diğer deyişle, Frank ve diğerleri (2012) ortamdaki dilde birden fazla sıralı akış olabileceğini ve her akışın da yapıları milisaniyeler içinde işleyip diğer yapıya geçtiğini öne sürmektedir. Aşağıdaki grafik, onların yazısından alıp Türkçeleştirdiğim ve bu anlatılanları gösteren bir grafiktir. Bu grafikte açıktan koyuya giden gri sıralı akışın gidişatını, yani yapıların cümle içinde nerede bulunduğunu göstermektedir. İşleri basitleştirmek için burada üç tane yapı olduğunu, bunlardan birinin doldurulamayan tek bir ünite (incelemek) ve diğerlerinin de doldurulabilecek yuvaya sahip olduğunu söylemek mümkündür (bu + X → bu şapka, X + olarak → düşman olarak). 

Bu yapıları parça/bütün ilişkisi olarak incelemek her ne kadar mümkün olsa da, cümle işleme için bu ilişkinin gerekli olmadığı aşikardır (Frank ve diğerlerinin yazısını okuyunuz). Onun yerine “her yapı[nın] ardışık bir sürece tekabül edecek şekilde alınırsa, cümle oluşumunu paralel olarak çalışan bir dizi ardışık akıştan kaynaklandığını görebiliriz” (Frank ve diğerleri, 2012, s. 4526).

Bu yaklaşımla, insan dilinin hiyerarşik yapısının diğer dil sistemlerinden ayırıcı bir faktör olduğu düşüncesinden uzaklaşılabilir. Burada posthümanist bir bakış açısından posthüman bir bakış açısına geçiş ise şöyle gerçekleşmektedir: eğer dilde yapı dediğimiz şeyler birer bütünleşik yapıysa, dil kavramını genişlettiğimizde çiçek ve karıncaların iletişim sırasında kullandığı kimyasal tepkimeler de birer bütünleşik yapı olarak kabul edilebilir. Bu kimyasal tepkime yapıları da Frank ve diğerlerinin (2012) önerdiği gibi birden fazla sıralı akış içinde kodlanıp kodları çözülebilir. Bir diğer deyişle, insan ve insan-ötesi iletişim bütünleşik yapıların eşzamanlı sıralı akışlar içinde kodlanıp/kodunun çözülmesiyse, dil insanın da ötesine geçen bir kavram olacaktır.

Bu noktada dili antroposantrik tutmak isteyen eleştiriler görmek mümkündür. Mesela, insan dilinin çok yaratıcı, verimli ve anlam yüklü olmasıyken, başka hayvanların ‘iletişim sistemlerinin’ bu çeşitlilikten mahrum olması gibi (örneğin şempanzeler). Ancak burada hatırlatılması gereken şey: Elimizdeki teknoloji ile asla biz onlar, onlar da biz olamayacağı için, insan gözünden yalnızca insan odaklı bir inceleme yapabiliriz. Farz edelim ki, günün sonunda, onların dilleri yukarıda bahsedilen çeşitlilikten mahrumsa bile, bu; bu yazının içinde anlatılan ‘dil sıralı bir akıştır’ düşüncesini çürütemeyecektir. Bundan dolayı da, onların ‘iletişim sistemleri’ hâlâ dil olacaktır.

Kaynakça

Barad, K. (2007). Meeting the universe halfway: Quantum physics and the entanglement of matter and meaning. Duke University Press.

Dąbrowska, E., & Street, J. (2006). Individual differences in language attainment: Comprehension of passive sentences by native and non-native English speakers. Language Sciences, 28(6), 604-615.

Diessel, H. (2016). Frequency and lexical specificity in grammar: A critical review. Experience counts: Frequency effects in language, 209-238.

Divjak, D. (2018). Binding scale dynamics. In Aspects of Linguistic Variation (pp. 9-42). De Gruyter Mouton.

Frank, S. L., Bod, R., & Christiansen, M. H. (2012). How hierarchical is language use?. Proceedings of the Royal Society B: Biological Sciences, 279(1747), 4522-4531.

Tomasello, M. (2003). Constructing a language. Harvard University Press.


[1] Dilde yapı bir form ve anlamın bir araya geçmiş halidir. Örneğin: ne kadar hızlı, o kadar iyi yapısı iki koşulun birbirine orantılı şekilde arttığı anlamıyla ne kadar X, o kadar Y formunu bir arada tutmaktadır.

+ posts