Dilbilim ve Posthümanizm

Bu yazıda sizlere dilbilimin ve posthümanizmin nasıl birleşebileceğinden, birleşirse neye fayda sağlayacağından bahsetmek istiyorum. Burayı okuyan kişiler eğer ki dilbilim alanından geliyorsa, ‘neler oluyor?!’ şokunu atlatır atlatmaz yazının sonuna kadar okumalarını öneriyorum. Posthümanizme aşina değilseniz, öncelikle Başak hocamızın yazdığı Posthümanizmin Kısa Tarihçesi ve Posthümanizmde Teknoloji ve Bilim: Bilime Düşman mıyız? yazılarına göz atmanız yerinde olacaktır. Çünkü burada bahsedeceğim kavramlar ancak o zaman akılda daha kalıcı hale gelecektir. 

Dilbilim, adı üstünde olduğu gibi, dil kavramı ile uğraşıp, dilleri tanımlamaya, içindeki sistemleri ve nasıl çalıştıklarını anlamaya çalışan bir bilim dalıdır. Şu ana dek ‘dil’ tanımının içine yalnızca insanlar tarafından ‘dil’ kategorisine girmeye hak kazanmış şeyler konulmuştur (örneğin: İngilizce, Japonca). Charles Hockett[1] 1963’te yayınladığı ‘insan dillerinin evrenselleri’ temalı eserinde, yalnızca insan dillerine ait olduğuna inandığı 12 özelliği kullanıp, insan dillerini bir nevi diğer her türlü iletişim yönteminden üste taşımıştır. Peki biz dilbilimciler neden böylesine uğraşlar veriyoruz? Neyin ‘dil’ olup olmadığının böyle en ince detayına kadar belirlenmeye çalışılmasının bir sebebi var, o da Aydınlanma Çağından beri süre gelen ‘insan eşsizdir ve üstündür’ anlayışının dile bağlanmış olması. 

Çok mu hızlı giriş yaptım? Tane tane tekrar anlatayım. Aydınlanma Çağında yaşanan bir numaralı şey neydi? İnsanın üstünlüğü ve önemi (hümanizm akımı). Beşeri bilimler alanları (humanities) bu üstünlüğü korumak için kurulmuş alanlardan da biri olarak, dilbilimi içine alır. Ne zaman ki Charles Darwin Türlerin Kökeni Üzerine (1859) eseriyle insanların aslında geriye kalan tüm canlılardan o kadar da üstün olmadığını kanıtladı, işte tam da o noktada insanlar kendi üstünlüklerini koruyacak yeni bir özelliğe ihtiyaç duydular. Dil de (ve tabii ki dilbilim) orada devreye girdi. İnsanların bakış açısından, başka bir ‘şey’ olmayı tecrübe edemeyecekleri için tek bildikleri oluş kendi vücutlarıydı ve bu yüzden, kendi dillerinin diğer hayvanların ‘iletişim sistemlerine’ göre oldukça üstün olduğu inanışına yöneldiler. Evet, geleneksel dilbilim bakış açısından hayvanların dili yok, iletişim sistemleri var. Bu kelime tercihi bile aslında nasıl bir üstünlük kurmaya çalıştığımızın göstergesi. Ama biz bir kedi/köpek/yarasa/solucan oluşu tecrübe etmeden, onların bizler gibi birer dili olmadığını yüzde yüz nasıl iddia edebiliriz ki? 

Posthümanizme geçecek olursak, her şeyi eşit şekilde masaya dizmeye çalışan bir akım olarak, dilbilime katacağı iki önemli şey olduğunu söyleyebiliriz: 1) iletişimin ne olduğu ve nasıl gerçekleştiğine açıklık getirebilir, 2) günümüz dilbilim anlayışının ırkçılık ve anadilciliği hala nasıl beslediğine bir ayna tutabilir.

Posthümanist dilbilim bakış açısından dil yalnızca kafatasının içinde, bağımsız şekilde var olan bir ‘araç’ ya da ‘cihaz’ değildir. Aksine, dil tüm doğal-kültürel birleşmelerle aktif bir şekilde etkileşim içinde olan bir eyleyicidir diyebiliriz. Bundan kastım ise şöyle: biz pazara karpuz almaya gittiğimizde, bizi beş karpuzcu arasından yalnızca bir tanesinden karpuz satın almaya iten şey nedir? Satıcı ‘karpuzlarım sulu sulu, gel abla/ağabey gel’ diye bağırdığında orada tabii ki Noam Chomsky’nin Evrensel Gramer teorisinden bahsedebiliriz. Ancak o satış işlemi sırasınca işin içine dil dışında pek çok farklı eyleyici de girmektedir. Mesela, karpuza vurduğunuzda çıkan ses, ‘sulu karpuz’ ifadesini duyduğunuzda aklınızdan geçenler – yani geçmişte yediğiniz sulu karpuzları hatırlayarak hafızanıza ve deneyimlerinize dönerek ‘sulu’ kelimesinin lezzet, doyuruculuk, tazelik gibi çağrışımlarını bağdaştırmak, karpuzcunun sesi ve hatta sosyo-ekonomik arkaplanınız. 

O halde şu soruları soralım: İletişim sizce gerçekten de yalnızca sesletim (fonoloji), sözdizim (sintaks), söylevbiçim (pragmatics) gibi dilbilimin alt kategorilerine mi dayanıyor? Ya da yukarıdaki örnekten yola çıkarak, dil her zaman iletişimin göbeğine oturan totaliter bir kavram mı? Yoksa bazı durumlarda (hatta çoğunda) yalnızca daha büyük bir şeyin bir parçası mı? 

Bu bahsettiğim ‘daha büyük şeyi’ pek çok posthümanist kuramcı farklı kavramlarla adlandırmıştır. Mesela Karen Barad[2] buna ‘entanglements’ (dolaşıklıklar) adını verirken, Alastair Pennycook[3] buna ‘vibrant assemblages’ (canlı topluluklar) demektedir. Pennycook’un bu kavramının özünde ise Jane Bennett’in yeni maddecilik akımına kazandırdığı ‘vibrant matter’ (canlı madde) kavramı ve Manuel De Landa’nın ‘assemblage’ yani topluluk kuramı yatmaktadır. Burada böylesi geniş bir kavram için farklı adlar kullanılsa da hepsinin ortak noktasının kişilerin ve nesnelerin doğal-kültürel birleşmelerini ifade etmek olduğunu görüyoruz. Posthümanist dilbilim ise, iletişim kavramı içine alıp, dili iletişimin odağından çıkartmayı hedeflemektedir.

Peki bunu yapmadığımızda nelerle karşılaşıyoruz? Ne yazık ki günümüz dilbilim anlayışı, diller arası eşitsizliği, ırkçılığı ve dil öğretmenliğinde de anadilciliği hala körükleyen bir alan. Posthümanist bir bakış açısı sayesinde ise bunlardan kurtulmamız biraz daha mümkün. Yakında Başak Ağın ve Şafak Horzum’un Posthuman Pathogenesis kitabında yayınlanacak olan ve Zeynep Arpaözü ile birlikte kaleme aldığımız bölüm, şu anda yaşadığımız pandeminin etkisiyle online ortamlarda dil üzerinden nasıl ırkçılık yapıldığını araştırmaktadır. Bunun ne şekilde oluştuğunu ve uzandığı noktaları biraz irdelemekte yarar görüyorum.

Pandeminin etkisiyle dilde zaten mevcut olan ırkçılığın, özellikle Asya kökenli kişilere yönelik şekilde arttığını gözlemliyoruz. Online ortamlarda Asya kökenli insanlara gerek İngilizcelerindeki aksanlardan dem vurularak ırkçılık yapılmış, gerek Çince Asya’daki tek dilmiş gibi düşünülerek, tüm Asya kökenli insanlara ‘çing çong’ denilmiş. Diller arası bu eşitsizlik yalnızca Çince ile sonlanmıyor, tabii ki. İngilizceden yola çıkacak olursak, Braj Kachru’nun[4] ‘Dünya İngilizceleri’ modeli işimize yarayabilir. Bu model dünyayı üç çembere böler: iç çember (ABD, Birleşik Krallık), büyüyen çember (Güney Afrika, Singapur) ve dış çember (Türkiye, Rusya). İç çember anadili İngilizce olan ve sömürgeci ülkeler iken, büyüyen çember bu sömürgeci ülkelerin kolonisi olmuş ve İngilizceyi ikinci dil olarak konuşan ülkeler, dış çember ise İngilizceyi tamamen yabancı bir dil olarak öğreten ülkelerdir. Uzun lafın kısası, gerek İngilizce popüler kültürün ve dijital medyanın ağırlıklı olarak iç çember ülkeler tarafından domine edilmesi, gerekse kapitalin çoğunlukla iç çemberde dolaşmasından dolayı İngilizce konuşucuları arasında şöyle bir hiyerarşi meydana gelmektedir: iç>büyüyen>dış çember. Anadilcilik dediğimiz şey de burada devreye girer. Burayı okuyan İngilizce öğretmenleri ne demek istediğimi anlamıştır. Türkiye’de bile bir özel kuruluşta çalışmak istediğinizde ya sizi anadil konuşucusu olarak satmaya çalışırlar ya da anadil konuşucusunu sizin yerinize tercih ederler. 

Peki bu yaşanan bir eşitsizlik değil midir? Bunun yorumunu sizlere bırakıyorum.

Posthümanist dilbilim bakış açısı bunların üstünden gelmeyi hedefleyen, posthümanizmin yapısökümcü (deconstructivist) doğasını dilbilimle birleştiren yeni bir alandır. Posthümanist dilbilimin dil öğretiminde bizi ne tür yörüngelere sürüklediğinden bir sonraki yazıda bahsetmek istiyorum.

O zamana dek ise, aşağıya düşünmek için bazı sorular bırakacağım, yorumlarda bunları tartışabiliriz: 

1) Posthümanist dilbilimi bakış açısından dil öğretiminde gramer için yalnızca anadil konuşucularını baz almak doğru mudur? 

2) Posthümanist dilbilimi, günümüz dilbiliminin görmezden geldiği başka nelere ses getirebilir? 

3) Online ortamlarda kullandığımız dil iletişimin odağında mıdır? Yoksa daha büyük bir yapının parçası mıdır? Buna nasıl örnekler verebiliriz? 

Bir sonraki yazıda görüşmek üzere!


[1]Hockett, C. F. (1963). The problem of universals in language. Universals of language2, 1-29.

[2]Barad, K. (2007). Meeting the universe halfway: Quantum physics and the entanglement of matter and meaning. duke university Press.

[3]Pennycook, A. (2018). Posthumanist applied linguistics. Applied Linguistics39(4), 445-461.

[4]Kachru, B. B. (1992). Teaching world englishes. The other tongue: English across cultures2, 355-366.

 

+ posts