
Türkçe okuyan okurun belki de yaşadığı en büyük problemlerden biri, başvuru kaynağı konusundaki eksikliklerdir. Bir alanın tanıtılması, tartışmaya açılarak yaşama sızması genellikle kıyametten bir gün sonra gelen Mesih imgesi ile iç içedir. Biyopolitika, posthümanizm, feminist epistemoloji gibi alanlar gecikmiş alanların en başta gelenlerindendir. Bunun dışında göstergebilim ve ekoeleştiri gibi alanlar da yaşama sızma konusunda eksikliği derinden hissedilen alanlardır. Göstergebilimde bu durumun nedeni, genelde Batı tarihinin yükünü çeken ama bu coğrafyaya hiç uğramamış, tartışılmamış kaynakların eksikliğiyle ilgilidir. Elbette birçok kitap piyasaya sürülmüştür, çok fazla çalışma yapılmıştır ancak yaşama sızma konusunda oldukça başarısızdır. Ekoeleştiri ise, hem güncel bir alan olması hem de interdisipliner ve çok merkezli bir kuram olması nedeniyle coğrafyanın perspektifini kuran tek merkezlilikle mücadele eder. Doğaya bakışın yalnızca yeşil ve güzel bir manzaraya bakmak olduğu düşüncesinin baskısı altında zayıf kalmış, insan merkezliliğin yoğunluğundan gelen doğa düşmanlığının aşağılamaları ile boğuşan bir alandır. İşte Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat bu alanın ana arterlerini ve kimi kılcal damarlarını ortaya koyma girişimlerinde başı çeken başvuru kaynaklarından biri olmuştur. 2012 yılındaki ilk baskısının üzerinden neredeyse on yıl geçmesine karşın, ekoeleştiri alanında Türkçe eser üreten herkesin dönüp en az bir kez baktığı ve çalışmalarında faydalandığı bir başucu eseridir.
Posthümanizm ve çevreci beşerî bilimlere yeni başlayan PENTACLE okurları için, bir cevher niteliğindeki bu kitabı tanıtmak ve bilenlere de yeniden hatırlatmak amacıyla bu tanıtım yazısını sizlerle paylaşıyorum.
Öncelikle kitabın genç akademisyenlerden oluşan bir kadro tarafından kaleme alındığını ve Serpil Oppermann’ın editörlüğünde derlendiğini belirterek başlamak gerekiyor. Bu, Türkiye akademisinde çokça görülmeyen bir durum olduğu için, girişimin baştan cesur bir girişim olduğunu ve eleştirinin her zaman bunu gözetmesi gerektiğini belirtmek gerekiyor. O zamanlar doktora öğrencileri olan bu genç akademisyenler arasında şu anda PENTACLE’ın kurucuları ve yazarları olan isimler de bulunuyor.
Kitabın içeriği oluşturulurken ekoeleştiriye dahil olan hemen her alanı kuşatacak bir iş bölümü yapılmış. İçerikte Su ile Osmanlı Devleti’nden bir kesit alarak belli örnekler sunan iki yazının olması, kitabın alana dâhil olan şeyleri örnekleri ile birlikte gösterebilmesinin yolunu açmış. Bunun hem kaynakça edinmede hem de alana dair geniş bir perspektif kazanmada önemli bir görevi yerine getirdiğini de söylemeliyim. Kitabın sonundaki yuvarlak masa toplantısı da kitaptaki bölümleri yazan akademisyenlerin hem tartışma hatlarını açık tuttuklarını hem de çözümler konusunda fikir alışverişi yaptıklarını gösteriyor; “farklı perspektiflerden nezaket çerçevesinde nasıl tartışılır”ın önemli bir örneğini sunuyor. Türkiye akademisinin gelişiminin önündeki en büyük engellerden birisinin tartışma kültürünün eksikliği olması nedeniyle bu yuvarlak masa bölümü oldukça önemli.
Kitabın ilk yazısı, derin ekoloji ve ekoeleştiri arasındaki ilişkiyi ele alarak bunu Orhan Veli Kanık’ın şiirleri üzerinden örneklendiren Gülşah [Göçmen] Dindar’ın kaleminden çıkıyor. Derin ekolojinin tarihçesini sunarak başlayan bu bölüm, özellikle sığ ekoloji olarak adlandırılan ve meseleyi yalnızca insan yaşamının sürdürülmesine odaklı bir şekilde ele alarak “çevre ve sürdürülebilirlik” temasında kalan akım ile hesaplaşıyor. Bunun yanında, Murray Bookchin ve Ramachandra Guha’nın derin ekolojiye yönelik eleştirilerini ve bunlara derin ekolojinin yanıtlarını, Bookchin’in eleştirisi ile derin ekolojinin nasıl tanınırlık kazandığını gösteriyor. İnsanın her şeyin merkezi değil, bir parçası olduğu teması işleniyor. Özellikle Arne Naess’in kavramsal haznesinin ana arterleri olan biyosfer-ekosfer ayrımı, “ekosofi T” ve “kendini gerçekleştirme” kavramlarına dair açıklamalar, derin ekolojinin ekoeleştiriye bağlandığı noktaları da belirginleştiriyor. En son Garip akımının kuruluşu ve Orhan Veli Kanık’ın şiirlerinde doğa/insan süreksizliğini parçalayan şiir örnekleri ile, yazar bu süreksizliğin parçalandığını, insanın hakkı olarak gördüğü yeryüzünün yalnızca bir parçası olduğunu hatırlatarak bitiriyor metni. Daha önce de belirtildiği gibi, kitabın iyi bir iş bölümü sonucunda adım adım ilerleyeceği de baştan belli edilmiş oluyor. Çünkü tartışma öncelikle okuru insanın merkezî bir figür olmayabileceği fikrini sunan bir metinle karşılaştırarak düalizmin yarattığı süreksizlik ağlarını parçalamak için pozisyon aldıran bir ön hazırlık görünümü veriyor.
İkinci metin, ekoeleştirinin ne olduğunu serimliyor. Dilek Bulut Sarıkaya, metin boyunca, eko- ön ekine yüklenegelen “ağaca sarılan”, “doğaya geri dönelimci”, “doğanın estetizasyonu ve romantize edilmesiyle ortaya çıkan doğa imgesine tapan”, “bilim düşmanı” önyargıları ile hesaplaşıyor. Açıklayıcı ve perspektif kazandıran bir üslup ve biçimle, Gılgamış Destanı’ndan bu yana süregelen meselenin yalnızca yakın tarihe ait olmadığını gösteriyor. Düzensiz, hesaplanamaz ve korku unsuru olan doğanın fethe konu edilmesinin tarihi, insana ait en eski eserlerde bile görülmektedir. Ekoeleştiri de bizzat böyle eserlerin geçmişte farklı perspektiflerden ele alınarak, farklı şeylere iade edilen insanı bu defa doğaya iade etme işleminin adı olarak ortaya çıkar. Sarıkaya’nın da ifade ettiği budur, Gılgamış üzerinden yapmaya çalıştığı insanı doğaya iade etmektir ki düalizmin tuhaflığı da her zaman buradadır. Düalizmin üstün sayılan ucuna aşağı sayılan ucun değil de tam tersinin gerçekleşmesi. Erkeğin kadına, iyinin kötüye, güzelin çirkine iade edilmesi gerekmektedir, çünkü logostan mahrum bırakılan alanın tekinsizliği logos öncesi bir logosun tekinsizliğidir.
Bu, tam da Zümre Gizem Yılmaz’ın bir sonraki yazıda düalizmi parçalayan tavrı ile uyumlu bir yapıdadır. Yılmaz’ın metni hem logos ile maddenin birbiriyle ilişkisini hem de yakın zamanlarda yaşadığımız korkunç orman yangınlarına dair Türkiye’deki bakışın geçmişten beridir nasıl da böyle olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye’de hayatın zorluklarından kaynaklı olarak insanların bile bile nasıl da ormanları talan etmeye mecbur bırakıldığını, günümüzdeki iklim krizine karşı en kırılgan coğrafyalardan birisine adım adım nasıl dönüştüğünü anlatan bu metin, insan/doğa düalizminin devam ettiricisi olan politik ve ekonomik düzene de ışık tutuyor. Bunun yanında logosun en önemli uzantısı olan dilin, biyosemiyotiğin yalnızca bir parçası olduğunu dile getirmesi, Vicky Kirby ve Timothy Morton’dan yaptığı alıntılarla maddenin de dilsel bir oluşum olduğunu dile getirmesi, eyleyici olmanın insan olmakla ya da canlı olmakla alakalı bir şey olmadığını Karen Barad’ın eyleyici gerçekçilik kuramına dayanarak anlatması da kitabın kuramla bağının giderek güçleneceği kırılmanın gerçekleştiği yeri işaretlemektedir.
Pelin Kümbet’in yazısı ekoeleştiriye dair en güçlü uğraklardan olan ekofeminizmi ele alarak, kuramın pratikle buluştuğu yeri gösterir. En başta ekofeminizmin, tüm feminizm biçimleri gibi pratikten beslenen kuramlardan ve kuramdan beslenen pratiklerden olduğunu belirten Kümbet, bu eylemci hareketin ortak kırılganlık zeminlerine odaklanan kuramının açtığı büyük olanağı gözler önüne sermektedir. Bunun ötesinde ekofeminizmin yeryüzünün dayanma gücünün kalmadığı ve yeryüzü için adalet talep eden bir kuram olduğu oldukça vurucu bir şekilde ortaya konur. Düalizmlerle başa çıkabilmenin farklılığın farkında olmanın ortak kırılganlık zeminindeki bütün paydaşlar için önemli olduğunu dile getiren Kümbet, ekofeminizmin yeryüzünün antikite öncesinden beridir sömürülen iki unsuru olan kadın ve doğanın ortak bir zemini paylaştığı görüşünden hareket eder. Özellikle mantıksal eleştiri ve analizleri ile ekofeminizme çok şey katmış olan Val Plumwood’un “efendi modeli teorisi” ve Karen Warren’ın kuramının yakınlığı ve ortak paydaları, ekofeminizmi anlamanın en temel unsurlarını okuyucuya sunmaktadır. Bunun yanında Gilles Deleuze ve Felix Guattari üzerinden Elizabeth Grosz’a doğru bir tartışma hattı oluştururken bedenin, üzerine her türlü kodun yazılabildiği bir şey olduğunu ortaya koyarak, madde/söylem düalizminin nasıl da geçersiz bir argüman olduğunu açığa çıkarıp kendisini önceki metinler ile bağlar. Bu aynı zamanda ekofeminist mücadelenin bedenin geri kazanılmasının gerekliliği için gösterdiği çabanın köklerini verir. Bunun için özneyi sabit kimlik üzerinden tanımlamaya çalışıp elinde tutmak isteyen “efendi modeli” ile bedenin akışkanlığına dayanan bir ağ örme düşüncesi arasındaki savaş iyi anlaşılmalı ve akışkan beden fikri savunulmalıdır. Bunun için de, kitabın diğer yazılarında sıklıkla telaffuz edilecek olan Stacy Alaimo’nun beden-ötesi cisimcilik[1] (trans-corporeality) kavramına bir giriş sunulur. Metin kapanışını ekofeminist saiklerin listesi ile yapar.
Hakan Yılmaz’ın “queer” ekoeleştiriye dair yazısı ise, ötekileştirilen, aşağı görünen gruplar içerisindeki en ilginç pozisyonda bırakılan “queer” olgusunun ekoeleştiri içerisindeki konumunu sorgulamaktadır. Heteroseksüel doğa fikrini yıkmaya çalışan kuram, “queer” kuramların her zaman olduğu gibi ötekinin ötekisi pozisyonuna karşı bir direniş cephesi açmaktadır. Doğaya yakın, yani aşağı görülen tüm gruplar (kadınlar, canlılar, cansızlar, medeni olmayanlar, işçiler) dışında doğal olmadığı için doğaya bile yakın görülmeyen ve aslında sürekli bir soykırım saikleri altında yaşayan (düzeltme, hastalığı iyileştirme düşüncesi aslında var olan şeyi yok etmekten başka bir anlama gelmemektedir çünkü) lgbti+lar, bütün düalizmlerin temelinde bulunan köken ve doğallık mitlerine karşı “queer” (tuhaf) bir konumda bulunmaktadır. Bedenin geri kazanılmasının en temel unsurlarından birisi olan cinselliğin geri kazanılması da “queer” ekoeleştirinin önemini daha da belirgin kılar. “Queer” ekoeleştiri böylelikle doğanın doğallığına ve her şeyin kökenine karar veren heteronormatif yaklaşımın yıkımındaki en önemli stratejik modellerden birisi olmaya aday olduğunu belli eder.
Kitabın belki de en ilginç yazısı Masaru Emeto’nun su deneyinden yola çıkarak – ortak kırılganlığa alternatif bir söylem olabilecek – yeryüzünün ortak paydasına odaklanan Derya Şahingil’e aittir. Deneye göre olumlu mesaj gönderilen su kristallerinin simetrik bir geometriye, olumsuz mesaj gönderilen kristallerin ise asimetrik bir geometriye ulaştığı tespit edilmiştir. Şahingil, bunu Karen Barad’ın “fenomenler”, “içten-etkime” (intra-action) ve eyleyici gerçekçilik (agential realism) kuramlarından hareketle ve maddenin canlı olduğuna dair anlayışla, bu ortak paydayı canlı ve olumlu tutarak yeryüzünün ortak paydasında bir canlılık ve ortaklık zeminine nasıl geçebileceğimizi tartışmaktadır.
Kitabın baş yazısı olarak gördüğüm iki yazı vardır. İlki Başak Ağın (Dönmez)’in ekoeleştiri ve hayvan çalışmalarını Avatar filmi ve Madagaskar serisi üzerinden ele aldığı yazı, diğeri, Kerim Can Yazgünoğlu’nun posthümanizmin ontolojik altyapısını kuran yeni materyalizm, beden-ötesi cisimcilik ve feminist materyalizmi ele aldığı yazıdır. Ağın’ın yazısı, özellikle bir doğa unutulmuşluğuna dönüşen çağdaş yaşamın nasıl kurulduğunun tarihçesini vererek hiçbir şeyin birden bire olmayacağının ve direniş hattının ancak bu tarihsel kurulumun bedenin üzerine kaydettiği yazı ile mücadele sonucu oluşacağını çok iyi bir şekilde ortaya koyar. Ağın, “öteki”nin görünmezliğinin yarattığı boş alanlar üzerine kurulu günümüz sisteminin felsefi köklerini de oldukça iyi özetlemiştir. Bunun da ötesinde, bugüne kadar düalizmlerle yaratılmış süreksizliklerin yavaş yavaş düzelmesinin yetersiz olduğunu, yeryüzünün böyle bir şey için artık vaktinin kalmadığını dile getirir. Adalet hemen şimdi sağlanmalıdır. Bu konuda hayvan çalışmalarına popüler örnekler üzerinden değinen Ağın, önemli olanın kendi hikâyelerimizde onlara yer vermemiz olmadığını, önemli olanın onların hikâyelerinde onlara sadık kalarak hikâyelerin anlatılması gerektiğini vurgular. İnsan olmayan canlı temalı filmlerin bunu nasıl ve nerelerde ıskaladığını oldukça açık ve net bir dille anlatır. Bunun yanında yalnızca sıralanan kaynakça listesi bile, mesele üzerine çalışmak isteyenlere ışık tutacaktır.
Kerim Can Yazgünoğlu ise, posthümanizmin günümüz sorunlarındaki kapsayıcı pozisyonunu işaretleyerek, silinen sınırların ortasında insanı, insan olmayan doğakültürlere iade etme girişiminde bulunur. Postyapısalcılıkta söylemin maddeye üstünlüğü olduğunu buna karşın, posthümanist kavrayıştaki maddenin eyleyici bir kuvvet olarak işaretlenmesi bu iade işleminin en önemli uğraklarından biridir. Özellikle postyapısalcılıkta çözümlenemeyen söylem/madde düalizmine dair tartışma Yazgünoğlu’nda en çok yer kaplayan tartışmadır. Özellikle Barad’ın “fenomen”, “aparat”, “içten-etkime” (intra-action), “kırınım” (diffraction) kavramları oldukça detaylı analiz edilerek “eyleyici gerçekçilik” (agential realism) kuramının postyapısalcılık karşısındaki gücü ortaya konmuştur. Yazgünoğlu, insanın özerk karar alan, istemli hareket eden ve eyleyiciliği bununla sınırlamaya çalışan düşünce hatlarına karşı, eyleyicilik düşüncesinin insanın üstün pozisyonunu ortadan kaldıran farkına odaklanmak gerektiğini belirtir. Bunun yanında metin “risk toplumu”, “toksik bedenler” gibi kavramlara odaklanarak çağımızın realitesine temas etme noktasında oldukça iyi organize olmuştur. Metin, Türkiye’nin görünmez yaralarından olan çöp problemlerine dair iyi bir örnekle kapanır. Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları bu kuramların örneği olarak seçilmiştir ve Yazgünoğlu’nun aktardığı kuramlar ile muhteşem bir uyum içindedir.
Kitabın son yazısı Osmanlı İmparatorluğu’nun Lale Devri’ndeki çevre düzenlemelerine odaklanan ve şehrin dönüşümünün perspektifteki değişimler ile nasıl da başkalaştığını, merkezlerin aslında ne kadar değişken olduğunu ele alan Elis Yıldırım’ın yazısıdır.
Yuvarlak Masa Toplantısı kitaptan, yazınsal uzamını daha akışkan bir şekilde kuran, gündelik konuşma diline dönerek metnin kapanışını yaptığı yerdir. Burası artık duruş noktası kuramının (standpoint theory) önemini ve iletişimin olabilecek en güçlü halinin sunulduğu yerdir. Toplantıdaki her yazar kendi pozisyonundaki odaklandığı yerleri dile getirip, diğerlerini kendi oyununa dahil olmaya çağırırken, diğerlerinin oyununa da katılmaya çalışır. Bu oyunbazlığın sonucu da metinler arası ağsal yapıyı güçlendirerek, hakikat yerine ağ örme girişimlerinin hem stratejiler hem de yaşama karşı yeni modeller önerebilmedeki perspektif çokluğunun olanağına nasıl kavuşulabileceğine dair bir deneme/ortak deneyim gibi görünür.
Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat, hem yazıların organizasyonu hem de alanların dağılımı açısından oldukça iyi bir sınav vermektedir. Hem kuramlar hem de örnekler özenle seçilmiş ve oldukça detaylı bir şekilde incelenmiştir. Burada eleştiri olarak yöneltilebilecek birkaç şeyden bahsetmek gerekiyor. İlki, “içsel değer” düşüncesine dairdir. Özellikle derin ekoloji ağırlıklı yazılarda her ne kadar derin ekolojiye gelen eleştiriler tartışılmışsa da, içsel değer denen şeyin töz metafiziğinden kalma bir artık olduğu ve “kendinde şey” düşüncesinden çıktığı gözden kaçmış görünmektedir. İkincisi ise Masaru Emeto’nun su deneyindeki simetrik kristalin sanki kendinde iyi bir şeymiş gibi sunulmuş olmasıdır. Geometrik olmaya dair düşkünlük, felsefenin kuruluşundan beri süregiden bir şeydir. Bunun bir güzellik olduğuna dair tarihsel yük, bunun başka türlü olup olamayacağını sorgulamaya engeldir. Bir başka nokta da olumlu ve olumsuz mesajdan ne anlaşılması gerektiğidir. Sevgi ve nefretin birleştirip ayırıcı bir güç olarak tanımlanması Empedokles’e dayanır ve yine Antik Yunan metafiziğinin kuruluşunda güçlü bir etkiye sahiptir. Nihayetinde bildiğimiz gibi Antik Yunan’ın günümüz düşüncesinin en derin köklerinde yattığı düşünülürse, bugünkü yıkımdaki payı daha iyi anlaşılır. Ancak bu eleştiriler ne bu yazıların değerini düşürür ne de yazıların değişmesi gerektiğini ima eder. Eleştiri yalnızca ek bir perspektif önerme amacındadır. Yazının başlarında da belirtildiği gibi, bu kitabın yazılmış olmasının kapattığı açık ve açtığı tartışmalar Türkçe okuyan okur için oldukça yenidir. Kitap yeni tartışmalar oluşturmaya açık ve çağımızın en görünür ve en görünmez problemlerine dikkat çekme noktasında başarılıdır. Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat okunmasını ve yeni tartışmalar üretmesini temenni ettiğim kitaplardandır.
[1] Bu terim daha sonra Başak Ağın’ın Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu (2020) kitabında ve M. Sibel Dinçel’in çevirdiği Ekofobi Hipotezi (2021) kitabında (ed. Başak Ağın) “bedenler arası geçirgenlik” olarak Türkçeleştirilmiştir.