PENTACLE’da İlk Söyleşi Heyecanı: Z. Gizem Yılmaz Karahan’ın Serpil Oppermann ile Söyleşisi

PENTACLE olarak ilk söyleşimizi, sevgili hocamız Prof. Dr. Serpil Oppermann ile gerçekleştirdik.

ZGYK – Türkiye’de ekoeleştiriyi ilk çalışan, çevreci beşeri bilimleri ülkemize tanıtan, derslerinde posthümanist kuramları okutan – ki bu kuramları okuyan şanslı öğrencilerinizden biri olduğum için çok mutluyum Hocam – ve maddeci ekoeleştiriyi ortaya atan kişi olarak, Türkiye’de bu çalışmalara ilk tepkiler nasıldı, biraz bahsedebilir misiniz?

SO – Sevgili Gizem, bu söyleşi için öncelikle sana, PENTACLE sitesini kuran Başak Ağın’a ve ekibinize teşekkür ederek başlamak isterim, çevreci beşeri bilimlerin, posthümanist kuramların ve ekoleştiri çalışmalarının ülkemizde yaygınlaşmasına katkıda bulunduğunuz için. Türkçe olarak yayınlanan ve ülkemizde akademik kitlelere ulaşabilen önemli bir platformu hayata geçirdiniz. 2010 yılından beri yüksek lisans ve doktora derslerimi alarak, tez çalışmalarınıza bu alanlarda devam ederek ve daha sonra farklı üniversitelerde çalışmalarınızı yaygınlaştırarak alana önemli katkılarda bulunduğunuzu düşünüyorum. Bu nedenle, burada eski doktora öğrencilerim olan Başak Ağın, Gülşah Göçmen, Fatma Aykanat, Kerim Can Yazgünoğlu ve Pelin Kümbet’i anmak isterim. Uzun bir yoldan bu günlere gelmek ve sizlerin yeni tartışmalara katkıda bulunduğunuzu görmek beni çok mutlu ediyor.

Türkiye’de bu çalışmalara ilk tepkiler nasıldı? Bu soruya cevabım şöyle: 1990’lı yıllarda, en azından benim içinde bulunduğum akademik ortamda, pek de olumlu değildi. Geleneksel edebiyat çalışmalarının devam etmesini isteyen akademisyenler durumdan hoşnut değillerdi. Bilindiği üzere gelenekselciler, değişen söylemlerden ve değişen paradigmalardan her zaman rahatsızlık duymuşlardır. Aslında beşeri bilimlerin akademik dünyasında böyle tepkileri anlamak zor değil. Yeni teoriler ve de özellikle paradigma değişimi korkuyla karışık öfkeye sebep olabiliyor! Bu da, değişen dil ve söylemlerin dışında kalmaktan kaynaklanıyor. Benim aldığım eleştiri, ‘yeni moda’ akımları eski köye yeni adet olarak getirdiğim ve akılları karıştırdığım şeklindeydi. Geleneksel İngiliz Edebiyatı çalışmalarının dışına çıkmanın ‘gelip geçici moda akımları olduğunu’ gereğinden fazla duydum. Elbette gezegenimizin ve tüm canlıların içinde bulunduğu vahim durum nedeniyle ekolojik farkındalık yaratmanın önemini anlıyorlardı ancak bunun bizim alanla olan yakın ilgisini anlamakta zorlanmışlardı.  

Burada bir parantez açarak bir hususun daha altını çizmekte fayda var. Sanırım tepkilerin ardında yatan en önemli etken, doğaya hükmeden baskın bir tür olarak insanın ve dolayısıyla baskın statülerin sorgulanması. Öfkelerinin kaynağını biraz da ben-merkezciliğin yıkılmasında aramalıyız. Daha genel anlamda bakarsak, asıl nedenin Antroposen (İnsan) Çağı’nda insan tahakkümünün küresel çapta sorgulanması ve kontrol elden gidiyor korkusu olduğunu söyleyebiliriz.  Ne de olsa jeolojik bir çağ başlattığını düşünen insan türünün gezegeni paylaştığı diğer canlılardan üstün olmadığını kabullenmesi zor elbet! Baskın türler kontrolü kaybetmek istemezler. Doğaya hükmeden ideolojilerle beslenirler. Bu bağlamda çığ gibi büyüyen ekolojik sorunlarımızın aslında insan egosu merkezli bakış açıları yüzünden aynı zamanda sosyal sorunlar olduğunu görmemiz gerekiyor.

2000’li yıllara gelindiğinde ve sizlerin de ekoeleştiri çalışmalarına ilgi duymanız sebebiyle durum biraz değişmeye başladı. Ancak tepkiler bitmedi elbet. 2010 yılında yeni maddecilik kuramlarının ortaya çıkmasıyla derslerde bu kuramları okutmaya başlamam bence dönüm noktasıdır, zira bir ilki başardık birlikte. Sizlerin ASLE konferanslarına katılmaya başlaması, kuramları ortaya atan akademisyenlerle tanışması ve o ortamda sizlerin ülkemizi çok güzel temsil etmeniz önemli adımlar oldu. Örneğin 2010 yılında Catriona Sandilands’in bana, “Serpil, bizim öğrencilerimiz bile henüz yeni çıkan kuramlara tam olarak hakim değiller, ama seninkiler oldukça bilgili ve ilginç sorular soruyorlar. Demek Türkiye bu alanda epey ileri” demesi, tabii senin Simon Estok’la tanışıp ekofobi hipotezini tezinde kullanman ve Estok’un, “Benim kuramım üzerine dünyada ilk doktora tezi Türkiye’den çıktı” diye bizim çevrelerde bunu dile getirmesi benim için gurur kaynağı oldu. Aslında daha kalıcı bir örnek olarak şunu verebilirim: Türkiye’de ekoeleştiri çalışmalarının başlangıç noktası, 2012 yılında yayınlanan, editörlüğünü yaptığım Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat adlı kitabımızla oldu. İyi ki sizlerle bu çalışmayı gerçekleştirdik. Bence başarımızın ilk yapıtaşı bu kitap oldu diyebiliriz.

ZGYK – Peki, Türkiye’de bu çalışmaların bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

SO – Bugünkü durumu değerlendirdiğimde gördüğüm şu ki ‘moda’ diye itiraz eden öfkeli sesler tam yok olmasa bile artık kale alınmıyor. Ve hatta onlar arasında da modaya uymak isteyenler var. Önemli olan şu: Genç akademisyenler ekoeleştiri, çevreci beşeri bilimler, posthümanizm, yeni maddecilik, eleştirel hayvan çalışmaları gibi birbiriyle ilintili alanlarda çalışmalar yapıyorlar. Oldukça başarılı Türkçe makaleler de var. Örnek olarak Şarkî dergisinin 2017  “Ekoeleştiri Özel Sayısı” ve yine Temmuz 2018 “Edebiyat ve Kültürde Hayvanlar” konulu özel sayısı önemli katkı sağlamıştır ve buna öncülük yapan Barış Ağır’ı tebrik etmek isterim. 2018 sayısının misafir editörü Sinan Akıllı’nın da belirttiği gibi: “Daha gidilecek çok yol var…” (44). Böylesi çalışmaların kendi kültür zenginliğimizden faydalanarak devam etmesini dilerim. Doğa ve insanı bir bütün olarak gören kadim Türk gelenekleri zaten yeterince zengin bir kaynak olarak elimizin altında. Aslında Meliz Ergin’in “Ecocriticism in Turkey” adlı yeni makalesinde belirttiği gibi, Doğu Batı dergisinin “Floraya Ağıt: Doğa” konulu 2018 özel sayısı, Cogito dergisinin 2019 yılı “Yerküre Krizi, Dönüşen İnsan” konulu sayısı ve Monograf’ın 2020 yılı “Ekoloji” sayısı ile örnekler çoğalmıştır. Meliz Ergin ve Özlem Öğüt Yazıcıoğlu gibi akademisyenlerin çalışmaları önemli; zira Türk edebiyatı ve kültüründen örnekler vererek çevre ve edebiyat çalışmalarına katkı sağlamaktalar. Ayrıca Ufuk Özdağ’ın Çevreci Eleştiriye Giriş: Doğa, Kültür, Edebiyat (2014) adlı kitabı ve yine Özdağ’ın, G. Gonca Gökalp Alpaslan ile birlikte editörlüğünü üstlendiği Anadolu Turnaları: Biyoloji, Kültür, Koruma (2019) adlı kitap Türkçe kaynak olarak örnek gösterilebilir. Posthümanizm açısından ise, Başak Ağın’ın birkaç gün içinde çıkması beklenen Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu başlıklı kitabının da alandaki önemli bir kaynak eksikliğini gidereceğine inanıyorum. Son olarak listeye—her ne kadar İngilizce bir kaynak olsa da—Sinan Akıllı ile editörlüğünü üstlendiğim, Türk ekoeleştirisini dünyaya tanıtmayı amaçlayan Turkish Ecocriticism: From Neolithic to Contemporary Timescapes adlı yakında çıkacak olan kitabımızı da eklemek isterim.

Türkiye’de yapılan çalışmalara bir diğer örnek olarak, Boğaziçi Üniversitesi’nde 2017 yılından itibaren yapılan “Disiplinlerarası Ekolojik-Etik Temaslar” başlıklı konferanslar dizisini de hatırlayalım. Akıllı’nın da ifade ettiği gibi: “Bu ve benzeri platformların nicelik ve nitelik olarak Türkiye’de hızla gelişmesinin […] büyük bir önemi haiz olduğuna inanıyoruz” (43).

Ben bu bağlamda burada özellikle Kapadokya Üniversitesi’nden bahsetmek istiyorum, Akıllı’nın ve de benim dileğimin gerçekleştiğini vurgulamak için. 2018 yılında Sinan Akıllı ile birlikte Türkiye’de tek örnek olan Çevreci Beşeri Bilimler Merkezi’ni kurduk ve merkezimiz kısa sürede yeniliklere açık, uluslararası arenada saygı gören önemli bir bilimsel merkez oldu. Alanımızda Türk akademisinde bir ilki başardık ve 7-8 Mart 2019 tarihinde uluslararası “Antroposen Çağı’nda Çevreci Beşeri Bilimler” (Environmental Humanities in the Anthropocene Age) konferansını gerçekleştirdik. Buna ek olarak Akıllı’nın seri editörlüğünü üstlendiği Çevreci Beşeri Bilimler Serisi’nin yayına başlaması da önemli bir gelişme. Bu gelişmelerin en önemlisi ise, Sinan Akıllı ve Steven Hartman ile birlikte editörlüğünü üstlendiğim Ecocene: Cappadocia Journal of Environmental Humanities dergisinin ilk sayısının Temmuz 2020’de açık erişimde yayımlanmasıydı. Derginin kuruluş aşamasında bize destek veren ve aralarında Donna Haraway, Jane Bennett, Jan Zalasiewicz (Uluslararası Stratigrafi Komisyonu Antroposen Çalışma Grubunun başkanı ve günümüzün en önemli jeologlarından) gibi alanın en önemli teorisyenleri ve bilim insanlarının bulunması önemlidir. Derginin ilk sayısı ise PENTACLE okurlarına sürpriz olsun. (Linke tıklayarak dergiye ulaşabilirsiniz).

Bir de merkezimizde, Çevreci Beşeri Bilimler Anadolu Gözlemevi’nin (Anatolian Environmental Humanities Observatory) kurulması için çalışmalara başlandığını ve de KÜN Sürdürülebilirlik sayfamızın ve KÜN SuKÜN HavaKÜN ToprakKÜN Ateş ve KÜN Hayat programlarının da açıldığını da belirtmek isterim.

Kapadokya Üniversitesi’nin ülkemizde çevreci beşeri bilimlere öncülük yapıyor olmasının diğer akademik kurumlara ilham kaynağı olacağına inanıyorum.

ZGYK – Material Ecocriticism (2014) (Maddeci Ekoeleştiri) kitabınız çok yoğun ilgi gördü, çevreci beşeri bilimler için önemli kaynaklardan biri oldu. Kısaca maddeci ekoeleştiriden bahsedebilir misiniz?

SO – Doğrusu, kitabımızın dünya çapında bunca ilgi görmesi, kitabı birlikte derlediğimiz ve maddeci ekoleştirinin kavramlarını oluşturduğumuz Serenella Iovino ve beni çok mutlu etti. Kitabın içerisinde, tüm canlıların ve cansız sandığımız maddelerin bile birer hikaye anlatıcı olmasını kuramsallaştırmamızın, daha ekolojik ve sürdürülebilir bir yaşam tarzının benimsenmesinde katkısının büyük olduğunu görmekten mutluyum. Aslında kitap, yeni maddeciliğin ortaya koyduğu ana fikirden, yani eyleyiciliğin (agency) yalnızca insanda var olan bir özellik olmadığını ve maddenin ontolojik boyutunun genişletilmesi gerektiği fikrinden hareketle maddeci ekoeleştiri akımını başlatmıştır. Bu model, maddeyi metinsel boyutuyla ele alarak canlı ve cansız tüm formların birer hikayesi olduğu fikrini savunur. Madde öyküseldir ki biz buna “storied matter” diyoruz ve her şeyin eyleyici ve anlatıcı özelliği vardır ki bunu da “narrative agency”  (öyküsel eyleyicilik) olarak ifade ediyoruz. Bunların dilini anlayıp hikayelerini okuyabilirsek gezegenimizin halinden çok daha iyi anlarız ve ekolojik çöküşün hızını kesebiliriz diye düşünüyoruz. Ne de olsa bilimsel veriler, geniş kitleleri harekete geçirmekte etkili olmuyor, ancak hikayeler aracılığıyla çevremizde kalıcı farkındalıklar yaratmak olası. Yok olmaya başlayan mercan kayalıklarının hikayeleri, eriyen buzullarda mahsur kalan kutup ayılarının trajik hikayeleri, yanan ve kesilen ağaçların ve daha nicelerinin, onların perspektifinden oluşan hikayelerinin etkisini önemli buluyorum. Elbet bunları insan diline çeviren insan öznesi aracılığıyla biliyoruz. Tüm maddesel formların hikayeleri bize bu yolla ulaşsa da dikkatle dinlemek, anlamak ve önemsemek insanı daha duyarlı yapabilir. Öyküsel madde, bize insan ve insan olmayan diğerleri arasındaki ayrımcı sınırların sanıldığı kadar keskin olmadığını gösterir. Tüm maddesel formlar eyleyici, hikaye anlatıcı özelliklere sahipse hem varlığın yeniden anlamlandırılmasında hem de toplumsal bilincin yapılandırılmasında etkili olabilirler. Canlı organizmaların yanı sıra, cansız kabul edilen maddeler bile hikayelerini anlatırlar. Bu yaklaşım, biyolojik formlarda görülen semiyotik süreçleri inceleyen biyosemiyotik alanının (biosemiotics) ötesine geçerek maddesel tüm formların çevreleriyle iletişim kurduklarını ve kendilerine has hikayeleri olduğunu vurgulamaktadır.

ZGYK – Bu kitabın Türkçeleştirilmesine yönelik bir çalışma var mı?

SO – Henüz böyle bir çalışma yok. Olmasını dilerim.

ZGYK – Hazır bu kuramların Türkçeleştirilmesinden konuşuyorken, alana dair konuların, kuramların ve kavramların çoğu İngilizce. Sizin editörlüğünü yaptığınız ve benim de heyecanla ilk kitap bölümümü yazdığım 2012 yılında basılan Ekoeleştiri: Çevre ve Edebiyat kitabı dışında kaynaklar çok sınırlı. Türkçeye kaynak kazandırma konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

SO – Ecozon@ dergisinin, Axel Goodbody ve Carmen Flys Junquera ile birlikte editörlüğünü yaptığım 2020 özel sayısında yayınlanacak olan “Ecocriticism in Turkey” adlı makalesinde Meliz Ergin, Greg Garrard’ın Ecocriticism (Ekoeleştiri, 2016) ve Timothy Morton’un Humankind: Solidarity with Nonhuman People (İnsan Türü: İnsan Olmayanlarla Dayanışma, 2020) kitaplarının çevrildiğini belirtiyor. Ben de Sibel Dinçel’in çevirdiği ve yakında Kapadokya Üniversitesi, Çevreci Beşeri Bilimler Serisi’den çıkacak olan Simon Estok’un The Ecophobia Hypothesis (Ekofobi Hipotezi) kitabını eklemek isterim.

Bunlar elbette çok sınırlı ve çevrilmeyi bekleyen çok sayıda kitap var. Bence bir çeviri ekibi kurularak ekoeleştiri, posthümanizm ve çevreci beşeri bilimler üzerine yayınlanan kitapların Türkçeye çevrilmesi gerekir. Bunların arasında yine Serenella Iovino ile birlikte hazırladığımız Environmental Humanities: Voices from the Anthropocene (Çevreci Beşeri Bilimler: Antroposen’den Sesler, 2017) adlı kitabımızı da görmek isterim.

ZGYK – Posthümanizm hep teknoloji ve dijitalleşme anlamında ele alınıyor ama aslında sadece o açılardan ele alınamayacak kadar derin. Sizce neden böyle bir yanlış anlaşılma oldu?

SO – Bence gayet doğal böyle bir yanlış anlaşılma, zira medya doğal olarak akademik çalışmaları değil, popüler yaklaşımları ön plana çıkartıyor. Daha dikkat çekici olması dolayısıyla transhümanizm sanki posthümanizm gibi algılatılıyor. Oysa posthümanizm insanın dijitalleştirilmesini onaylayan felsefi bir akım değil. ‘İnsandan sonra gelen’ olarak da algılanmamalı. Ya da ‘insan sonrası’ diye. Yanlış anlaşılmalara sebep olabiliyor bunlar Türkçede. En basit anlamıyla posthümanizm, insan-insan olmayan canlılar-doğa-kültür-teknoloji-ekoloji dolanıklığını ve ilişkiler karmaşasını etik, ontolojik ve epistemolojik boyutlarıyla inceleyen bir felsefi akımdır. İnsan sonrası dendiğinde akla teknolojiyle güçlendirilmiş insan bedenleri geliyor ki bu asıl transhümanizmin konusu. Posthümanizm ise ne ‘insanı güncelleyelim’ der, ne de virüsler gibi zararlı yaşam formlarını kollarımızı açarak kabullenmeyi kabul eder. Yani gezegeni paylaştığımız diğer canlıların haklarını savunmak bedenlere zarar veren virüsleri törenle aramıza davet etmek olarak algılanmamalıdır. Ama posthümanizm bu birbirine geçmiş ontolojik süreci eleştirel olarak inceler ve çözümü insan-merkezci olmayan, yani disanthropocentric sistemlerin geliştirilmesinde arar. Tekrar ediyorum. Bu yaklaşımı, canlı bedenlere zararlı mikroorganizmaların kutsanması sanmak saçmalıktır. Bunların insan eliyle kısıtlı ortamlarından alınıp geniş kitlelerin yaşadığı alanlara yayılması veya laboratuvarlarda üretilmesi yine insan-merkezciliğinin sonucu değil midir? Bu durum, insan ve diğer canlılar arasındaki dolanıklığın ölümcül sonuçlarını sergilemektedir. Eğer Koronavirüsün hikayesini okuyabilseydik, bu bedenler arası ilişkiler ağına, ‘dolanıklığın belirsizliği’ dediğini görürdük bence. Bu bağlamda, sevgili Gizem, PENTACLE’da 17 Ağustos 2020’de yayınlanan yazından bahsetmek isterim. Burada Greta Gaard’ın açık mektubunda belirttiği önemli bir noktaya dikkat çekiyorsun:

“Bu virüs ‘bedenler, türler, kıtalarla – birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu gösteren bir mesaj taşıyor.’ Benim bu cümleye eklemek istediğimse bu bağlılığın ne kadar değişken ve kırılgan olduğunu ve kesin ve sonlu bir çizginin madde ve enerji arasındaki hiçbir ilişkide mümkün olmadığını da görmemizdir. Dolayısıyla bu virüs bize ne kadar da insan-ötesiyle bağlı olduğumuzu ve insanlığımızın tanımının aslında insan-ötesi varlıklar ve maddelerle mümkün olduğunu gösterdi. Buradaki insan-ötesinin hayvanlar, bitkiler, ekonomik ve politik ilişkiler, kıtalar arası politikalar gibi değişkenler olduğunu vurgulayayım.”

Sonuç olarak ben şahsen Karen Barad’ın ‘etiko-onto-epistemoloji’ modelinin posthümanizmi en iyi anlamlandıran model olduğunu düşünüyorum.

ZGYK – Posthümanizm de postmodernizm gibi moderniteyi tamamen reddediyor mu, yoksa aklı tamamen farklı bir evrensel norma mı dönüştürüyor?

SO – Modernizmi, ikili karşıtlıklara dayandığı ve insan aklını öncüllediği için eleştirdiği bir gerçek. Posthümanizm, aklı insanı üstün kılan özellik olarak görmeyi, yıkıcılığı malum ve hiyerarşik bir tuzağa düşmek olarak değerlendiriyor bence. Aklı farklı bir evrensel norma da dönüştürdüğü söylenemez. Aklın tüm canlılarda var olan bir özellik olması önemlidir posthümanizmde, ama bunu derecelendirirken etik ve ontolojik sorunları da unutmaz. İnsanı ‘özel’ aklı sayesinde üstün kılmanın ekolojik sonuçlarının ne kadar yıkıcı olduğunu biliyoruz. Aklını kullanan diğer türlerde bu çapta bir yıkım projesine rastlayamazsınız. Bu bağlamda, aklın etiko-onto-epistemelojik çerçevede yeniden incelenmesi gerekir ki posthümanizm de bu sorunsalı çok boyutlu olarak düşünür.

ZGYK – Son dönemde gençlerin bu konulara ilgisi arttı. Ekoeleştiri, derin ekoloji veya hayvan çalışmaları gibi konularda, özellikle medya ve iletişim tezleri, edebiyat tezleri yazılıyor. Yeni maddecilik konusu, uluslararası ilişkiler, medya ve iletişim çalışmaları gibi farklı disiplinlerde konuşulur ve tartışılır oldu. Herkes bu konulara eğilmeye başladı. Bunu bir kazanım olarak yorumlamak mümkün mü, yoksa herkes konunun önemini anlamaktan ziyade bir moda trendi gibi mi bunlara eğiliyor? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

SO – Çok güzel bir soru. Başta bahsettiğim tepkiler arasında moda trendi olduğunu söyleyen geleneksel akademisyenler var ya işte onlardan bazıları bu ‘moda’ya katılmak için bir fırsat yakaladıklarını düşünüp alanımızın söyleminden bihaber olarak giriş yapmaya çalışıyorlar. Ben bu durumu oldukça komik buluyorum. Nasıl ki kuantum fiziği bir moda trendi değilse, ekoeleştiri ve çevreci beşeri bilimler alanı da böyle görülemez. Siz hiç ‘kuantum biyolojisi günün trendi, ben de aralarına katılıvereyim’ diyerek harekete geçen ama konuya hakim olmayan biyolog gördünüz mü? Ayrıca Başak Ağın’ın da 1 Ekim 2020 tarihinde Metapolitik adlı sitede yayınlanan yazısında altını çizerek söylediği gibi, modaya kapılmak can sıkıcı sonuçlar doğurabiliyor: “Kuramların ve kavramların ‘moda’ haline gelip çeşitli mecralarda altlarının boşaltılarak kullanılması, hem akademik dünya için bir sorun teşkil etmekte, hem de toplumda bu kuram ya da kavramlara ilgi duyan kişiler için kafa karışıklığına yol açmaktadır.”  Evet,  modaya katılayım diye “ne dediğini bilmeyen bir grup insanın” kendine yer edinmeye çalışması komik olduğu kadar zararlı da. Ancak alanı derinlemesine inceleyip süren tartışmaları öğrendikten sonra gelenlere ‘hoş geldin’ diyebiliriz.

ZGYK – Çok teşekkürler canım Serpil Hocam, Türkiye’ye bu önemli çalışmaları tanıttığınız ve Türk akademisini en iyi şekilde uluslararası platformlarda ışıl ışıl temsil ettiğiniz için. İlham veriyorsunuz.

SO – Ben de çok teşekkür ederim, sevgili Gizem.


Kaynakça:

Ağın, Başak. “Posthümanizm Ne Değildir?Metapolitik  1 Ekim 2020.

Akıllı, Sinan.  “Dosyaya Sunuş.” Şarkî (“Oralarda  Bir Yerlerde … Her Zaman: Edebiyat ve Kültürde Hayvanlar” Özel Sayısı).  (Haziran-Kasım 2018): 39-44.

Ergin, Meliz. “Ecocriticism in Turkey.” Ecozon@ 10th Anniversary Special Issue. Ed. Axel Goodbody, Carmen Flys Junquera, Serpil Oppermann (2020): Yayın aşamasında.

Yılmaz Karahan, Z. Gizem. “Ölümcül Virüsler mi Ölümcül İnsanlar mı?Pentacle 17 Ağustos 2020. 

+ posts