Sözlerime usta romancı Yaşar Kemal’den bir alıntıyla başlamak istiyorum. Denizler Kurudu (1993) adlı eserinde “Yanan Ormanlarda Elli Gün” başlıklı yazısında Yaşar Kemal, orman yangınlarının o gün için sebepleri ve neticelerine değinmekte, ormanlık alanların tarıma – ve belki imara – açılması, ağaç boğma işlemiyle yalabuk elde edilmesi ve kasten yakılan ormanlardaki kapitalist oyunları gözler önüne sermektedir. Bu yazısında kullandığı bir söz, beni derinden sarsıyor: “Orman işi, orman davası bir milletin olmak yahut olmamak davasıdır. Var olmak yahut var olmamak da denebilir.”[1]
Günlerdir devam eden ve söndürülemeyen orman yangınlarıyla mücadele, milletimizin var olma mücadelesiyle eş değerdir. Çaresizlikle bulut olup yağmur yağdırmayı, uçak olup tonlarca su taşıyabilmeyi, merhem olup yaraları sarabilmeyi, güvenli ev olup canları sarmalayabilmeyi, canlarımızı kurtarabilmeyi büyük bir üzüntüyle iliklerimde hissettiğim, nefes alırken utandığım günlerden geçiyoruz. Çaresizlik! Günlerdir devam eden yangında su olamamanın ve yetememenin çaresizliği!
Daha da kötüsü, bu çaresizlik hissiyle yaşamaya çalışırken orman yangınlarının ülkemizde bir birlik oluşturamadığını görmek. Ama nasıl görmeyiz ki biz, halkımızın birliği ve bütünlüğünün, orman yangınlarının sebeplerine dair spekülatif söylemlerce zedelenmesi ormanlarımızı söndürmek olan birincil görevimize gölge düşürmez mi? Şu anda, hele ki COVID-19 sürecinde daha da, dijitalleştiğine şahit olduğumuz ülkemizde, bilgi ve teknoloji çağı diye adlandırılan ve böbürlenilen bir çağda bu yangınların sebebi ister sabotaj, ister terör eylemi, ister iklim krizi olsun. Sebebi ne olursa olsun bu yangınlara bu denli hazırlıksız olunmasını ve gereken müdahalenin geç yapılmasını konuşmak gerekmez mi? Gün ormanları el ele kurtarma günü olmalıyken, bu nefret, bu öfke, bu ikicilik neden? Şimdi birlik içinde güzelim ormanlarımızı, canlarımızı, insan, hayvan ve bitki dostlarımızı kurtarmak varken didişmek neden? Birbirimize destek olmak varken canlarımızdan, ormanlarımızdan olmak neden? Şifa olmak varken nefret kusmak neden?
İmdat!
Aşık Veysel’in meşhur “Âdem’den bu deme neslim getirdi / Bana türlü türlü meyva yetirdi / Her gün beni tepesinde götürdü / Benim sadık yârim kara topraktır” sözleriyle rahmet işlenmiş Anadolu’nun toprakları yanıyor! Bereketimiz, topraklarımız, iklimimiz yanıyor! Sadık yârimiz, evimiz, vatanımız yanıyor! İçinde dostlarımız, yoldaşlarımız yanıyor! Çığlık çığlığa, acı çekerek! Yürek dayanmaz! Yanıyoruz! Milli servetimiz, kadim evimiz, geleceğimiz, güzel ülkemiz yanıyor! Yanıyoruz!
Yanarken bütün bu felaketlere sebep olan insan merkezli bütün davranışlarımızı gözden geçirmemiz gerektiği konusu gündemde olmalı. Tüm ideolojik sıkıntılar bir kenara atılıp acilen ülkemiz ve geleceğimiz için doğaya uyumlu alışkanlıklar edinmeliyiz! Bu yangınlar devam edebilir. Gelecekte artan sıcaklıklarla daha çok yangınlar olabilir. Bunların hepsi beklenmekte. Peki o zaman da birlik olup şifa mı yaymaya odaklanmayacak mıyız, doğaya, bize, dostlarımıza? En acil gündem insan merkezli davranışlar neticesinde düzenini bozduğumuz doğanın bizim felaket diye adlandırdığımız sel, deprem, yangın gibi hastalık semptomları olmalı! Bu semptomları görmezden gelip kendini dünyanın merkezi sayan insanı gözden geçirmeyecek miyiz acilen? Doğadaki sayısız varlıktan yalnızca biri olan insanın kibrine, kendi kibrimize yenik mi düşeceğiz? Dünyayı yönettiğimizi zannetmeye devam mı edeceğiz? Bu semptomları görmüyorsak nice kadim medeniyetlerin yaşadıklarına bakalım en azından. Sümerlerin Atra-hasis’inde kıtlık, susuzluk, salgın hastalık ve tufan gibi felaketlerle aşırı çoğalan insan türünün yok olması bize bir ders olmadı mı? Olsun, okuyalım, ders alalım! Unutmayalım:
“Dünya ki tinsel bir alettir, yönetilemez.
Onu yöneten onu mahveder.
Onu gasp etmeye çalışan onu kaybeder.”[2]
Doğayı yönetmeye ve gasp etmeye çalıştıkça, ayrılamaz bir parçası olduğumuz doğanın özgün oluşumuna ve içindeki mucizevi ekosisteme saygı duymadıkça kaybediyoruz. Yanıyoruz!
Burada eşim Emrah Karahan’ın sözlerini gözlerim yaşlı yazıyorum:
Benim canım nasıl yandı biliyor musun dostum? O yanan ormanlarda, oradaki hayvanlarla beraber aynı dereden su içmiştim ben, kaplumbağa su içerken beklemiştim, sıra bana gelsin diye. Kuşlar birbirlerine kur şarkıları söylediler önümde. O hayvanlar yandı. Ben ağaç dalları arasından yükselen dolunayı, cırcır böceklerinin sesi ile ateş başında bekledim. O ormanlar yandı. O ormanlarda ağacından, hayvanına, böceğinden, insanına dostlarım yaşıyordu benim. Benim dostlarımın yuvası yandı. Bir parçam yandı, ciğerlerim yandı.
Emrah Karahan
Var mı ötesi? Söndürülemeyen yangınlarla her an yüreğim yangın yeri! Güzel canlar, ölen rahmetler rahmetini bu topraklara karıştırır yine. Yanarak öldünüz. Canlarınızdan özür dilerim! İçimizde yas, vatanımızda matem var!
Dört bir yanı rahmet dolu Anadolu toprakları bereketiyle filizlenir yeniden. Bu bereketi ne canlar verdi bu topraklara; büyüsüyle, enerjisiyle, ruhuyla mânâsına mânâ kattı Anadolu’nun.
İmdat! Yanıyoruz!
Birlik zamanı!
[1] Yaşar Kemal. Denizler Kurudu. Toros Yayınları, 1994, s. 63.
[2] Laozi. Tao Te Ching. İş Bankası Kültür Yayınları, 2020, s. 31.