Daha önce bu sitede pek çok kez belirttiğimiz üzere, posthümanizm, evrensel boyutta kozmik bir dolanıklık içinde oluşan olasılıklı oluşumları dikkate alır. Bu çerçevede, posthümanizmin hedefi, uzun yıllar insanmerkezci söylemlerle yücelttiğimiz insanın toplumsal, kültürel, coğrafi, politik, ekonomik, maddesel ve çevresel bağlamlarda insan olmayan oluşumlarla ilişkisini göz önüne alarak insanı yeniden tanımlamaktır. Böylelikle, posthümanizm, insanı gerçek anlamda yaşayan tek canlı olarak gören bakış açılarını yıkıp, yaşamın özünde madde ve bilginin iç içe geçmiş durumuna ve yaşam denen sınırsız olasılığın ancak bu iç içe geçmişlikle mümkün olduğuna dikkat çekmektedir. Bu dolanıklık vurgusu, insanı maddesel oluşumlardan ayrı bir yerde gören ve insan üstünlüğünü savunan insanmerkezci bakış açısını alt üst etmektedir.
İnsanın her bir ölçme çabasında ölçtüğü oluşumun bozulup değiştiğini, atom altı parçacıklarının aynı anda hem konumunu hem de hızını ölçmenin mümkün olmadığını gösteren Werner Heisenberg’in “Belirsizlik İlkesi”nin (Uncertainty Principle) aslında eksik olduğunu, bunun belirsizlikten ziyade belirlenemezlik (indeterminacy) olduğunu söyleyen Niels Bohr da esasen bu iç içe geçmişliği kanıtlamaktadır. Ölçtüğümüz oluşum, aslında biz onu ölçtüğümüz anda oluşur; ölçümümüzden önce belirli sınırları ve tanımları olan ve insan tarafından ölçülmeyi bekleyen herhangi bir oluşum yoktur. Diğer bir deyişle, ölçme eylemi sırasında biz oluşumlara belirli sınırlar, tanımlar, hız, momentum ve zaman atfederiz. Bu bağlamda, aslında bütün bu sınırların devam eden farklı oluşum döngülerinde birbiri içine geçip eridiğini gördüğümüz bu zamanda, insan düşüncesinin de evrendeki birçok süreç gibi bir enerji akışında olduğunu söyleyebiliyoruz. Aslına bakılırsa, geçmişte bu türden fikirlerin izlerini edebi ve kültürel metinlerde, felsefi düşünce biçimlerinde yakalamak mümkün. Örneğin, “Sen vecd halinde hareket eden kâinatsın” diyen Mevlânâ, bu durdurulamaz hareketin – vücudumuzdaki kan akışından kalp atışımıza, her bir nefesimizle oluşturduğumuz moleküler ve atomik alışverişimizden nöron taşıyıcılarımızın iletişimine kadar – her bir zerremizde görüldüğünü ve bunun bizi evrensel döngünün bir parçası kıldığını söylemek istemiş olabilir. Bu döngünün bir parçası olarak bizim aklımız ve bedenimiz, ruhumuz ve nefsimiz kozmik anlamın aktif birer üreticisi olduğu kadar, bu anlamdan ayrılamayacak kadar ona ait minik bir zerredir de. Elbette burada olası bir yanlış anlamayı önlemek için fazladan bir açıklama gerekebilir. Kastettiğim şey, Mevlânâ’nın da posthümanist bir düşünür olduğu gibi anakronistik bir iddia değildir. Zaten posthümanist kuramcıların da pek çoğu, ruha ya da nefse dair bir şeyleri – en azından bu sözcükleri kullanarak – söylemezler. Burada kastedilen şudur: Posthümanist düşünce, aslında posthümanizmin kuramsallaşmasından önce farklı edebi ve felsefi metinlerde kendini göstermiştir. Bu metinlerin pek çoğunda da ima edildiği ve daha sonra da kuramsallaşan posthümanist düşünce doğrultusunda öne sürüldüğü üzere, aktif anlam üreticiliği sadece insanlara özgü değildir. Yıldızlar, kozmik enerji çekimi, Güneş, mevsimler, bitkiler, taşlar, coğrafi şekiller, politik ilişkiler, hastalıklar ve bunun gibi her oluşum döngüsel varlığın aktif üreticileri olarak evrensel hikâyenin bir parçasını oluşturur.
Peki, posthümanizm bu kadar derin bir felsefeyken ve canlıları söylemsel ve maddesel olarak hem Dünya üzerinde hem de evren üzerinde farklı etkileşimleri içinde yeniden konumlandırmayı hedeflerken, neden aklımıza hep en üst düzey teknolojiler, insan eyleyiciliğini yok eden robotik bedenler ve siborglar gelir? Ya da neden hep Yıldız Savaşları’ndaki R2-D2 ya da C-3PO gibi akıllı robotlar, Terminatör’deki gibi intikam duygusuyla evrilen yapay zekâ, Ex-Machina’daki gibi insana hizmet etmekten bıktığı için tersi yönde gelişen android bedenler düşünülür? Bununla ilgili olarak Serpil Oppermann’ın “posthümanizm insanın dijitalleştirilmesini onaylayan felsefi bir akım değil. […] En basit anlamıyla posthümanizm, insan-insan olmayan canlılar-doğa-kültür-teknoloji-ekoloji dolanıklığını ve ilişkiler karmaşasını etik, ontolojik ve epistemolojik boyutlarıyla inceleyen bir felsefi akımdır”[1] tespiti yerindedir. Dolayısıyla “robotlar bizi ele mi geçirecek,” “insanlığın sonu mu geliyor” ya da “teknoloji insanlığın daha ileri seviyelere taşınması için gerekli mi” gibi sorgulamalar posthümanizmin odak noktaları olamaz. Posthümanizm, Hans Moravec’in insan bilincini bir bilgisayara indirme senaryosuyla da ilgili olamaz çünkü bu senaryo insanın maddeselliğinin bilincinden ayrı olduğunu, dolayısıyla insanın yalnızca düşündüğü için var olduğunu destekler niteliktedir.[2] Posthümanizm, daha ziyade, bizim algılayabildiğimiz yaşam özlerinin tamamının (yani belki bunlara beden, ruh ve zihin demek mümkün olabilir), sınırları olmadan farklı oluşumlarla birlikteliğini vurgular. Nitekim bedenimizdeki bir kodun değişimi bile hem davranışsal boyutta hem de bilişsel olarak çok büyük bir etki gösterecek ve farklı bir oluşum meydana getirecektir.
Dolayısıyla, “düşünüyoruz, öyleyse varız” değil de, “maddesel varlığımız, tözümüz ve düşüncemiz ile iç içe geçmiş” demek daha doğru olacaktır. Buradan yola çıkarak yaşam nedir diye sormak pek mümkündür. Yaşam tam olarak nedir ve yaşamı yeniden tanımlamak gerekir mi? Posthümanizm, yaşamın sadece düşünmeye indirgenemeyecek kadar karmaşık olduğunu ve iç içe geçmiş enerji dolanıklıklarının devamlı olarak farklı yaşamlar ortaya çıkardığını söylemektedir. Bu enerji dolanıklıkları, aslında bizim sınırlarını çizemediğimiz evrenin birer uzantısıdır ve bu daimi dolanıklığı düşünmek bile hayret vericidir. Örneğin, bunun izlerini, kızılgerdan kuşunun her sonbahar İskandinavya’dan Akdeniz’e göç ederken Dünya’nın manyetik alanını hissederek yolunu bulabilmesinde görebiliyoruz. “Bir buzdolabı manyetiğinden 100 kat daha zayıf olan Dünya’nın manyetik alanının yaşayan bir organizmadaki kimyayı etkilemesi” ve bunu “retinasında bulunan ışığa duyarlı kriptokrom adında bir proteinin kuantum-dolanıklığıyla[3]”[4] yapması muazzam.
Bu dolanıklıklarla bezenmiş, sonu, başı, köşesi, altı, üstü olmayan bir evrende kaç çeşit yaşam olduğunu tahmin bile edemiyoruz. Bırakın evreni, Dünya üzerinde bile kaç çeşit yaşam olduğunu %100 bilebiliyor muyuz? Yaşam çeşitleri bir yana, yaşam nedir tanımlayabiliyor muyuz? Erwin Schrödinger’e (1887-1961) göre “bir organizmanın yaşam döngüsündeki olaylar cansız maddede göremediğimiz, eşsiz ve hayranlık uyandıran bir devamlılık ve düzenlilik gösterir. Her bir hücrede olan toplamın yalnızca çok küçük bir kısmını gösteren fevkalade bir şekilde nizamlanmış bir grup atom tarafından kontrol edilir.”[5] ‘Yaşam için ne gerekir?’ sorusunun yanıtı için Martin Hanczyc, “beden, metabolizma, kalıtsal bilgi, hareket, kendini çoğaltma, enerjiyi kendi devamlılığı için saklama”[6] gibi faktörleri ekleyerek, bunun inorganik bir şekilde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği üzerine deneyler yürütmüştür. Çalışma ekibiyle birlikte yaşamın kaynağı için olmazsa olmaz kabul edilen su yerine yağ ve zift kullanarak morfolojik ve işlevsel olarak organik hücrelere çok benzeyen inorganik protohücreler oluşturan Hanczyc, saydığı bütün bu yaşam faktörlerinin protohücrelerde de olduğunu şöyle anlatmaktadır: “Hareket eden, etrafını keşfeden ve yeniden şekillendiren, kimyasal dalgalar oluşturan, yemek kaynağını bulup devamlılığı için tüketen, kendini korumaya eğilim gösteren, fakat beyni ya da sinir sistemi olmayan” biri yağ diğeri zift bazlı iki protohücrenin ilginç bir şekilde çoğalmaya meyilli olduğunu, hatta “melez bir oluşum için farklı bazda olan bu protohücrelerin birleştiğini gözlemledik.”[7] Bu gözlemler bizi yaşam nedir sorgulamalarına daha da yaklaştırmaktadır. Benzer motivasyonla, Lee Cronin de yaşam denkleminden karbonu silebilme ihtimaliyle inorganik yaşam oluşturmak için iCHELL adını verdiği inorganik kimyasal hücreler üzerinde çalışmalar yürütmüştür.[8]
Bunların dışında, farklı bir cisimde insan yaşamına benzer bir form oluşturma arzusu robot üretiminde kendini göstermektedir. İnsanlardaki sinir sisteminin robotlardaki kablolarla ve silikon çiplerle mümkün olabileceği ihtimaliyle birçok robotik beden deneyi yapılmakta, bu bedenlere yapay zekâ yükleyip yüklememe konusu çokça düşünülmektedir. Bu görüş, insan varlığını sadece bilgi aktarımına ve veri depolamaya çeviren mekanik bir algıdır; tek yönlüdür; ve ülkeler ve kıtalararası politikalar, ekonomik ve politik değişiklikler, bedene, cinsiyete ve sosyal statüsüne bağlı beden ve ruh halleri, bulunulan coğrafya, hatıralar, ailevi ve kültürel değerler, bulunulan koordinasyon sonucu mevsimsel özellikler gibi diğer pek çok eyleyici etmeni göz ardı etmektedir. Robotik gelişimler, protezler ve yapay organlar, nanoteknoloji, yapay zekâ, klonlama, genetiği değiştirme gibi birçok teknolojik gelişme, her bir etkileşimiyle yeni bir olasılık ortaya çıkarmakta ve kuantum dolanıklığında yeni birer aktör olabilmektedir. Mesela, teknolojik olarak genetiği değiştirilmiş bir patates, eyleyiciliğini onu yiyen insanlar üzerinde bir hayli göstermektedir.
Aslında bu çalışmaların temelinde, bizim bilim ve teknoloji yardımıyla yaşamı sıfırdan yaratıp yaratamayacağımız yatmaktadır. Diğer bir deyişle, biz bir parçası olduğumuz bu yaşam gizemini posthümanist dolanıklıklarıyla çözüp inorganik bir yaşam formu oluşturabilir miyiz? Bu gizemi, sürekli bir dönüşüm içinde her an farklı olasılıklarla evrilen madde-anlam iç içeliğinin ve kuantum dolanıklığının sadece kısıtlı bir kısmını anlamamızı sağlayan söylemlerimizle çözmeye çalışmak yeterli midir? Bu kısıtlı algı bizim yüzyıllardır aranan beşinci elementi keşfetmemize yardımcı olabilir mi? Hâlâ bu gizemi çözememiş oluşumuz bize bu sorunun cevabını veriyor aslında. Empedokles’e göre aşk (philia) ve savaş (neikos), Anaximender’e göre ceza (tisis) ve adalet (dike), Uzak Doğu anlayışına göre yin ve yang güçlerinin elementleri birleştirerek oluşturduğu bu kozmos düzeninde yaşamın özü nedir?
Maurice Merleau-Ponty (1908-1961), Niels Bohr’un belirlenemezlik ilkesine de uygun bir biçimde, fakat daha insanmerkezci olarak, bu yaşam arayışının “kendine dönüş olduğunu, fakat felsefe bu arayışa ne zaman yaklaşsa anı yakalayamadığından yaşamı da ölçemediğini” söylüyor.[9] Eğer yaşam kendine dönüşse, kapı yine Mevlânâ’nın vecd eden kâinatına çıkıyor. Yaşam, dinamik hareket halinde olan evrenin yansımasıyla her şeyde ve ‘sende’ vücut bulmuş oluyor. Bununla bağlantılı olarak, Martin Heidegger (1889-1976), varlık anlamındaki Yunanca kelimeyi (phusis) inceleyerek kadim filozoflara göre[10] bu varlığın her yerde “Güneş’in doğuşuyla gökyüzünde, denizlerin dalgalanmasında, bitkilerin büyümesinde, hayvanların doğuşunda ve insanların ana rahminden çıkışında” bulunabileceğini vurgular.[11] Heidegger’in saydığı varlık yansımalarına günümüzde robotik bedenler ve dijital oluşumlar da eklenmeli mi? Bu oluşumlarda var olmanın izlerini görebilir miyiz? Bu bağlamda da var olmayı yeniden tanımlamak gerekir mi?
Bu oluşumlardan konuşurken sevgili eşim Emrah Karahan’ın karşımda bilgisayarının başında bir altyapı projesi çizmesi, senelerdir biriktirdiği mühendislik bilgisini yeni bir eğitim tesisi inşa etmek için dijital kâğıt üzerine klavye kullanarak aktarması, dijital oluşumların bilişsel olarak eyleyiciliğini ortaya çıkarıyor. Bunun yanı sıra yağmur suyu ve atıksu altyapı projesini çizerken projenin başarılı olabilmesi için eşimin, kendi tasviriyle, “su olması,” “su gibi düşünüp, düşüncesiyle su gibi hareket etmesi” ve projesini ancak su olma düşüncesini klavyeyle aktararak tamamlaması, oluşumların sınırlarının olmadığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, aslında maddesel-anlamsal oluşumların eşimin algısını, dolayısıyla mesleki yaklaşımını, nasıl etkilediğini görmek posthümanist bir dolanıklığı gözler önüne seriyor.
100 yıl önceki mühendislik alışkanlıklarıyla eşimin alışkanlıklarını karşılaştırdığımda gördüğüm şey, var olmanın özü değişimdir, Heraklitos’un dediği gibi. Yaşamın özü değişimle değişimdir.
Milyarlarca yıl önce bir enerji olarak başladığımız yolculuğumuzda geldiğimiz noktada ne denli değiştiğimizi de göz önüne alarak, bundan milyarlarca yıl sonra olabilecek hangi değişimlerin habercisiyiz, kim bilir.
Sonsuz ihtimallerle yeni değişimlerimize…
[1] “Pentacle’da İlk Söyleşi Heyecanı: Z. Gizem Yılmaz Karahan’ın Serpil Oppermann ile Söyleşisi.”
[2] Moravec’in bu düşüncesi, Mind Children (1988) (Zihin Çocukları) başlıklı eserinde geçmektedir. Posthümanist düşünceye şeklini veren öncülerden biri olan feminist düşünür Donna Haraway, Moravec’in bu hayalini epeyce sivri ve alaycı bir dille eleştirmiştir. Radikal ucu transhümanizme dayanan bu tip düşüncelerin detaylı bir eleştirisini, Başak Ağın’ın Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu (2020) kitabında da bulmak mümkündür.
[3] Kuantum dolanıklığı, birbirinden oldukça uzak iki parçacığın bir şekilde etkileşimde kalabilmesidir.
[4] Al-Khalili, Jim. “How Quantum Biology Might Explain Life’s Biggest Questions.” Ted Talks, 16 Eylül 2015. https://www.youtube.com/watch?v=_qgSz1UmcBM Aksi belirtilmediği sürece, İngilizceden Türkçeye çeviriler yazara aittir.
[5] Schrödinger, Erwin. What is Life?: The Physical Aspect of the Living Cell with Mind and Matter and Autobiographical Sketches (Cambridge: Cambridge University Press, 1967), 77.
[6] Hanczyc, Martin. “The Line Between Life and Non-Life.” Ted Talks, 7 Kasım 2011. https://www.youtube.com/watch?v=dySwrhMQdX4
[7] Martin Hanczyc’nin, linki bir önceki notta verilen, Youtube Ted Konuşmasından alıntıdır.
[8] Bu konuyla ilgili olarak Serpil Oppermann, bunun “karbonsuz inorganik bir yaşam yaratma çabası” olduğunu söylemiş, bu çalışmalarının sonucunda “tıpkı karbon-bazlı hücreler gibi, inorganik kimyasal bileşenlerin de evrilmeye ve kendini çoğaltmaya meyilli olduğunun bulunduğunu” (58) yazmıştır. (“Material Ecocriticism and the Creativity of Storied Matter” Frame 26, no.2 (2013): 55–69).
[9] Merleau-Ponty, Maurice. The Visible and the Invisible (Evanston, IL: Northwestern University Press, 1968), 123.
[10] Burada belirtmek gerekir ki Heidegger buradaki tanımı kadim filozoflar ışığında vermektedir. Heidegger kadim zamanlardan beri çözülememiş bu gizemi ve varoluş düğümünü açmak amacıyla Dasein kavramını ortaya atmış, insan varlığını üst varlık kabul edip varoluşu insan bilinciyle açıklamıştır. Bu bağlamda, burada referans verdiğim açıklamasıyla kendi terimi arasında büyük bir fark vardır.
[11] Heidegger, Martin. Introduction to Metaphysics (New Haven, CT: Yale University Press, 2000), 15.