Toprağın Hali

Gola Kültür Sanat ve Ekoloji Derneği’nin podcast kanalı Toprağın Hali’nin üçüncü programı olarak yayınlanan bu podcast, bu hafta PENTACLE okurlarına sözlü ve yazılı olarak ulaşıyor. Programın sesli halini dinlemek için tıklayınız.

Madde ya da genel olarak doğa, insan bilgisinden, düşüncesinden bağımsız olarak vardır. Doğa kendi içerisinde bir devinime ve etkinliğe sahiptir. Bu anlamıyla pasif ya da edilgen değildir. Buradan hareketle madde özel olarak da bir element olarak toprak nedir?

Madde canlıdır. Bu “canlıdır”dan kasıt popüler kültürde ya da bilim kurguda pompalanan canlılık değildir. Daha farklı bir canlılık. Bu canlılık eyleyicilik ile ölçülen bir canlılık. Peki eyleyicilik nedir? Eyleyicilik tamamen insan niyeti ve öznelliğinden bağımsız bir oluşumdur. Burada ben Karen Barad’a referans vermek istiyorum. Karen Barad, sonsuz olasılıklarla oluşan madde-anlam iç içeliğini vurguluyor. Bu iç içelikte de ne son ne baş ne sınır ne tanım ya da konum, hiçbir şey olmadan önceliksiz bir biçimde bütün oluşumların eyleyiciliklerinin kesişerek bir arada olduğunu söylüyor. Dolayısıyla eyleyicilik zapt edilecek bir şey değil; herhangi bir insanın ya da insan olmayanın mülkü değil; sahip olunacak bir şey de değil. Biz insan olarak katı kategoriler, sınırlar çizip sanki her şey bizim mülkümüzmüş gibi düşünmeye alışığız ama aslında insan oluşumun kendisi öyle değil.

Biz düşünsel yönde farklı bir aşamaya geçmişiz bu yönde aslında. Dolayısıyla, geleneksel hümanist hatta liberal hümanist bakış açısının aksine eyleyicilik farklı oluşumların, farklı değişkenlerin bir araya gelerek oluşturduğu madde ve anlam dolanıklığıdır. Bu dinamik dolanıklık içerisinde insan aklı da Aydınlanmacı filozof Descartes’ın söylediği gibi dışarda, el değmez, bağımsız bir varlık değildir. İnsan aklı da tıpkı bedeninin olduğu gibi madde anlam dolanıklığı içerisinde sürekli evrilen bir eyleyicidir sadece. Yani eyleyiciler ağının içerisinde bir eyleyicidir sadece. Karen Barad bunları anlatırken kuramsal desteğini kuantum fiziğinden alır. Zaten dolanıklık ve iç içe geçmişlik kuantumda çok kullanılıyor. Bunun adı kuantum dolanıklık diye geçiyor.

Danimarkalı fizikçi Niels Bohr (1885-1962)’a özellikle referans veriyor Karen Barad. Niels Bohr atom altı parçacıklarının aynı anda hem konumunu hem de hızını ölçmenin mümkün olmadığını gösteren Alman fizikçi ve öğrencisi olan Werner Heisenberg’in “Belirsizlik İlkesi”ne (Uncertainty Principle) cevaben belirlenemezlik (indeterminacy) ilkesini geliştiriyor. Bence bu çok önemli bir şey, çünkü Heisenberg’in kendi adıyla anılan Belirsizlik İlkesi’ne göre atom altı parçacıkları zaman zaman dalgalar gibi davranabiliyor ve parçacıkların aynı anda hem konumunu hem hızını ölçmek mümkün olmuyor. Bu da beraberinde belirsizliği getirir, der Heisenberg. Bohr ise bunu bir nokta öteye götürüyor, bunun belirsizlik değil, belirlenemezlik olduğunu söylüyor. Çünkü bu belirlenemezliğin ana sebebi insanın kendini o oluşumdan ayırarak o oluşumu ölçmeye çalışmasıdır diyor. Çünkü insan ölçmeye çalıştığı oluşumdan ayrı değildir.

Dolayısıyla Descartes’ın altını çizdiği gibi maddesel oluşumlardan ayrı ve bağımsız bir şekilde dışarda bir yerde gözlemci olarak bulunmaz insan. İnsan ölçmeye çalıştığı şeye belirli bir sınır, momentum, konum, zaman atfeder. Halbuki o şey sadece ölçüldüğü anda o sınırlara sahiptir. Hiçbir zaman bir daha aynı ölçümün gerçekleşmesi mümkün değildir çünkü sınırlar geçirgendir. İnsan bedeni için dahi bu böyledir. Şu an konuşurken bile pencereden gelen hava beni sürekli değiştiriyor ya da suyumdan aldığım bir damla. Dolayısıyla bunlara biraz bakmamız gerektiğini söylüyor yeni maddecilikler ya da posthümanizm. Bu anlamda elementlerin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aydınlanmacı felsefe ya da liberal hümanist felsefedeki üstün insan miti de bir anlamda alaşağı edilmiş oluyor.

Bu da insanların hoşuna gitmeyecek bir şey aslında çünkü biz hep ayrıcalıklı varlıklar olduğumuzu düşünme eğilimindeyiz. Ama baktığımız zaman özünde hem insan bilinci hem de insan düşüncesi ki insan düşüncesinin insanı ayrıcalıklı yaptığı söylenir, düşünen tek canlı olduğumuz söylenir, bunların da diğer tüm oluşumlar gibi sosyolojik etkiler, kültürel farklılıklar, coğrafi etkiler, yerçekimi, radyasyon, bulunulan ülkenin koordinatları ve o ülkenin yerel, kültürel değerleri, siyasi ve ekonomik durumu, kıtalar arası politikalar, gezegenimizin kozmik konumu, mevsimlerin oluşumu, elektrik, kimyasal ve kinetik enerjilerin akışı, iklim gibi tonlarca eyleyicilerin bir araya gelmesiyle oluşan bir enerjiyiz.

Şu anda bir şeyi düşünüyorum ve ben bunu düşündüğüm için çok önemli bir insan mıyım? Ama bunun altında yatan bir sürü hem maddesel hem kültürel oluşumu göz ardı etmemeliyiz. Tabi ki insan düşünmüyor demek değil bu, bu şekilde anlaşılması da yanlış olur, ama insan düşüncesi bütün oluşumlardan ayrı bir yerde değildir. Dolayısıyla, biz doğayı görüp ona anlam atfettiğimiz için ona var demek çok yanlış. Doğa zaten kendisi var ve biz onun içinde sürekli değişip dönüşüyoruz. Buradan hemen toprak özeline geçmek istiyorum. Peki madde eğer canlı ve eyleyiciyse toprak ne?

Toprak bizim kadim evimiz diyebilirim. Aşık Veysel’den başlamak istiyorum. 

Âdem’den bu deme neslim getirdi

Bana türlü türlü meyva yetirdi

Her gün beni tepesinde götürdü

Benim sâdık yârim kara topraktır.

Burada Sokrates öncesi filozofların da çok öneli olduğunu düşünüyorum. Kolofonlu Ksenofanes (M.Ö. 570-475) yaşamın ana kaynağı topraktır diyor. Yani her oluşum topraktan çıkar ve yine toprağa dönüşür ve her oluşum toprağın farklı hâllere bürünmesinden meydana gelir diyor. Baktığımız zaman bizim medeniyetimizi kurmamız ve inşa etmemiz için temel toprağa ihtiyacımız var. Dahası insanlığın tarihsel evrimi de toprakla birtakım karşılaşmalar sonucu ortaya çıkıyor. Toprakta bulunan bazı metallerin insan çabasıyla faydalı gereçlere dönüştürülmesi insan evriminde yeni çağlara geçilmesinde faktör oluyor ya da tarım faaliyetleri insanın yaşam alanı ve alışkanlıkları üzerine çok büyük etki ediyor. Mesela eskiden Anadolu kültüründe ay isimleri bile tarım döngülerine göre verilmekteydi. Yani Koç Katımı ayı, Yağmur Ayı, Şarap Ayı gibi. Dolayısıyla toprağın eyleyiciliği bizim hayatımız üzerinde çok önemli.

Toprağa baktığımız zaman toprak yaşamın ta kendisi. Biz de birisi öldüğü zaman yani insan formunu terk ettiği zaman “toprağı bol olsun” diyoruz çünkü toprağı bol olduğu zaman o yaşam bir şekilde devam etmiş oluyor. Öyle bir yaşam ki hatta tekil ya da sabit bir yaşam da değil. Pek çok farklı eyleyiciyi, pek çok farklı görünen ve görünmeyen organizma içinde yaşar ve bir beden toprağa düştüğü zaman bu organizmalar bedeni yer, ayrıştırır, çözer ve sonra tekrar bu bedenin parçacıkları bir can olup ortaya çıkar. Dolayısıyla parçacıkları başka oluşumlara taşır toprak. Bu sebeple de sadece metafor olarak kadim evimiz değil, toprak gerçekten bizim kadim evimiz.

Toprak için çeviride farklı kelimeler kullanılıyor: Land, soil, earth, ground, dirt, territory, dust, clay, water gibi kelimleer var. Hatta başka dillerde de ayrımlar var. Sen tezinde toprak elementi için ana başlık olarak earth kelimesini seçmişsin. Bunu seçmenin özel bir anlamı var mı, bir de bu ayrımlar hakkında kısaca bilgi verebilir misin?

Toprağın kadim evimiz olması konusuna dönecek olursak, ben earth’ü dünya gezegeni bizim kadim evimiz ve gidecek başka bir yerimiz yok, toprak da öyle olduğu için böyle hoş bir eşleştirme olur diye kullandım. Gezegenimiz, yuvamız, yani hem maddeyi hem manayı, kültürel olanla maddesel olanı birleştiren bir kelime gibi geldi bana.

Diğerlerinde soil kullanıyorum, soil de Latince solium’dan geliyor. Bunun anlamı da oturak demek, yani İngilizce seat olarak çevriliyor. Üzerine oturduğumuz ve kültürlerimizi kurduğumuz dev bir oturak timsali gibi oluyor toprak burada. Diğerleri de territory ve ground da alan, arazi gibi çevrilebilir belki. Kültürel bir tanım ve toprağın maddesel boyutunu göz ardı ettiğini düşünüyorum. Sosyolojik ve kültürel olarak toprağı algılamaya yönelik olabilir. Bir bütün olarak ele alır bu territory ve ground. Yani buna göre toprak topraktır, halbuki toprağın içinde ne kadar büyük farklılıklar vardır. Tekil bir yaşam yok ama hep tekillik ve sabitlik atfedilir. Çünkü değişen ve yenilikler yapan insandır gibi yine insan/ doğa ikilemini vurguluyor gibi geliyor bana.

Clay ve dust da bildiğim kadarıyla insanın yaradılışına yönelik bir tanım. Topraktan geldik toprağa gideceğizdeki clay ve dust’tır. Burada hemen aklıma Hamlet geliyor. Hamlet’in varoluş krizi isyanında söylediği gibi I am half dust, half deity yani yarı toprak yarı ilahiyim. “Neden bu bedene mahkumum” isyanında olduğu gibi insan yaradılışına özel bir vurgu olduğunu düşünüyorum.

Water için de toprağın water olarak kullanılmasına çok denk gelmedim ama taşın toprak oluşumunda suyun etkisinden dolayı olabilir. Mesela şeffaf taşlar yağmur sularının etkisiyle oluşuyor ya da bazı taşlar yerde hapsolan rutubetlerden oluşup doğuyor. Bundan dolayı öyle bir ilişkilendirme yapılmıştır diye düşünüyorum.

Türkçe’deki karşılığına da değinmek istiyorum. Çünkü biz toprak diyoruz sadece. Sözlükten toprak kelimesinin anlamına baktığımızda eski Türkçe’den beri kullanılan topur ve ak kelimesinin birleşmesinden oluşuyor. Topramak yani kurumak, -ak ekiyle yapılmış bir türev olarak da açıklanıyor. Anlamlarına baktım. Burada saydığım bütün farklı kelimelerde anlam olarak verilenlerin hepsi toprak kelimesinin altında. Dolayısıyla biz bütün bu anlamları bir kelimeye atfediyoruz ve aslında farklılıklar da tanınıyor. Bu anlamda Türkçe’nin de önemli olduğunu düşünüyorum.

Bir yandan da bu kavramlar arasındaki farklılıkları açarken doğanın ve değişimin açıklanmasında elementlerin nasıl kritik bir yerde durduğuna da işaret ediyor. Doğanın ve değişimin açıklaması elementler kritik bir yerde duruyor. Antik dünyadan Rönesans ve Aydınlanmaya değin doğayı, maddeyi ve elementleri düşünce tarihinde ele alışlarında farklılıklar söz konusu olduğunu dile getiriyorsun zaten. Bu açıklamaları yaparken kısmen onlara da atıf yapmış oldun. Felsefi düşünce tarihi elementleri nasıl ele alıyor, biraz açabilir misin? 

Bence insanların en başından beri ilgilendiği şey elementler. Doğanın ve elementlerin sırrını çözmeliyiz, yaşamın sırrını o zaman çözeriz gibi bir saplantı oluşmuş belki insanlarda. Yaşamın kaynağı nedir de felsefenin en temel sorgusu. Baktığımız zaman Batı felsefesinin önemli düşünürleri varlığın özünün doğal oluşumlarda olduğunu vurguluyor. Doğal oluşumlar da elementler. Bilinen ilk filozof olarak geçen Thales (M.Ö. 624-M.Ö. 548) suyu yaşamın kaynağı olarak gösteriyor. Diyor ki her şey sudan gelmiştir. Anaximenes (M.Ö. 585-M.Ö. 525) havayı yaşamın kaynağı olarak gösteriyor. Ksenofanes (M.Ö. 570-M.Ö. 475) toprağı, Heraklitos (M.Ö. 535-M.Ö. 475) ise ateşi ana kaynak olarak gösteriyor. Tabi ki açıklamalarında farklılıklar var; farklı farklı şeyler söylüyorlar elbette, ama önemli olan şey şu: Yaşamın kaynağı ve oluşumların geldiği öz olarak hepsi bir elementi işaret ediyor. Biz insan bedenine baktığımız zaman da bir element hikâyesi görüyoruz. Yani su, hava, ateş, toprak hepsi içimizde olan şeyler. Bizi biz yapan şey onlar aslında. Dışarda bütün elementlerin olduğu gibi.

Sadece dört element değil bir sürü farklı element var. Dolayısıyla bu elementlerin farklı hâllere bürünmesinden diğer oluşumların ortaya çıktığını söylüyor eski düşünürler. Fakat Empedokles diyor ki hepiniz yanlışsınız, çünkü evrendeki oluşumları tek bir elemente indirgemek yanlış bir bakış açısıdır diyor. Dolayısıyla Empedokles madde ve anlam iç içeliğini dört ana elementin birbirine evrilmesinden kaynaklandığını söylüyor. Bu dört ana element yaşamın özü ve bunlar farklı hâllere büründüğünden oluşumlar ortaya çıkıyor. Hatta bu süreçte aşk (philia) ve savaş (neikos) güçleri tarafından yönetiliyor diyor. Bu da bizim çok tanıdık olduğumuz şeyler. Bütün farklı kültürlerde bildiğimiz şeyler aşk ve savaş gibi iki farklı gücün kozmik süreci yönlendirmesi ve oluşumları ortaya çıkarması. Empedokles de bunu söylüyor.

Sokrates sonrası filozoflar da öneli bizim element algımızı yönlendirmesi açısından. Platon önemli şeyler söyler. Platon’un kozmos algısına göre orijinaller ve saf iyilik dünyası olan Ens var ve biz Ens’in kopyaları olarak bu dünyadayız. Ens’in en temel kırıntıları da varlıkların temel özü olan elementlerdedir der. Dolayısıyla o mükemmeller, orijinaller dünyasının yansımalarını elementlerde bulur Platon. Platon’a göre elementler Evrenin yaratıcısı (ulu zanaatkâr) tarafından belirli bir şekilde ve çizgide türeyen mantıklı cisimlerdir der.

Platonik evren anlayışında diğer anlayışlardan farklı olan nokta dünyada algıladığımız tüm cisimlerin orijinal varlıklarının bulunduğu Ens’in fikirler dünyasından gelen kopyalar olduğudur. Daha önceki düşünüşlerde böyle bir şey yok. Kendisi buna mimemata der. Ayrıca, Platon’un mekân-temelli bir element algısı ortaya atması, chora felsefesi ışığında her bir elemente bir özellik atfedilir. Her bir element de kendi özelliklerine uygun olarak öz mekanına doğru sonsuz bir hareket içerisindedir diyor. Bu sonsuz hareket içerisinde bir element diğerine dönüşebilir. Sonra tekrar aynı elemente dönüşebilir. Bu sonsuz hareketin bir parçasıdır der. Baktığımız zaman hiçbir zaman bizim müdahale edip durduramayacağımız bir hareket söz konusu. Biz kendi bedenimizi de durduramıyoruz. Çok farklı eyleyiciler var bizim kontrolümüz dışında olan. Platon’un farkı bu.

Aristoteles, hocası Platon’un çalışmalarına eklemeler yapıyor. Önemli bir noktası da beden ve ruh ayrımını sorgulamasıdır. Sadece insanlarda olan ve semavî bir varlığın göstergesi olan beşinci bir varlıktan bahseder Aristoteles. Bu da Türkçe’ye eser ya da esir olarak çevrilen aether kelimesidir. Bu da insan ruhunu açıklamak için kullanılıyor. İnsan ruhunun gizemi pek çok farklı düşünürün de sorguladığı bir şey çünkü bedenimizi biz açıklayabiliyoruz. Aslında Hamlet’i varoluş krizine sürükleyen şey de oydu. Beden maddesel olarak açıklanabiliyor ama biz bir de ruh boyutunu da anlamak istiyoruz. Dolayısıyla bununla alakalı bir şeyler ortaya atılıyor. Bu beşinci element de her türlü başkalaşma ve çürümeden uzaktır. Yani yok olmaz; ilahidir; semavidir. Aynı zamanda dönüşmez de diğer dört elementin aksine. O, tamamen uzakta bir yerdedir. Doğası gereği tekildir. İlahi bir elementtir. Hatta kimyager Paracelsus da (1493-1541) Aristoteles’in çalışmalarını takip ettikten sonra bu dört elementin insan bedeninde birleşerek beşinci bir öze ve ruha büründüğünü söylüyor. Bu özün de semavi ve dünyevi elementleri bir araya getirdiğini söylüyor.

Burada insan ayrıcalıklıdır söylemi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor aslında. Çünkü yeryüzündeki diğer oluşumlara baktığımız zaman hayvanlar, bitkilerde elementler var, onlar bedensel. İnsanlarda da elementler var ama bir de beşinci element var, o da bizi semavi dünyayla bağlıyor. Dolayısıyla insan ayrıcalıklı bir varlıktır noktasına gelmeye başlıyoruz. Bu beşinci elementin konumuna göre de chora felsefesiyle hareket eden elementler vardı. Bu dört element beşinci elementin konumlarına göre kendi doğal konumlarına ve mekânlarına doğru sonsuz ve durdurulamaz bir hareket içerisindedir. Bu yüzden durduramadığımız bir devinim söz konusudur. Aristoteles bunları söyler. Hatta o dönemde birçok söylemde, tıp söyleminde de elementler çok önemli. Hatta insan karakterinin şekillenmesinde elementlerin çok önemli olduğu, soluduğumuz havadan içtiğimiz suyun kalitesine onlar bizim bedenimizde bazı şeylere sebep oluyor. Bunlar çok önemli konular.

Düşünce tarihine bakacak olursak Aristoteles’e kadar böyleydi. Peki Rönesans’ta ne oldu? Sonra Orta Çağ felsefesi girdi Avrupa için. Kilisenin etkisi vardı. Bu tür sorgulamalar yapılmıyordu. Derken Rönesans geliyor ve tüm eski metinler tekrar gün yüzüne çıktı. Yeniden Platon okumaya başladılar ki Yeni Platonculuk diye bir felsefi akım ortaya çıktı. Rönesans’ta da Hümanizm felsefesi ışığında her bir oluşumda ruh olduğunu, sadece derece olarak farklılıklar olduğunu savundu Rönesans Hümanizmi. Bu dereceler kendisini üç yaşam ve üç ruh kavramıyla ortaya çıkarıyor. Bu da Platon’un çalışmalarından esinlenerek yapılır. En alt derece her canlının temel ihtiyaçları olan beslenme, üreme, büyüme gibi özellikler var. Bunlara vejetatif/ bitkisel ruh deniyor. Sonra sensitif ruh ortaya çıkıyor, bu da bitkisel ruhta olanların yanı sıra hareket, duygu ve duyuları da beraberinde getiriyor. Bu evrede hayvanlar da var. Bir de bir üst düzey entelektüel ruh var. Orada da bütün bu yaşam ve organik gereksinimlerin yanı sıra bir de rasyonel zekâ, irade gereksinimleri de ortaya çıkıyor.

Bu bir hiyerarşi ortaya çıkarıyor ister istemez. Burada bütün varlıklarda ruh olduğunu belirtiyor, insan olmayan varlıkları yokluk derecesine itmez, ama bir hiyerarşi oluşturuyor ve en üste de insanları yerleştiriyor. Ve Rönesans Hümanizmi insanların farkının şu olduğunu söylüyor: potansiyel olarak bu üç yaşam ruhuna ve üç ruha sahip olabiliriz. Ama hangi ruha yöneleceğimiz özgür irademizle bizim karar vereceğimiz bir şeydir diğerlerinin aksine. Eğer biz tamamen isteklerimizin kölesi olursak o zaman bitkisel ve sensitif yaşama mahkumuz. Eğer entelektüel dünyamızla beraber ruhumuzu anlayıp bedeni arka plana atacaksak da entelektüel ruha yakışır harekette bir şeyler yapıyoruz. Bunu öğrencilerime şöyle açıklıyorum. Mesela sürekli alkol kullanırsanız, sürekli dışarı çıkarsanız, sürekli Survivor izlerseniz yandınız, entelektüel ruh yok demektir.

Ne yapmamız gerekiyor? Açıp okuyacağız sürekli. Bir şeyler anlamaya çalışacağız. Doğayı izleyeceğiz. Bundan kastım durup güneşin doğuşunu ve batışını, o hareketlerin bu sonsuz devinim içinde ne kadar mükemmel ve geometrik bir şekilde ilerlediğini izleyip yaşamın ne olduğunu düşünmek aslında. Bunları vurgular. Rönesans Hümanizminde de bu önemlidir. Burada önemli olan nokta Orta Çağ öncesi düşüncesi ışığında insanların yanı sıra hayvanların ve bitkilerin de bir ruha sahip olması, hatta hayvan kelimesinin de Latince ruh ve nefes anlamına gelen anima kelimesinden türetilmiş olması önemlidir. Hatta Aristoteles de Anima eserinde bunu söyler aslında.

Dolayısıyla Rönesans’ta hâlâ bir şeyler bozulmuş değil aslında. Ama Aydınlanmacı felsefe ışığında bence biraz kötü bir yola girmişiz gibi. Tabi ki çok güzel şeyler de oldu bir yandan ama şöyle bir şey oldu Aydınlanma felsefesinde: Düşünüyorum, öyleyse varım. Burada insan olmayan tüm canlıların ruhsal ve tinsel varlığı ellerinden alınıyor. Böylelikle yaşamayı bir tek insan biçimine indirgemiş olduk. Düşünüyorum, öyleyse varım. Kim düşünür? İnsan. Dolayısıyla düşünmeyenler yok. Onlar her türlü muameleyi hak ediyor, çünkü yok zaten. Yani varlık ve yokluk tartışılır oldu. Bu da Kartezyen düalizmini ortaya çıkardı. Beden ve akıl arasında yapılan bir ikilemi ortaya çıkardı. Beden ve aklın birbirinden ayrılması da aklın bedene üstün görülmesini beraberinde getirdi. Dolayısıyla insan tanımı yapılırken artık kozmik bilinçle hareket eden, maddesel enerjiler döngüleri içinde bir olan değil artık. Artık insan rasyonel kapasitelerine bağlı olarak tanımlanır oldu ve akıllı insanın ayrıcalığı konuşulur oldu. Dolayısıyla akıllı insan dışardan gözlemleyip herhangi bir oluşuma anlam yükleyecek bir özne konumuna geldi, gözlemlediği şey de nesne oldu.

Tabii ki bunları düşünürken Rönesans Hümanizmi’nin de etkisi var, onu söylemek yanlış olmaz. Özellikle Leonardo da Vinci’nin Vitruvius’dan esinlenerek çizdiği Vitruvius Adamı çok önemli bence çünkü orada tamamen kolektif bir yaşamdan yani kitaplara erişim olmadığı için ozanları dinleyerek hep beraber toplu tepkiler verilen bir dönemden artık matbaanın gelmesiyle daha çok kitabın basıldığı ya da çevirilerle (çünkü Rönesans ve Reform’da ana dillere çeviriler önemlidir) artık insanlar tek başlarına odalarında oturup kitap okuyacak duruma geldi Rönesans’ta. Dolayısıyla açıp okudukları zaman kitapları ya da İncil’i (çünkü İncil’in o zamana kadar çevrilmesi yasaktı) dediler ki “Ben köyde otururken komşumun tepkisine göre gülüyordum. Ama şimdi kendim gülebiliyorum, demek ki ben önemliyim” demeye başladılar. Yani insanlar artık okuyup da anladıkça hem İncil’i hem diğer kitapları kendi rasyonel kapasitelerine güvenmeye başladılar. Düşünüyorum, algılıyorum ve ben önemliyim. Önceden öyle bir şey yoktu, yavaş yavaş bireyselliğe dönüş o şekilde başladı diyebiliriz.

Dolayısıyla bu Vitruvius Adamı bu açıdan da önemli. İnsan algısı, Rönesans Hümanizm’indeki üç ruha birden sahip olması ayrıcalığı yönünden ve beşinci elementi de içinde taşıması yönünden zaten ayrıcalıklıdır ve hem fiziksel hem de ruhani dünyanın merkezindedir imajı verdi Virtuvius Adamı ki bütün posthümanistlerin tartıştığı nokta da şudur: Baktığımız zaman Vitruvius Adamı çizimine beyaz, erkek, kaslı, vücudu deforme olmamış, muhtemelen heteroseksüel bir çizim. Dolasıyla bu çizim dışına atılan bütün kadınlar, siyahiler yani beyaz olmayanlar, Avrupalı olmayanlar öteki konumuna itildi.

Burada tekrar Aydınlanma’ya dönecek olursam Aydınlanma’daki Kartezyen düalizmi ile yapılan beden akıl ayrımında tabi ki akıl Vitruvius Adamı çizimi. Beden olup da sömürülen ya da daha az var olan dereceye itilenler de Vitruvius Adamı çiziminden hariç tutulan ötekiler oldu. Dolayısıyla bu çok kötü uygulamalara sebep oldu. Sömürgecilik gibi, kadınların ezilmesi gibi, kadın bedeninin değersizleştirilmesi gibi.

Aydınlanma ile birlikte element ve insan ilişkisindeki farklılaşma ve insanın oradan düşünen varlık olarak ayrıştırılması aslında maddenin insan dışında olduğu algısını da yarattı. Ötekiler olarak tariflediğin şey aslında insan dışındaki varlık için de mesela toprak ve toprak üstündeki canlılar için de bir öteki tanımına yol açtı. Ama sen çalışmalarında şunu vurguluyorsun, maddenin insan dışında değil insanın bedensel bir parçası olduğuna, ki bunu da diğer sorulara cevap verirken de söyledin, dikkat çekiyorsun. Aslında buna güncel bir örnek covid-19 pandemisi de olabilir çünkü insanın nefes alamadan, solunum sorunu çekerek hayatını kaybettiği süreç aslında hava elementinden yoksunluk olduğunu bir kez daha bizlere hatırlattı aslında. Burada tam da bu soruyu biraz daha açmak için sormak istiyorum çünkü senin de buraya özellikle vurgu yaptığını da biliyorum.

Madde-element ve insan ilişkisi ve bunu insan bedeni üzerinden daha detaylı açabilir misin? Özellikle toprak elementi üzerinden bu ilişkiyi nasıl şekilleniyor?

Burada tıp söylemine ufak bir gönderme yapmıştım, onu biraz daha açmak isterim çünkü özellikle kadim tıp söylemi Galen tıp geleneğine göre elementler insan bedenine çeşitli yollarla girer. Mesela yemek içmek ya da nefes almak gibi. Bu yollarla girdikten sonra belli süreçlerden geçer sindirim, solunum süreçleri gibi. Bu süreçlerden geçtikten sonra da ortaya vücut sıvıları olarak çıkan oluşumlardır. Yani elementler bizim bedenimizi oluşturan özlerdir aslında. Yaşamın özüdür aslında. Hatta Hipokrat da bunu ortaya atıyor. Hipokrat’ın ortaya attığı düşünceye göre ateş sarı safraya dönüşüyor, hava kana dönüşüyor, su balgama dönüşüyor, toprak da kara safraya dönüşüyor. Vücut öz sıvılarımız bunlar.

Burada bir de Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780) var, Türk sosyolog ve âlim. O da buna referans veriyor. 18. yüzyılda yaşamış ve bedenin sıvı döngüsüne dikkat çekiyor ve şöyle bir şey söylüyor: Ben bu maddesel döngüyü düşününce çok büyüleniyorum. Çünkü alınan gıda ile teneffüs edilen havanın bir kısmı dalağa gidiyor. Dalağa giderek orada siyah köpüğü oluşturuyor. Bir kısmı safra kesesine giderek orada safrayı oluşturuyor. Bir kısmı böbreğe giderek sidik oluşturuyor. Bir kısmı akciğere gidip balgam oluşturuyor. Bu sıvıların bedende işlenmesi sonucunda ana damarlara ve organlara giderek kan oluşturuyor. Kanın bedendeki dolaşımından arta kalan tortular da kulak kiri, çapak, burun kiri, ter ve uzuvların kiri olarak geri çıkıyor. Bir kısmı erkeklerde sperm oluyor bir kısmı kadınlarda süt oluyor. Eğer bu süreçte bir dengesizlik ya da parçacıkların vücuda girişinde bir bozukluk varsa da akıntı, yara, nezle gibi hastalıklar oluşuyor. Bunu düşündüğüm zaman bana muazzam geliyor. Sadece insan bedeni özelinde böyle bir şey varsa. Dolayısıyla biz ötekileştirip insanı ayrı bir konuma koyuyoruz ya nasıl ayrı bir konumda olabiliriz, çok şaşırıyorum.

Mesela benim 19 aylık bir kızım var, Dolunay. Emzirme sürecini atlattım ama emzirme sürecindeyken süt emiyor benden ve çok ruhsal bir paylaşım yapıyoruz, harika zamanlar yaşıyoruz ama bir yandan da benim vücudumun en maddesel özünü de alıyor ve ne yesem ne solusam, ne hissetsem ona da geçiyor. Yani bu bizim düşündüğümüz gibi sadece kültürel bir şey değil, maddeselden ayrı bir şey değil. Dolasıyla, pek çok posthümanist de ben de bu ikisinin birlikte düşünülmesi gerektiğini söylüyoruz. Maddesel olan kültürel olandan ayrı değil ya da söylemsel olandan ayrı değil. Dolayısıyla bu üstün canlı figürünün alaşağı edilmesi gerekiyor çünkü öyle bir canlı yok aslında, o sadece bir mit.

Baktığımız zaman insan bedeni kültürel sınırlamaların ötesine geçiyor ve element döngüleri içinde eriyen, ayın çekim gücü, güneşin enerjisi ve konumu gibi pek çok faktörden de etkilenen bir şeye dönüşüyor. Dolayısıyla bu muazzam bir şey. Bedenin element döngüsü bütün elementler için geçerli. Toprak özelinde baktığımız zaman canlılar bedenlerinde toprağı paylaşıyorlar aslında. Hepimiz toprağız, baştan aşağı toprakla doluyuz. Biz toprağa baktığımız zaman bir sürü farklı kurt, minik kurtçuklar, parazitler görüyoruz ve toprak onların evi. Bedenimizde de bu var. Aynı kurtlar, kurtçuklar, parazitler bizim bedenimizde de var. Kurtçuklar nasıl oluşuyor? Bedendeki sıvıların çürüyüp toprağa karışmasından, erkek ve kadın birlikteliğinden bazen yumurtalardan. Bunlardan meydana gelen yaratıklar aslında kurtçuklar. Toprağın içinde yer alan yaratıklar aslında bizim içimizde yer alan ve sürekli iletişim ve etkileşim içinde olduğumuz canlılar. Toprak biziz. Toprak diye bizden ayrı düşünmeye gerek yok çünkü biz zaten toprağız ve onunla beraber yaşıyoruz aslında.

Aynı zamanda doğal sürecin bir sonucu olarak çürüyen ve özü toprak olan canlılarız. Çürüyoruz, özümüz toprak, toprağa gidiyoruz. Topraktaki canlılar tarafından yeniyoruz, dışkılanıyoruz ve tekrar toprağa karışıyoruz. Yıllar içinde farklı dönüşümlerle farklı şeylere dönüyoruz. Fiziksel olarak toprağa dönen şeylerin hikâyeleri de var aslında bu dönüşümlerde. Dolayısıyla toprak posthümanizmin söylediği hem kültürel olan hem de maddesel olanın eridiği bir pota oluyor. Mesela gömme gelenekleri (pek çok farklı eyleyiciliğe bağlı olarak ki bunlar din olabilir, ülkenin konumu, ekonomik olabilir) ve toprak birleşerek ortaya bir şey çıkarıyor. Mesela yakılan bedenlerin küllerinin topraktaki minerallere karışması gibi ya da kefenle gömülen bedenin farklı şekilde karışması gibi. O beden oradaki toprağı da etkiliyor eyleyiciliği ile. Dolayısıyla her şeyin bir arada düşünülmesi ve bütün sınırların birbiri içine geçtiğini görmek gerekiyor burada. Bu açıdan bakıldığında, toprak kültürel etmenlerin de eridiği, madde ve söylemin iç içe geçip aktığı eyleyici bir elemente dönüşüyor.

Aslında kültürler de doğanın bilgisinden doğru süzülen bir şeye doğru evrildi. Mesela gömme kültürleri üzerinden verdiğin örnekte aslında belki de şöyle bir şey var. Bir yerde kefenle gömmek aslında bu topraktaki canlıların ihtiyaç duyduğu bir şeyi sunmaktan kaynaklı olabilir gibi bir düşünce bende canlanıyor. Muazzam bir döngü aslında. Hepimizin içinde olduğu akan bir döngü içinde gündelik hayatlarımızı sürdürüyoruz varlıklar olarak. Tam da aslında buradan senin dikkat çektiğin çok önemli bir kavram var. Senin çalışmalarında da önemli bir yer tutuyor. Burada ekofobi kuramının yaratıcı Simon Estok’tan bahsediyorsun. Onun şöyle bir ifadesi vardı senin de alıntıladığın: “ekofobi günlük yaşantımızda ve düşün dünyamızda, homofobi, ırkçılık ve cinsel ayrımcılık gibi yer etmiş, insanların doğal dünyaya karşı duyduğu mantıksız ve yersiz bir nefrettir diye konuşuyor. Ekofobi nedir diye sormak isterim. Aslında tam da o doğal döngünün bir parçası olarak insanın olduğu bir noktadan nasıl ekofobiye geliyoruz ve bunu nasıl bir anlamı var? Elementler üzerinden kurduğun ilişki üzerinden bunu biraz açarsan sevinirim.

Ekofobi korkudan da öte bir şey. Bir önceki açıklamam ile ilintilendirecek olursam biz muazzam bir döngünün parçasıyız ve bundan kaçamıyoruz, fakat biz kendimizi hep üstün bir konuma koymaya meyilliyiz. Bizim bedensel ve element döngüsünün bir parçası olduğunu kabul etmemiz düşünsel üstünlüğümüzü parçalayan bir şey. Dolayısıyla biz bunu kabul etmek istemiyoruz. Aslında ekofobi bununla alakalı bir şey. Yani biz kendi üstün canlı fantezimizin de devam etmesini istiyoruz, halbuki öyle değil. Dolayısıyla hep doğa sanki bizim düşmanımızmış gibi davranıyoruz. Doğa bizim dışımızda bir yer de, biz de üstün aklımızla doğaya savaş açıp onu yeneceğiz ve medeniyetimizi, kültürümüzü kurtaracağız gibi bir algı içerisindeyiz. Ekofobi bunun temelinde. Ekofobi aslında insanların doğal çevreye karşı yaklaşımlarındaki iki farklı davranış modelinin bir ucu. Bir diğeri de biyofili. Bu maddesel çevreye karşı yersiz ve mantıksız korku, iğrenme, kayıtsızlık, düşüncesizlik gibi en temel insan duygularını temel alan bir durum gibi davranıyor aslında.

Üzerinde önemli durulması gereken bir nokta şu: Ekofobi sadece korku kaynaklı değil. Burada belirtmek gerekir ki insanlarda fobi olarak kendini gösteren belli korkular aslında evrimsel süreçte bir açıklaması olan korkulardır. Yani fobiye dönüşen korku özellikle nöropsikolojik olarak beynin belli bölgelerinde özellikle amigdalada evrimsel süreçte oluşuyor. Bu fobilerden farklı olarak ekofobi nöropsikolojik açıklamalardan ziyade sosyal bozukluklara odaklanmamıza sebep oluyor. Yani bu nöropsikolojik bir şey değil, sosyal bozukluklardan kaynaklı bir şey diyor. Yani insanı kendi doğasıyla uyumsuz davranışlara iten kültürel bir hastalık gibi ekofobi aslında ya da bir takıntı gibi. Mesela yılan korkusu ya da böcek korkusu gibi korkular ekofobi değildir. Ama ekofobik olarak kullanılabilir.

Ekofobi nedir tam olarak? Bir hikâyeyi, bir ürünü, bir politikacıyı, bir insanı pazarlayabilmek için bu korkuları sömürmektir. Bu korkuları besleyip, işlemek, bu korkularla ilgili şeyler anlatmak, yazmak. Ekofobi budur. Buradaki anahtar nokta da bütün bu duyguların aslında tarihsel süreçte türümüzün devamlılığı için geçerli olduğu, yani hayatta kalmak için bizim bu korkulara ihtiyacımız var.

Ekofobik algı da ekolojik ve ideolojik çıkarlar doğrultusunda bu korkuların yönlendirildiği gerçeği var. Burada da insanın eyleyicilik takıntısı var aslında. Biz tek öznel eyleyiciyiz takıntısı var. Bu takıntıyla doğal çevreyi kontrolümüz altına almaya çalışıyoruz, tahakküm altına almaya çalışıyoruz. Bu noktada doğal çevrenin çeşitli taraflarını kendi çıkarına kullanma, doğal çevreyi tehdit etme ve beraberinde gelen çeşitli etmenlerden korkmanın ekofobiyle bir ilgilisi yok çünkü insan olmayan hayvanlar da doğal çevreyi kontrol altına almaya çalışıyor, o bölgeyi kendi kontrollerinde tutmaya çalışıyor. Ama insan türü içinde ekofobik olarak adlandırdığımız pek çok eylem türün devamlılığı için önemli. Ekofobi daha ziyade Antropos’taki daha ısrarlı tahakküm altında yatan ahlaki sorunlara işaret ediyor ya da toplumsal davranış örüntülerine işaret ediyor.

Burada pek çok insan şey diyebilir, böcekten korkuyorum, bu ekofobi mi? Ekofobinin bununla alakası yok aslında, daha karmaşık bir şey. Ahlaki bir çöküşe işaret ediyor ekofobi burada ve ekofobik tahakküm bağlamında da çevresel durumlar ve mekanlarda elementlere saldırı şeklinde kendini gösteriyor. Yani biz nasıl doğayı kontrol altına alabiliriz? Elementlere saldırarak. Baraj yapmak bile bu olabilir. Su elementini kontrol altına almaya çalışıyorsunuz. Elbette ki iyi tarafları olabilir, tartışma söz konusu değil burada. Ya da pet şişede su satılması bile kapitalist düzende dağdan bize doğal olarak verilen suyun biz pet şişeye para verip satın alıyoruz. Bu örnekler çok fazla çoğaltılabilir. Bu ötekileştirmenin temelinde de insanların doğaya karşı duydukları nefret var. İnsanlar kendi varlıklarının çok önemli olduğunu düşünüyor ama doğa buna karşı kayıtsız. Çünkü doğa nötr bir yer. Doğanın bir hissi, duygusu, düşüncesi yok. Aslında oluşumlar döngüler içinde gidiyor. Biz de doğanın kayıtsızlığına karşı iyice kinleniyoruz ve doğayı rakip oyuncu olarak gösteriyoruz.

Öznellik bir şekilde insanın nüfuz alanından kaçmayı başarmış bir güçmüş gibi algılıyoruz doğayı. Doğa bizi tehdit ediyor, bize tehditlerle yaklaşıyor gibi düşünüyoruz. Antropos’un, mükemmel insanın nihai zaferi doğayı alt etmek gibi düşünüyoruz aslında. Bu da ekofobik algı. Nasıl yapıyoruz bunu? İnsanın kendi psikolojisinde hep bilinmeyenden korkma eğilimi vardır. İnsan kontrol altına aldığı herhangi bir şeyi bilir. Ve artık ondan korkmaz. Ama kontrol atına alamıyorsa ötekidir, ondan ayrıdır. Ekofobi bu sebeple tahakkümü destekliyor. Ekofobik algımız varsa doğayı kontrol altına almaya çalışıyoruz, çünkü doğa bizim bilinir tarafımızda olsun istiyoruz. Eğer doğayı bilmiyorsak, bilmediğimiz bir şeyse hemen kötü şeyler atfediyoruz ona. Çünkü o bilinmeyen şeyi kontrol altına alamadığımız için bizim üstün eyleyici figürümüzü tehdit eden bir oluşum olarak karşımıza çıkıyor.

Tam da aslında dediğin gibi doğal döngüden insanın kendisini kopardığı ve yine bir nesne olarak kavrayıp insanın dünyayı değiştirme failliğine dönüşüyor. Çalışmanda da sık sık vurguluyorsun bunu zaten az önce de söyledin. Toprak üzerinden bu konunun nasıl ilerlediğine dair de örneklerin var. Mesela avcı toplayıcılıkla biyosferin değiştirilmesi, tarımın ortaya çıkışı bahçecilik bu failliğin ilk örnekleri olarak bahsediyorsun. Biyofili ve ekofobiyi biraz toprak zerinden açabilir misin? Kontrolsüz faillik, yeryüzü failliği ve ekofobi toprak elementi bu elementleri incelerken ele aldığın kavramlar. Bu kavramları incelerken toprak elementi ve madde üzerinden odaklanırsak çok sevinirim.

Öncelikle şunu belirtmem gerekir. Bütün bu ekofobik faaliyet olarak görülen şeyler her zaman olumsuz şeyler değil. Bunun çok kötü algılanıyor gibi düşünülmesini istemem. Ama bir noktada insan tahakkümü içerdiği için pek çok uygulama söz konusu. Mesela bir tanesi yol yapımı. Ben doğada vakit geçirmeyi seviyorum, durup dağları, güneşi izlemeyi çok seviyorum. Bir keresinde bir göl kenarında dağa bakarken dikkatimi keskin bir yol çekmişti. O zaman düşünmüştüm, doğada keskin bir çizgi yok ki. Bütün oluşumlar birbiri içine karışıp oluşuyor. Herhangi bir sınırı yok, güneşin hareketinde bile keskin bir sınır yok aslında, akıp gidiyor.

Yol yapımı ise bu iç içe geçmişliğin tam tersi. Herhangi bir dağa uzaktan baktığımız zaman insan eliyle yapılmış keskin yolları görüyoruz. Doğada yeri olmayan Antropos’un çizdiği keskin çizginin farkına varıyoruz. Bu birincisi. Ben buradayım, ben bunu yaptım isteği gibi kendini gösteriyor. Doğada şöyle bir yer açtım gibi. Tabi ki çok yararlı, dağların içinden tünellerin geçmesi pek çok şeyi hızlandırıyor, bu başka bir konu. Bunu dışında senin de söylediğin gibi bahçecilik de önemli bir şey. Peyzaj çalışmaları. Bahçe uygulamaları Batı’da özellikle Rönesans döneminde ortaya çıkıyor, çevre düzenleme alışkanlığı geliyor ve bahçeler bu olaydan sonra artık geometrik ve planlı bir yere dönüşüyor. Hatta peyzaj çalışmaları yapılıyor. Bahçede yer alması uygun görülen bitkiler ekleniyor, ki bu bitkiler de insan estetiği ve güzellik algısına göre düşünülüyor. Yabani otlar gönderiliyor başka yere, koparılıyor, yaşamına son veriliyor. Seçilmiş bitkiler de geometrik bir düzene sokuluyor. Bahçeler ve peyzaj çalışmaları gösterişe dönüyor. Bu da insanın doğayı kontrol altına alma çabasının minik bir göstergesi bence.

Bu bakış açısından bakıldığında bahçecilik ve peyzaj çalışması doğa sevgisinin bir uzantısıymış gibi görünce de öyle değil. Çünkü içerisinde kontrol isteği barındırıyor. Bunun dışında hayvancılık faaliyetleri ve avcılık ile de toprak üzerinde hüküm kurmaya çok alışmış insanlar. Bunun pahasına yerel bitki türlerinin yok edilmesi, hatta bunun pahasına kraliyetin hobilerine hizmet etmek amacıyla sözde ehlileştirilen yani insan eyleyiciliğine uyum sağlayamayan hayvanları yok edip av alanları oluşturuluyor insanlara.

Bu bana çok enteresan bir şeymiş gibi geliyor. Yine Batı’dan örnek vermek istiyorum, çünkü Batı’da orman kelimesinin anlamı çok önemli. İngilizce’de forest ve woods olmak üzere iki tane orman anlamına gelen kelime kullanılıyor. Forest kelimesini ele alacak olursak Batı’da Orta Çağ’da başlayan bu orman algısı özellikle kraliyet tarafından avlanan oyun hayvanlarını korumak için insan eliyle ağaçlandırılan bir toprak parçası anlamına geliyor. Yani forest Batı’da doğal bir oluşum değil. İnsan eliyle ağaçlandırılıyor ve tamamen avcılığa hizmet etmek için. İçinde hangi tür canlıların barınabileceği bile yasalarla belirleniyor. Bana çok enteresan gelmişti bu ve çok üzülmüştüm açıkçası.

Woods kelimesi de forest’tan tamamen farklı. İnsan eli değmeden doğal süreçlerle oluşmuş orman anlamına geliyor. Bizdeki balta girmemiş orman gibi aslında. Forest insan eliyle düzenlenen orman olduğundan düzenli ve tahmin edilebilir bir yer. Dolasıyla hiç ekofobik bir yer değil, orası zaten kontrol altında. Woods gibi değil. Woods kontrol altında olmadığı için orada her an kaos ortaya çıkabilir. Dolayısıyla baktığımız zaman bütün hikâyelerde bütün kanun kaçakları woods olan ormanda saklanır, forest’ta saklanamaz. Herhangi kötü bir şey yapan, sevgilisiyle kaçan, yasa dışı işler yapan, kanunsuzlar, medeni düzenin dışına çıkan kişiler hep woods’a gider. Forest’ta yerleri yoktur, forest düzenli bir yer.

Burada Türkçe orman kelimesine dönmekte yarar var. Bizde bilindiği üzere forest ve woods ayrımı yok. Forest kelimesindeki orman anlamına yakın olarak Türkçe’de belki koruluk kelimesi tercih edilebilir. Varlıklı insanların evlerinin yakınlarında bulunan koruluklar belki alınabilir, ama koruluk da bir avlanma alanı değil. Daha estetik algıyla hazırlanmış, doğada vakit geçirmek için oluşturulmuş bir yer. Türk kültüründeki orman kelimesi de toprakta olduğu gibi önemli bence. Böylesi av alanlarının o dönemde istenmeyen hayvanlardan temizlenme anlayışı gibi pek çok şey oluyor. Sırf av alanı olsun diye pek çok hayvanın neslini tüketmek pahasına neler yapılıyor. Hatta şu hayvanı öldürene şu kadar para gibi yasalar çıkıyor. İnsanlar gerçekten gidip bu hayvanları öldürüyorlar. Bunun dışında ormanlık alanların tarıma açılıp ağaçların kesilmesi, kontrolsüz kereste ticareti, ağaç boğma işlemiyle her ağaçtan aşağı yukarı 250 gram elde edilen ve şifa niyetine tüketilen yalabuk tatlısının çıkartılması ki ondan sonra ağaç boğulmuş oluyor ve kuruyup gidiyor, ya da ormanların kasten yakılması gibi, toprağın veriminin kasten yok edilmesi direkt olarak ekofobik algıyla alakalı bir şey.

Bunun dışında Batı’dan bir örnek vereceğim. Çitleme hareketi olarak çevirebiliriz belki enclosure movement olarak ortaya çıkıyor 17. yüzyılda. İngiltere’de özellikle ortaya çıkıyor. Burada İngiltere’nin meralarının özelleştirilmesi ile başlayan bir şey. Bu aslında birçok ülkenin sorunu olan ve halen çözülmemiş bir problem. Bu meralar özelleştiriliyor ve en temel anlamıyla bu ne demek? Tekstil endüstrisinde yün talebi çok fazla oluyor. Yün talebini karşılamak için hayvan otlatılan arazinin çitlerle kapatılarak yün elde edilebilecek hayvanların üretimine geçiş yapılıyor. Bu pek çok soruna sebep oluyor, çünkü bu alan özelleştiriliyor ama o alanda yalayan insanlar var. Onlar zorla evlerinden çıkarılacak tabi ki. Bunun neticesinde pek çok ayaklanma ve isyan beraberinde geliyor. Bütün bu kültürel müdahaleler toprağı verimsizleştirmekle kalmayıp aynı zamanda insanın doğadaki ayrılamaz yerini de göz ardı ediyor. Toprağı verimsizleştirirken insanı da verimsizleştiriyoruz. Çünkü biz zaten oyuz. Dolayısıyla, insanı istediği her şeyi yapabilecek doğanın efendisi konumuna yerleştiriyor. Bütün bu uygulamalar da bu açıdan çok tehlikeli yerlere gidiyor.

Aslında kalkınma ve ilerleme düşüncesinin hem mülkiyetin tarihi hem de toplumsal sınıfların oluşumuna da işaret ediyor. Sanayileşme ve modernleşme ile birlikte insanın doğayla ve elementlerle kurduğu ilişki bütünsel bir değişime doğru evriliyor. Kalkınma ve ilerleme düşüncesi insan-doğa ilişkisi ve elementler kurulan ilişki de bir kırılma yaratıyor. Bu kırılma sürecinde insan eliyle müdahale, dönüştürme, biçimlendirme öne çıkıyor. Bunun temel motivasyonu da sermaye birikim ihtiyacı insan zihnini ve bedenini de buna uygun olarak biçimlendiriyor. Tarımsal üretimin ortaya çıkışı, orman ağaçlarının keresteye dönüşmesi gibi, mera arazilerinin ve hayvancılığın tekstil amaçlı kullanımı. Bu yerleşik düşünme biçiminden bir farklılaşma yaşanıyor mu? Bunun toprak ile ilişkisini açabilir misin? 

Evet bir farklılık yaşanıyor bence. Bir değişim var çünkü bu süreçte şu an geldiğimiz noktada neler yaptığımızın farkındayız. Böyle kuramlar da ortaya çıkmaya başladı ve en önemlisi artık bunu bizim yaptığımızın farkındayız. Artık daha çok ses çıkıyor ve bu sesler insan eliyle müdahale edilmesi yönünde. İnsan eliyle bunun değiştirilmesi yönünde. Büyük firmalar de bu durumun farkında. Hepsinde olmasa da bazı markalarda farklılıklar var. Mesela Finish hepimizin bildiği bir marka. Finish su endeksi diye bir şey ortaya çıkardı ve burada bakınca barajların doluluk oranlarını gösteriyor, bu da bir farklılık yaratma şekli aslında. İnsanlar daha bilinçli, bu örnekler çoğaltılabilir ama neticede ne oluyor? Bunun iki boyutu var. Farkındalık oluşuyor ama bir yandan kapitalizm de var ve bu yeşil kapitalizme dönüyor. Bu alan bence çok incelenmesi gereken bir alan.

Dolayısıyla bir sosyal adalet, çevre adaleti de söz konusu burada. Çevreye zarar vermeyen daha organik gıdaların tüketimi gibi şeyler oluyor. Temiz kaynaklara erişim gibi. Ama bu temiz kaynaklara kim erişiyor? Ya da toksik olmayan çevrelerde kim yaşıyor? Bu farkındalık olsa dahi insanlar halen o toksikliğin içerisine hapsolmuş durumda. Çevreye faydalı olan ürünler diğer ürünlerden daha pahalıya satılıyor şu anda. Bu enteresan bir nokta gibi geliyor bana. Toprağın içinde sıkışmış metan gazı var orada hala orada. Ve o çöplükte çocukları dünyaya gelen, o çöplükte topladığı şeylerle çocuklarını büyüten, çocuklarını çöp toplasın diye o çöplüğe gönderen insanlar hala var. Yani o toksik hikâye onların DNA’sına geçti bir kere. Dolayısıyla sosyal adalet burada da önemli bence.

Yine Ümraniye çöp patlamasından da söz etmek istiyorum. Çok acılı bir olaydı, insanların can kaybıyla sonuçlanmıştı. Orada çöp patlaması sonrasında karısı ve çocuğunu kaybeden biriyle röportaj yapmaya gidiyor bir gazeteci, neden halen orada yaşamaya devam ettiğin soruyor. Bu aile de bahçede yetiştirdiği şeyleri yiyor, bahçede yetişen şeyler de zehirli. Çöp patlamış orada. Adam diyor ki “Ne yapmamı bekliyorsunuz? Param yok, başka türlü bir şey yapabileceğim bir durumum yok.” Bunları konuşurken ilk başta çözülmesi gereken sorunlar bunlarmış gibi geliyor bana.

İnsan müdahalesinin eşitsiz bir ilişkiyi ortaya çıkardığını da çok güzel örneklemiş oldun. Tezinde toprak elementi için seçtiğin örneklerde insan merkezli bakış açısının çelişkilerini gösteren karakterlere değiniyor, gıdanın tüketim alanı olarak kurgulanışı, kadın bedeni üzerindeki biyolojik kontrolüne ve yeryüzünün analizinde ikiliklere değiniyorsun. Seçtiğin örnekler ekofobik algının okunmasında nasıl bir olanak sunuyor, Burayı biraz açabilir misin?

Tezimde Rönesans dönemi tiyatro oyunlarından örnekler veriyorum. Toprak elementi üzerine yazdığım bölümde üç oyunu incelemiştim. Toprağın sömürülmesiyle ilgili olarak Christopher Marlowe’un Tamburlaine the Great, gıda tüketim alanı olarak bedenin, özellikle de kadın bedeninin, toprakla ilişkilendirilmesi açısından Ben Jonson’ın Bartholomew Fair ve bedenin ölüm döngüsünde topraklaşmasını vurgulamak için de John Webster’ın The Duchess of Malfi. Bu noktada toprağın sömürgeleştirilmesi, toprağın eril gücün sembolü olarak üzerinde tahakküm kurulması gibi pek çok analiz söz konusu. Ama bu noktada bu üç oyunda da ortak olan nokta şu: eril güçlerin kadın bedeni üzerindeki tahakkümü aslında. Bu tahakküm aynı güçlerin toprak üzerinde kurmak istediği tahakkümle eştir.

Simon Estok’un da dediği gibi homofobi, ya da kadınlara karşı duyulan nefret gibidir ekofobi diyoruz. Dolayısıyla her iki tahakkümün temelinde de ekofobik algı yatıyor. En başa dönecek olursak ikili karşıtlıklar var. Beden ve akıl arasında. Vitruvius Adamı çizimine gönderme yapacağım. O bir Vitruvius Adamı. Hiçbir zaman bir Vitruvius Kadını değil. Dolayısıyla beden ve akıl arasında üstünlük ve alçaklık ikilemi olduğunu düşünecek olursak üstünlük erkeklere verilmiş bir özellik. Kadınlar zaten otomatik olarak beden statüsünde görülüyor ki yüzyıllardır regl kanamalarından hamileliğe, doğurganlıktan hastalığa kadar pek çok bedensel döngünün içine hapsedilmiş oluyor kadın. Kadın bedeni de sanki eril gücün tahakkümünden çıkarsa kaos ortaya atacakmış gibi düşünülmüş. Tabi ki bu hetero-ataerkil düzenin devam ettirilmesi için söylenen bir şey. Kadının evlilik dışı bir şey yaşaması, tek başına bir şey yapması hep karşı çıkılan bir şey. Beden-akıl ayrımında kadın hep bedene, maddeye doğaya yakın olan taraf. Doğaya “ana” diyoruz. Pek çok kişi için bu kutsal, annelik kutsal da öyle değil. Bu direkt kadınları bedene indirgeyen bir bakış açısı. Bu böyle devam ettikçe kadınlar bedene indirgenmeye devam edecek. Kadınlar hep bir eril gözün tahakkümünde var olmaya muhtaçmış gibi düşünülmeye devam edecek. Buradan yüzyıllardır devam eden kadın bedenini ötekileştirilme hikâyelerine pek çok referanslar verilebilir. Cadılık suçlamaları ile ilgili konuşulabilir.

En son 17. yüzyılda erkek doktorların ortaya çıkmasıyla bitiyor cadılık suçlamaları çünkü en son cadılar da yakılmış oluyor. Erkek doktorlar ortaya çıktığında kadınlar erkek doktoralara güvenmemiş ki zaten doktorlar da doğum yaptırmak için ebeleri tercih ettiği bir düzende. Erkek doktorlar geldiğinde çeşitli aletlerle vajinaya bakıyor. Kadınların ebelerle deneyiminde başka bir durum söz konusuydu. Erkek doktorlarda bir gereçle kadını bir bedene indirgeyerek çocuk çıkarmaya çalışıp benim canımı acıtıyor diye bir geçiş oldu. Dolayısıyla erkek doktorlara güvenilmedi ama bu düzenin değişmesi gerektiğinden pek çok ebe cadılıkla suçlanıp yakıldı ve doktorluk ön plana çıktı. Bundan önce de kadınları kontrol altında tutmak için mesela topluluk içinde küfreden kadınlara, evlilik dışı ilişkiye girdi, ya da çok yaşlı, diğerlerinden yardım istiyor yaşamak. Bu kadınlara cadı denilip yakıldı. Tarihte bunları okuyunca çok üzülüyorum. Bunlar kadın bedeninin eril güç tahakkümü altına alınmasını örnekleyen önemli bir nokta diye düşünüyorum.

Edebiyatımızda da insan olmayan varlıkların doğal ve içsel eyleyicilik potansiyellerine yer veren yaşayan ve var olan doğayı görebileceğimiz eserlerden de bahsediyorsun. Mesela Yaşar Kemal, Halikarnas Balıkçısı, Şükrü Elçim’in Türk edebiyatında tabiat kitabı gibi… Bu eserler ile bugünkü edebi eserler elementleri ve doğayı nasıl ele alınmaktadır?

Yaşar Kemal bu açıdan kesinlikle okunması gereken bir ustadır. Yaşar Kemal’in bütün eserlerini soluksuz okuyorum ve çok şey öğreniyorum onun eserlerini okurken. Yeni kurguda artık popüler olan iklim kurgu diye bir tür var. Climate change fiction (cli-fi) diye geçiyor. Güzel olan şey şu ki günümüz edebi eserlerinde artık bir birliktelik vurgulanıyor. Önceden edebi eserlerde sanki doğa ve kültür savaşıyor gibi bir durum vardı, artık bir değişim söz konusu. Kültür ve doğa artık ikili karşıtlık olarak verilmiyor.

İklim kurgu çok popüler ve artık edebiyatta iklim değişikliği, ekolojik problemler artık gözümüze sokulan bir şey. Belki de bu sebeple son zamanlarda bu değişimler gerçekleşti. Burada Margaret Atwood, Jim Grace gibi pek çok yazar var, ama kendi edebiyatımızdan örnek verecek olursam güncel edebiyattan iki tane örnek verebilirim. Bir tanesi Oya Baydar’ın Köpekli Çocuklar Gecesi diye yeni bir kitabı var. İlk ekolojik distopya olarak nitelendiriliyor. Ormanların yok edilmesinden kaynaklı ortaya çıkan kuralık ya da aşırı plastik tüketiminin neden olduğu kirlilik gibi pek çok etmenden dolayı küresel bir iklim felaketi yaşanıyor ve bu iklim felaketinin yaşandığı gelecekte geçen bir dünya kurgulanıyor.

Bir de Aslı Perker’in “Günübirlikçiler” diye bir öyküsü var. Yine gelecekte kurgulanan bir hikâye. Aşırı sıcaklar, salgın hastalıklar var. İstanbul’da geçiyor. Marmara Denizi’nin suları çekilmiş ve parası olanlar başka bir gezegene kaçmış. Yine sosyal adaletsizlik var. Burada yaşamaya çalışan bir kesim var.

Bütün bunlara baktığımız zaman artık distopik kurguların çok popüler olduğunu görüyoruz. Bu distopya aslında iklim kurgu ile iç içe geçmiş bir durumda. Distopik bir durum söz konusu ise bir iklim felaketi de söz konusu. Bu insanlara artık bir çözüm bulmak lazım demesi açısından iyi. Küresel iklim felaketinin olması çok olması. Bunları daha çok okuyup, konuşup toplumsal bir farkındalık yaratmak gerekiyor aslında.

Tarih boyunca bir güç savaşı olarak süren insanın elementler üzerindeki müdahalesine karşılık elementlerin canlı varlıklar olarak kabul edilmesiyle bu ilişkinin bozulacağını dile getiriyorsun. Bu ilişki nasıl yeniden yaratılabilir? Bu elementlere yabancılaşmış insanlar kendi gündelik hayatında neler yapabilir, bu konuda önerilerin nelerdir?

Aslında önerilebilecek pek çok şey var ama hepsinin temeli bir şeye çıkıyor bence: farkındalık. Ötekileştirmeye çalıştığımız ötekinin ta kendisi olduğumuzun farkına varmalıyız. İkili düşünce sisteminden vazgeçmeliyiz. Belki o zaman bir şeylere zarar vermeyi, kendimize zarar vermeyi bırakabiliriz.

Burada Donna Haraway’e referans vereceğim. Bir hepimiz soydaş türleriz diyor. Biz hepimiz soydaşız. Patates de ağaç da bizim soydaşımız. İnsanın üstün canlı potansiyelini yıkmak var oluş krizine ve umutsuzluğa sürüklemiyor aslında. Çünkü her biri oluşumun kendisi muazzam ve şaşırtıcı. Bunu kötü ve depresif bir şey olarak değil de umut veren bir şey olarak görmek lazım. Burada yine Pisagor’a referans vereceğim. Haraway’in soydaş türünün kökeni Pisagor’a (M.Ö. 570-M.Ö. 495) gider çünkü Pisagor meydana gelen her şeyin kesin bir dönüşümde yeniden doğduğunu, hiçbir şeyin tamamen yeni olmadığını ve içinde yaşamın parıltısını taşıyan her şeyin soydaş sayılması gerektiğini vurguluyor. Bu dönüşümün muazzamlığının farkındalığı aslında.

Son olarak tüm konuklarıma sorduğum bir sorum var: Sence toprak ne değildir?

Toprak yaşamın sonu değildir. Toprak yaşamın sonu değildir. İnsan formu olarak bitiyoruz belki de ama kültürel oluşumlara bu kadar önem vermemeliyiz belki de. Toprak bunu gösteriyor. Toprak kesinlikle yaşamın sonu demek değildir.

+ posts