“En basit haliyle engellilik, hümanizmin sunduğu dar görüşlü perspektifi ve onun temsiliyet dışı doğasını bulandırır. Biz, engelliliğin posthüman durumun tam da temeli olduğunu savunuyoruz: Çünkü yeni ontolojiler, yeni ilişkilenme, yaşama ve ölme biçimleri gerektirir. Posthüman çalışmalar ve eleştirel engellilik çalışmaları, toplumun saygın bir vatandaşı olmanın anlamına ilişkin cepte gördüğümüz, ideolojik ve normatif imalara karşı antitez oluşturmada ortak bir paydada buluşurlar.” (Goodley, Lawthom ve Runswick Cole, 2014: 348)
“Posthüman Engellilik Çalışmaları” başlıklı makalelerinde engellilik çalışmalarının posthüman kuramlarla bileşiminden elde edilebilecek faydaları özetleyen Goodley, Lawthom ve Runswick Cole, aslında neredeyse medikal ve sosyal bilimlerin beşerî bilimlere yaklaşmaya başladığı tüm alanları kapsayacak bir savda bulunurlar. İnsan olmanın, sınırlayıcı ve istisnacılığa yatkın Aydınlanma hümanizmi içerisindeki anlamını sorgulamaya açması sebebiyle posthümanizm, öncelikle kimin “insan” olduğunu (ya da olmadığını), sonrasında da neyin “canlı” ve “yaşa(t)maya değer” olduğunu (ya da olmadığını) yeniden sorduğu için, geleneksel antroposantrik bakış açısını yerinden etmiştir.
Bu algının temelde Batı felsefesinde, peşinden de edebiyat, kültürel çalışmalar, antropoloji, sosyoloji gibi alanlarda yarattığı dönüşüm birden fazla kanaldan beslenir – ki bana sorarsanız bu kanalların öncelikli akışı, materyalist (yeni maddeci) ekolden geliyor. Serpil Oppermann’ın posthüman ekoeleştiri anlayışındaki gibi (2016), “biyofotonlar, nanoelementler ve homo sapiens ile birlikte ortaya çıkan, bariz biçimde eyleyici, öykülerle dolu ve etkili olan akıllı makineler” de dahil, sayısız aktörü ve eyleyici bedeni de işin içerisine katacak olursak, bu gezegenin vatandaşlarının kim olduğu, daha doğrusu “gerçek vatandaşlığı” kimin hakettiği sorusu artık atıl kalıyor. İnsanın kendi kurduğu hiyerarşik merdivenine sıkı sıkıya tutunmaya çalışması, merdivenin ayaklarının altından hızla kayıp gittiği gerçeğini değiştirmiyor.
Hem bilimdeki umut verici gelişmeler ışığında hem de iklim krizinin alarm seviyesini çoktan geçtiği bu günlerde doğanın verdiği tepkilerden anladığımız üzere, zaten o bahsi geçen merdivenin, kendini tüm insanlığın timsali gibi gören Batılı, beyaz, eğitimli, sağlam vücutlu ve akli melekeleri yerinde, sınıfsal kaygı taşımayan, heteronormatif bir erkek öznede vücut bulmuş Antropos’un kurgusu olduğunu yeniden hatırlıyoruz. Kendi bedeni dahil, dünyanın tüm diğer bedenlerinden ve hatta gezegenin de bedeninden tiksindiği için diğer türlere ya da doğal olaylara “sümük” / “salya” gibi tiksinti verici isimler takan insanın, aslında bizzat kendi salyasını denizlere akıttığını görüyoruz bugün. Ortada bir sümük varsa o da insanın ta kendisidir. Üstelik bu “insanın” hangimiz olduğu sorusunu bir kez daha sorduğumuzda aldığımız yanıt net: Marmara’yı ölü bir deniz haline getiren herhangi bir insan değil, Antropos’un ta kendisidir. Kapitalizmin öznesinin de Antropos olduğunu, Antropos’un zaten bizler gibi sıradan, rastgele bir vatandaş olmadığını, o yukarıda bahsi geçen ve kendini ayrıcalıklı bir konumda taçlandıran özne olduğunu kabul etmek kaydıyla, James Moore’a hak vermemek elde değil; bu Kapitalosen’dir.
Antropos’un kurduğu arızalı sisteme ve doğayla olan – biyofili/ekofobi spektrumunda gezinen – toksik ilişkilerine dair sorunlarla yüzleşmeler, gerçekleri kabullenişler ve tüm bunlara ilişkin farkındalıklar aslında umut verici gibi görünse de, gerek doğal felaketlerin neredeyse dönülmez noktalara ulaşması, gerekse de engellilik çalışmaları gibi spesifik alanlarda konunun öznelerinin sesinin halen duyul(a)maması birbiriyle yakından ilişkili ve büyük iki (aslında bir) problemdir. Bundan duyduğum rahatsızlık nedeniyle yakın zamanda Merhaba! Spektrum ve bir CODA olan Evren Sünnetçioğlu ile küçük çaplı bir işbirliği başlatmayı umduğumu burada belirtmek isterim. Ancak şimdilik konuya geri dönerek Roets ve Braidotti’nin “Göçebelik ve Öznellik” (2012) makalelerinde ele aldıkları posthüman engellilik çalışmalarına bir göz atmakta yarar görüyorum. (Bu konuya ilişkin, yazarıyla pek de hemfikir olmadığım bir Braidotti eleştirisi için bkz. Abrams, kaynakça).
Abrams’ın kendi çalışmasında da özetlediği üzere, Roets ve Braidotti “Göçebelik ve Öznellik”te, engellilik çalışmalarında da kullanılabilecek göçebe özne kavramının bir okumasını sunarlar. Braidotti’nin 2013 tarihli İnsan Sonrası (The Posthuman) kitabındakine benzer kuramsal adımlar atarlar. Hem ontoloji hem epistemoloji içeren, daha doğrusu bu ikisinin birbirinden ayrılmaz olduğunu söyleyen vital maddeci (dirimsel materyalist) bir model öne sürerler, göçebe özneliği irdelerler ve engellilik çalışmalarının göçebe öznelik olarak ele alınıp alınamayacağını tartışırlar. Bu makalede, göçebe yaşamların bir haritasını sunan Roets ve Braidotti, kendi deyişleriyle, daha önce düşünsel engelli tanısı konulmuş kişilerle çalışma deneyimi bulunan Roets’in tecrübelerinden hareketle, üç katmanlı bir kuram ve uygulama sistemini ortaya koyarlar. Bahsettikleri bu tanıyla betimlenen öznelerden biri de, ikilinin makalede “tekil değil çoğul olduğunu” söyledikleri ve hayatının değişik alanlarında üç ayrı kişilikle hareket eden Robert’tır.
Robert, çalıştığı dükkânda yerdeki ‘gri faredir’, utangaçtır, içine kapanıktır. Mecbur bırakıldığı engelli çalışma saat ve şemalarını reddeder; bu kalıplar baskıcıdır ve ona makul bir karşılık sunmazlar. Evinde ise Robert, hayaller kuran bir kişidir. “Evim, şeylerin üzerine kafa yorduğum yerdir. Burası benim düşüncelerimin krallığıdır” der (Roets ve Braidotti, 2012: 172). Üçüncü alanda, Robert’ın kurduğu krallık hayalden gerçeğe dönüşür. Bir derneğe başkanlık eder, yazılar yazar, iş seyahatlerine çıkar. Evine ya da işine döndüğü vakitlerde ise eski kimliklerini yeniden edinir. Bu durumda Robert, Deleuze ve Guattari’nin “oluş” diye nitelendirdiği kümülatif ağ içerisindeki tüm olasılıkların çoğul bir bileşkesidir. Roets ve Braidotti’nin ifadesiyle, “Robert, ‘düşünsel engeller’ başlığı altındaki özcü büyük anlatıyı radikal biçimde yapısöküme uğratır ve yeniden yapılandırır. Düşünce ve davranış kiplerinin sosyal kodlarına boyun eğmeyi açıkça reddeder” (2012: 174).
Bu nedenle, Robert göçebe bir öznedir; tıpkı tüm diğer posthüman bedenler gibi. Hem birdir, hem çoktur. Kapitalist düzenin ideal gibi önümüze sunduğu beyaz yaka koşullarını, işçiliği, “hayvan oluşu”, rizomatik yörüngeler izleyen hayatın tüm katmanlarındaki varoluşları bir araya toplar ve hiyerarşik olmayan bir şekilde yeniden konumlandırır. Tıpkı deniz canlılarını boğarak öldüren ve bugün Marmara’nın genç yaşta ölümünün ilanı olan müsilaj agragatı gibi, üzerimize salya bırakan Antropos’un bizi nefessiz bırakma tehdidine karşı durur; onun kucağımıza pimi çekilmiş bir bomba bırakıp sorumluluğu da üstümüze atmasına baş kaldırır. “Robert’ın çoklu oluşlarının bir tablosu”, her ne kadar Spinoza’ya ilişkin görüşlerini anakronistik ve Braidotti eleştirisini de eksik temelli bulsam da Thomas Abrams’ın söylediği gibi, engellilik çalışmalarının ihtiyacı olan şey olabilir ve bu da, Abrams’ın kendi makalesindeki savının aksine posthüman kuramlar bütünüyle pekâlâ desteklenebilir.
Abrams, makalesinde, Spinoza’nın Etik‘ini değilse bile, politik yazılarını cinsiyetçi olmakla suçlar ve bu nedenle, Braidotti’nin Deleuze kanalıyla okuduğu Spinoza’nın posthüman engellilik çalışmalarına asla destek olamayacağını söyler. Ona göre, buradaki temel sorunlardan biri, Deleuze üzerinden ikincil okuması yapılan Spinoza’nın aslında Braidotti’nin sunduğu gibi bir model sunmayışıdır. Robert’ın çoklu kimliklerinin, kendisinin “tekil” veya “birci” diye nitelediği göçebe öznelikle açıklanamayacağını savlar. Bunun yerine William Connolly’nin göçebe özneliğe yakın bir biçimde kuramlaştırdığı görüşlerinin çok daha faydalı olabileceğini öne sürer.
Burada benim eleştirim ise, öncelikle Spinoza’nın yaşadığı dönemde cinsiyetçilik gibi bir kavramın dahi var olmayışıdır. Yirmi birinci yüzyıl gözünden okumaya kalktığımızda, cinsiyetçi ve ırkçı olmakla suçlayacaksak bugüne gelene dek hiçbir düşünüre atıf veremeyeceğimiz aşikarsa, tüm düşünce tarihini yeniden yazmaya kalkışmamız gerekir – ki bu da Amerika’nın yeniden keşfi anlamına gelir. Abrams’ın okuması anakronistik oluşu nedeniyle, bugünün “cancel culture” denilen linç kültürünü on yedinci yüzyıla taşımaktır ve bu, hem akademik olarak hem felsefi olarak büyük bir hatadır. Diğer yandan, Braidotti’nin göçebe öznesi “tekil” değildir; hem çoklu hem bir olmak fikrini henüz içselleştirememiş Batı düşüncesinin eksik izleri Abrams’ın makalesinde de görülmektedir. Dahası, ortada cinsiyetçi olan bir durum varsa o da Abrams’ın kendi makalesindedir. Bir kadın düşünürün (Braidotti’nin) yerine bir erkeğin fikrinin (Connolly’nin) kullanılmasını önermek cinsiyetçiliğin bizzat tanımıdır. Her iki durumda da problemli gördüğüm nokta ise, posthüman engellilik çalışmalarının bizzat öznesi olmayan birilerinin kuramsallaşmada yine baş rollere soyunmasıdır.
Goodley, Lawthom ve Runswick Cole’un baştaki alıntısına son kez dönecek olursak, buradaki ifadelerinden de anlaşıldığı üzere bu üçlü, engelliliğe, engele ve engellenime bir meydan okuma yolu olarak post-antroposantrizme işaret etmektedirler. Bu işaret, engellilik çalışmalarının yeni nesil odaklarına yön verebilir inancındayım. Zira post-antroposantrizm, alışageldiğimiz öznenin yerine çoklu posthüman öznelerin geçtiği bir düşünce yapısı ise, Antropos’un ve salyasının temizlenmesinde o öznelerin seslerinin duyulmasında büyük bir mesafe kat etmemizi sağlayacaktır.
Kaynakça:
Abrams, T. “Braidotti, Spinoza and Disability Studies After the Human.” History of the Human Sciences (2017): 1-18.
Goodley, D., Lawthom, R. and Runswick Cole, C. “Posthuman Disability Studies.” Subjectivity 7.4 (2014): 342–61.
Oppermann, S. “From Posthumanism to Posthuman Ecocriticism.” Relations: Beyond Anthropocentrism 4.1 (2016): 23-37.
Roets, G. and Braidotti, R. “Nomadology and Subjectivity: Deleuze, Guattari and Critical Disability Studies”, in D. Goodley, B. Hughes and L. Davis (eds) Disability and Social Theory: New Directions and Developments. New York: Palgrave Macmillan, 2012. pp. 161–78.