Neuralink: Barad’ın Etiko-onto-epistemolojisi Işığında Bir Değerlendirme

Yakın zamanda tüm yazılı ve görsel medyada geniş ölçüde yer bulan Neuralink projesi, “Beyin için Çığır Açan Teknoloji” sloganıyla yola çıktı ve ilk tanıtımlarıyla oldukça büyük ses getirdi. Elbette her yeni teknolojide olduğu gibi, Neuralink’e verilen tepkiler de üç kategoride toplanabilir: Sorgusuz sualsiz alkış tutanlar, ‘bu işlerin arkasında mutlaka oyunlar dönüyor’ diyerek ‘büyük resmi gören’ komplo teorisyenleri ve çekimserler. Neuralink konusunda posthümanizm için bu üç bakış açısının da ayrı ayrı sorun teşkil ettiğini söylemek yanlış olmaz. Belki üçüncü grup, posthümanizmin duruşuna en yakın olanlardan oluşuyor olabilir.

Bu konuya biraz açıklık getirelim. Birinci grup, posthümanizmin sıklıkla karıştırıldığı transhümanist görüşe yakın bir duruş sergilemektedir. Transhümanizmin en radikal ucunu temsil eden ekstropyanizmle büyük olasılıkla ilişkili olan bu ilk grup ve onların bilimi-teknolojiyi tanrısallaştıran, liberal hümanizmin en geniş ve güncel halini kapsayan görüşleri, bizim gibi posthümanizmi Aydınlanma Çağı’nın ve insan-merkezciliğin bir eleştirisi olarak görenleri elbette rahatsız etmektedir. Öte yandan, posthümanizm, muhtemelen biyokonservatiflerin çoğunluğunu oluşturduğu ikinci gruptaki gibi birtakım komplo teorilerine de şüpheyle yaklaşacaktır; zaten herhangi bir komplo teorisinin bilimsel dayanağı olmadığı sürece, posthümanizm, bu tip düşüncelere sırtını yaslamayacaktır. Her ne kadar son grubun olası kaygılarını anlasak da, bu grubun her bir üyesi ile birebir eşleşen çekinceleri ya da onların her biriyle benzer kaygıları taşımayabiliriz. Bu son grubun kaygılarının neler olduğunu tamamen bilmeden net bir şey söylemek zordur.

Ancak, buradaki karmaşaya açıklık getirmek üzere değinebileceğimiz başka noktalar da yok değildir. Neuralink’in birincil amacının engelli bireylere medikal destek sağlamak olduğu söylense de, tanıtım toplantısında “bir akıllı saatten beklenecek tüm özelliklere sahip olacağının” ifade edilmesi gibi belirsiz tanımlar, “tüm hatıraları silinmeden tutabileceği” gibi ucu açık ve orijinal amaçla ilgisi olmayan örnekler, bu projenin maksadına dair çelişkili izlenimler yaratmaktadır. Üstelik, Neuralink’in uzun vadede sağlıklı kimselerin de edinebileceği bir araç olacağının belirtilmesi, fakat bunu ne maksatla edinmek isteyeceklerine dair tam bir açıklamanın bulunmaması, ilgili sitede bu konuya ilişkin belirsiz ifadelerin bulunması, suları bulandırmaktadır. Bu projenin tüm dünyaya lanse edilirken ele alınışı ve medyada bulduğu destek, pek çok olası sorun ve soruyu beraberinde getirmektedir. Örneğin, posthümanizm için önem arz eden sorular arasında, canlılar üzerinde yapılan klinik çalışmaların etik değerlerle örtüşüp örtüşmediği, bu teknolojiye kimlerin erişim sağlayabileceği, bu teknolojiye erişim sağlaması olası kitlelerin herhangi bir ekstra güç elde edip etmeyeceği, cihazı bedeninde taşıma ‘şansını’ elde etmiş kimseler ile cihazın yönetimini elinde bulunduran şirket arasındaki olası çıkar çatışmalarının ne yönde evrilip sonuçlanacağı ve elde edilecek olası bir süper-gücün ne yönde kullanılacağı gibi düşünceler ve çekinceler bulunmaktadır. Bu sorular net olarak yanıt bulmadıkça, mevcut düzende var olan ‘benlik’ ve ‘öteki’ ikili karşıtlığını güçlendirecek, bios’a yeni tahakküm alanları yaratarak zoë’nin kapsadığı tüm ‘ötekiler’in alt katmanlarına bir yenisini ekleyecek, böylelikle de refah, erk ve ayrıcalığa dayalı ‘insan’ tanımının altını bir kez daha çizecek, ötekileştirme yordam ve yöntemlerini kati ve keskin hale getirecek bir sorunlar kümesine doğru yol alacağız gibi görünmektedir.

Beyin-bilgisayar arayüzlerinin halihazırda nörobilimciler tarafından kullanıldığı ve Neuralink’in çare bulmayı hedeflediği görsel, işitsel, bedensel-dokunsal engellere yönelik başka çalışmalar yürütüldüğü zaten bilinmektedir. Posthümanist düşüncenin bu gibi çalışmalara yönelik bir itirazı ve çekincesi yoktur. Öte yandan, yukarıda bahsettiğimiz etik-pratik soru(n)ların haricinde, posthümanizmin Neuralink ile ilgili başka kaygıları da bulunacaktır. Buradaki temel sorun, Neuralink’in pazarlama ve reklam stratejilerinden hareketle gündeme gelen başka felsefi problemlerle ilişkilidir. ‘Benlik’ ve ‘öteki’ algısının posthümanist görüşte[1] nasıl şekillendiği, bu felsefi sorgulamaların altında yatmaktadır.

Geleneksel Batı düşüncesinde benlik/Öteki biçiminde konumlandırılan ikili karşıtlık, özellikle Donna Haraway’in feminist düşüncesiyle, Rosi Braidotti ve Karen Barad’ın geliştirdikleri kuramlarla ve yeni maddecilik akımının katkılarıyla gelişen posthümanist düşüncede erozyona uğramıştır. Örneğin, Barad’ın posthümanist etik anlayışında benlik ve öteki, ne a priori ne de a posteriori bir biçimde var olurlar. Yani, biri diğerini varoluşsal olarak takip etmez. Buradaki öncelik-sonralık ilişkisindeki değişim, elbette Fransız düşünür René Descartes’ın Cogito ergo sum deyişiyle Batı felsefesine bir mıh gibi çaktığı, zihnin bedenden önce geldiğini ima eden düşünce tarzına da etki etmektedir. Dolayısıyla, zihin/beden ikili karşıtlığı da yapısöküme uğramaktadır. Düşünceyi varoluşun öncülü kabul eden, bu nedenle de ‘düşünemez’ olduğunu varsaydıklarımızın varlığını hiçe sayan, tüm dikotomilerin de başlangıcı kabul edilebilecek bu ayrımın ortadan kalkmasıyla birlikte, diğer ikili karşıtlıklar da birer birer sorgulanmaktadır. Barad’ın posthümanist etiğine[2] dönecek olursak, epistemolojinin ontolojiden yani bilmenin varoluştan ayrılmaz olduğu ilkesi, posthümanizm için kilit bir unsurdur. Barad, bu ayrılmaz yapıya etiği de dahil ederek etiko-onto-epistemoloji adını verdiği bir model geliştirmiştir. 

Bu yapıdaki algılaması en zor, ancak bu yazının amacına en çok hizmet eden düşüncenin sonuçları oldukça irkilticidir: Bilginin, varoluşun ve etiğin birlikte ortaya çıkışı, bizi, çoğunlukla insana özgü olduğu düşünülen bilgi ve etiğin tüm posthuman öznelere ait olduğu düşüncesine götürmektedir. Bilginin, kuantum fiziği çerçevesinde yeniden değerlendirilmesi gerektiğini öne süren Barad, olaylara ve çevreye yakından bakıp anlama ve değerlendirme kapasitesinin insan-dışı türlerde de bulunduğunu söylemektedir. Bahsi geçen bu türler meselesine birazdan döneceğim.

Burada ‘olaylara ve çevreye yakından bakıp anlama ve değerlendirme’ denilince, laboratuvarına girerken beyaz önlüğünü giydiği anda tüm dünya ile ilişkisini kesmiş ve her şeyden bağımsız kendini yaptığı işin sonucuna adamış bir bilim insanını hayal ettiğinizi görür gibiyim. Mikroskobundan bakarken tüm şartlardan soyutlandığını varsaydığımız bu kişinin, anlık karar verme eylemlerinde ya da düşüncelerinde, gündelik hayata dair duygulanımlarından eser bulunmadığını düşünmeye meyletsek dahi, laboratuvarda ona sağlanan ekipmanın yeterli olup olmadığı gibi basit bir soru bile aslında orada üretilecek bilimin çevreden, toplum-cinsiyet-sınıf-etnisite-ulus gibi kimliklerden bağımsız olmadığını gösterecektir. Mikroskopla, teleskopla ya da ultrason cihazıyla (veya elindeki herhangi bir gözlem aracı olarak kullandığı herhangi bir aygıtla, hatta çıplak gözle) incelemesini yapan bilim insanının bu ‘gözlem yeteneğinin’ sadece onun türüne has olmayışı da, insanın merkez olduğu bir düşünceden, yani liberal hümanizm ve onun uzantısı olan transhümanizmden bizi epeyce uzaklaştırmaktadır. Şu halde, Neuralink’i üreten şirketin, insan ömrünü sonsuza dek uzatacak biyoteknolojilerden besleniyor olması da, bize, hem bu projenin hem de şirketin, adeta İngiliz düşünür Francis Bacon’ın düşüncesini tekrarlarcasına, doğanın tamamen gözlemlenebilir bir nesne olarak gördüğünü düşündürtmektedir. Bacon’ın fikrine benzer bir arzuyu, yani ‘doğayı kıskıvrak yakalayıp kontrol altına alma’ arzusunu, şirketin, dünyayı uydularla çepeçevre sarmayı hedeflediği Starlink gibi başka projelerinde de görmek mümkündür. Tüm bunlar, Neuralink ve ilişkili olduğu düşünce biçiminin posthümanizm ile taban tabana zıt olduğunu göstermektedir.

Barad’ın bahsettiği, olaylara yakından bakıp anlama kabiliyetine sahip diğer türler konusuna yeniden dönelim. Bu türlerin, posthümanist düşüncede, sadece bilinç sahibi olduğunu düşündüğümüz canlı organizmaları değil, atom altı parçacıkları dahil tüm bedenleri kapsadığını hatırlatmak isterim. Barad, bu konuda, Thermonectus marmoratus adı verilen böcek türünün gerektiğinde etrafa yakından bakmayı sağlayan bifokal lenslere sahip olduğu örneğini verir. Yine Barad’ın kullandığı bir başka çarpıcı örnek ise, güneşin yaydığı ışığın, yani farklı frekanslardaki fotonların ve diğer parçacıkların da, ‘herhangi bir insan yardımı olmaksızın’ farklı uzunluk ölçeklerini ‘yakından incelediğine’ (probe) dair bilgidir[3]. Buradaki kasıt, elbette, insanın dışındaki her bir varlığın da eyleyicilik (agency) sahibi olduğudur. Üstelik, konu insanlara geldiğinde, bilginin, varoluşun ve etiğin birbirinden ayrılamazlığı, nesnellik ve nesnelerden ya da doğadan bağımsız gözlem yapabilme gibi iddialarımızı bütünüyle değilse bile en azından kısmen çürütmekte, bilim insanını yaptığı bilimden ayırt edilemez hale getirmektedir.

Peki, hiç mi bilim yapılamaz? Posthümanizmin (ya da bu sitedeki posthümanizm anlayışına tutunarak bizim), böyle gülünç bir şeyi öne sürdüğümüzü iddia etmek haddinden fazla indirgemeci bir tutumdur. Zaten, ‘bilim yapılamaz’ gibi bir şeyi öne sürmek için de, dünyada yazılmış hiçbir şeyi okumamış olmak gerekir herhalde (!). Tartışmasız ve kuşkusuz, bilimlerin gelişmesini inkâr etmek mümkün olamaz; burada, yaptığımız gözlem ve deneylerin elde ettiği belirgin ve net sonuçlar büyük önem taşımaktadır. O halde, bunca dolanıklığın içerisinde bu bilimsel sonuçların netliğine nasıl kanaat getirebiliriz? Barad, bu konuya, eyleyici kesikler (agential cuts) tabiriyle açıklık getirir. Yani, tümüyle birbirine dolanık halde bulunduğunu söylediğimiz madde-teknoloji-bitki-hayvan-insan-sosyal ağlar-politikalar-çevre gibi unsurlar her ne kadar birbirinden ayrılamasa da, insan algısının dışında var olabilecek bir gerçeklik mümkündür. Bizim algılayamamamız bir şeyin ‘yok’ olduğunu söylememize yetmese de, bizim algılayabilmemiz bir şeyin ‘var’ olduğunu söylememize yetebilir. Bu varlık algısını kanıksamamız işte bu dolanıklığa, gündelik bir ifadeyle, ‘kısacık bir mola’ vermemiz yoluyla, yani eyleyici kesiklerle mümkün olur. Yine de eyleyici kesikler de, elbette bilgi pratiğimizden bağımsız olarak uzay boşluğunda salınmazlar. Onlar da tüm eyleyici aktörler gibi, Barad’ın fenomenler (phenomena) dediği bütünün parçaları ve aktif katılımcılarıdır.

Bu türden bir aktif eyleyiciler birliğini ve özne ile nesnenin ayrılmazlığını, ölçümlerin nesnelliğine dair sorgularla açıklayan Barad, şu ifadeyle kuantum fiziği ile posthümanizmi bir araya getirmektedir: “Ölçümler, eyleyici uygulamalardır; yalnızca var olanı açığa çıkaran şeyler değillerdir, ancak performatif katkıları vardır: Ölçülmekte olan şeyi oluştururlar ya da bunların oluşmasını sağlayan unsurlardan biri olarak meydana gelirler” (s. 6)[4]. Buradaki ölçüm meselesinin bilim insanının kimliğinden ayrı düşünülemeyeceği, hatta ölçümün de, bilim insanının kimliğinin de, elde edilen bilimsel sonuçtan bağımsız olmadığı konusu, epeyce kafa karıştırıcıdır. Ancak Barad bunu, ünlü Stern-Gerlach[5] deneyinin posthümanist ve kırınımsal (diffractive)[6] bir okumasını yaparak açıklar. Barad, bu ilginç açıklamasında, “Stern’in tütün içme alışkanlığına ek olarak onun nispeten düşük gelirle sınırları çizilen maddi durumu söz konusu olmasaydı, Stern ve Gerlach ikilisi herhangi bir uzay kuantumlamasının [space quantization] izini bulamayabilirlerdi. Zira, Stern’in içtiği [ucuz] purodan sızan sülfürlü dumanın etkisi olmasa, bu kuantumlama kendini göstermeyi reddediyordu” sözlerini kullanır[7]. Burada, Stern’in cinsiyetinin, cinsiyeti ‘gereğince’ ilgili tarihsel ve sosyal yapı dahilinde ona biçilen rolün, ekonomik açıdan sınıfının ve etnik kimliğinin de, o anda o laboratuvarda bulunmasına, tütün içme alışkanlığına, içtiği tütünün kalitesine ve laboratuvardaki davranışına da etki ettiğini söyleyen Barad, bilim insanıyla ürettiği bilimin ve sonuçlarının birbirinden ayrılmazlığı derken böylesi posthümanist bir dolanıklıktan (entanglement) bahsetmekte, yani kişilerin, nesnelerin, eylemlerin, tarihi gerçekliklerin, sosyal yapıların ve bilimsel pratiklerin iç içe geçmişliğinden söz etmektedir.

Buraya kadar anlatılanları aklımızda tutarak ve ‘yakından bakma’ ya da ‘inceleme’ kapasitemizi kullanarak (!), Barad’ın etiko-onto-epistemolojisine ‘yakından bakalım.’ Kuantum fiziğinden olduğu kadar Jacques Derrida’nın différance kavramından da yola çıkarak oluşturduğu etiko-onto-epistemolojik anlayışta, Barad, yukarıda benlik/öteki ikili karşıtlığı bağlamında değindiğimiz ‘Ötekiliğin,’ bir öncelik-sonralık ya da ast-üst ilişkisinden doğmadığını, benliğin de ötekinin de, kuantum fenomenleri (phenomena) içerisindeki içten-etkimeler (intra-actions) vasıtasıyla ortaya çıktıklarını ifade etmektedir[8],[9]. Şu halde, hem Emmanuel Levinas’ın hem de Derrida’nın düşüncesinden etkilenen, Haraway’in feminist bilim çalışmalarının da izlerini taşıyan bir posthümanizmden söz ettiğimiz aşikardır. Barad’ın etiko-onto-epistemolojisi, dünyanın ve doğanın bir parçası olarak kendimizi dünyadan ve doğadan bağımsız gözlemciler olarak göremeyeceğimizin, ne kadar nesnellik iddiasında bulunursak bulunalım, kimliklerimizin, bilimsel çalışmalarımızın her zaman bir parçası olmasından kaçınamayacağımızın altını çizmektedir. Haraway’in deyişiyle, bilimsel pratiklerimizde, nötr bir tutumda olduğumuzu iddia etmek olanaksızdır ya da her yöne tepeden bakabilen, tanrısallığa öykünen bir nesnelliğe sahip olduğumuzu savlamak mümkün değildir[10]. Tam da bu noktada, Levinas’ın ötekiyle karşılaşmada gerekliliğini öne sürdüğü etik açıdan hesap verebilirlik kavramı devreye girmekte, Barad’ın sorumluluk (responsibility) yerine ‘yanıt verebilirlik’ (response-ability) kavramını tercih etmesine de bir anlamda açıklık getirmektedir. Posthuman öznelerin tamamında bulunan, hatta Stern-Gerlach deneyinde de olduğu gibi, hem kuantum düzeyinde hem de geniş ölçekte gözlemlenebilen bu yanıt verebilirlik hali, insanlar için ayrıca hesap verebilirliği (yani etik sorumluluk diye adlandırdığımız şeyi) de kapsamaktadır. Burada, benlik ve öteki arasında zamansal, hiyerarşik ya da ontolojik bir ayrımın bulunmadığı bir durumdan, yani Barad’ın ifadesiyle, ‘maddeleşme’ ve ‘önem arz etme’ (mattering) durumundan bahsedilmektedir. Bir başka deyişle, posthümanizmde, insanın merkez olduğu bir ast-üst ilişkisinden söz edilemez. Bunun yerine, tüm varlıkların özneleştiği, tüm organik ve inorganik bedenlerin posthuman birer özne olarak var olduğu, ahlaki bir dünyalaşma ya da dünyalaşmanın etiği (an ethics of worlding)[11] gibi bir yapıdan söz edilmektedir. Şu halde, bilmek (epistemoloji), var olmak (ontoloji) ve yanıt verebilirlik (etik) birbirinden ayrılamayacaktır.

Tüm bunlar ışığında, sizi, Neuralink’i yeniden değerlendirmeye ve düşünmeye çağırıyorum. İnsan, kendi ürettiği bilimden bağımsız değilse, yani toplumsal yapı, tarihi koşullar, anlık duygulanımlar, alışkanlıklarımız, bedenimizin içerisinde olup biten tüm biyolojik aktiviteler, bizi herhangi bir davranışımıza iten tüm gerçeklikler ve fiziksel dünya birbiriyle iç içe geçmişse, maddesel olanla anlamsal olanın birbirinden ayrılması mümkün değilse, Neuralink neyin ürünüdür? Beyninize yerleştirilecek elektrotların yapısının, bunların gerek prosedürel gerekse de uygulamaya dayalı kontrolünün salt nesnelliğine inanmak mümkün müdür? Bunların her birinin Neuralink’i tasarlayan, yöneten ve uygulayan kişi ya da kişilerden, onlarla etkileşimde bulunduğunuz ortamdan, sizin ya da onların geçmişlerinizden, kimliklerinizden, toplumsal rollerinizden, inanç sistemlerinizden ya da fiziksel-sosyal herhangi bir davranış biçiminizden bağımsız olmadığını düşünecek olursak, yine de Neuralink’e sahip olmak ister miydiniz?


[1] Elbette tek bir posthümanizm yoktur. Ancak, gerek benim diğer yazılarımdan, gerekse de bu sitedeki pek çok başka yazarın makalelerinden anlaşılacağı üzere, PENTACLE’da özellikle teknofobi ya da teknofili gibi uçlara meyledecek düşünceler betimlenmemektedir.

[2] Posthümanist etiğin erdem etiği veya faydacı etikten tamamıyla farklı olup olmadığı gibi konulara başka yazılarımızda daha geniş ölçekte yer vereceğiz.

[3] Barad, Karen. (2012). What Is the Measure of Nothingness?: Infinity, Virtuality, Justice. 100 Notes – 100 Thoughts: Documenta Series. No. 099. Ostfildern: Hatje Cantz, s. 8, dipnot 5.

[4] Barad, Karen. (2012). What Is the Measure of Nothingness?: Infinity, Virtuality, Justice. 100 Notes – 100 Thoughts: Documenta Series. No. 099. Ostfildern: Hatje Cantz.

[5] Stern-Gerlach deneyinin kısa bir açıklaması için bkz: https://rasyonalist.org/yazi/stern-gerlach-deneyi/

[6] Kırınım, bir fizik terimidir. Barad bu terimi, hem klasik fizikteki hem de kuantum fiziğindeki anlayıştan yola çıkarak sosyal ve beşeri bilimlere de bir yöntem olarak kazandırmıştır. Bu yöntemin beşeri bilimlerdeki kullanımına ayrı bir yazıda değineceğim.

[7] Barad, Karen. (2007). Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning. Durham: Duke University Press, s. 165.

[8] Barad, Karen. (2007). Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning. Durham: Duke University Press.

[9] Barad, Karen. (2014). “Diffracting Diffraction. Cutting Together-Apart.” Parallax 20, 3, s. 168-187.

[10] Haraway, Donna. (1988). “Situated Knowledges: The Science Question in Feminism and the Privilege of Partial Perspective.” Feminist Studies 14, 3, s. 575-599.

[11] Barad, Karen. (2007). Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning. Durham: Duke University Press, s. 392

+ posts