Biyosemiyotik, en basit canlı organizmalara ve biyolojik organizasyonun en düşük seviyelerine kadar pek çok yaşam formunda var olduğu düşünülen niteliksel semiyotik süreçleri incelemektedir. Bu alan, gösterge süreci (semiyosis) ve yaşam arasındaki ayrılmaz bağlılığı derinlemesine araştırır ve göstergeye dayalı aktiviteyi canlı organizmaların önemli bir özelliği ya da yaşamın birincil koşulu olarak ele alır. Temelde biyosemiyotik alanı, gösterge sürecinin kapsamını biyolojik alemlere ve bir organizma olarak insanın içsel çevresine kadar genişletir. Böylelikle beşerî bilimlere, insan kültürü sınırlarının ötesinde doğal bir esneklik kazandırır.
Biyosemiyotik, 1960’larda Thomas A. Sebeok’un hayvan iletişimi üzerine yaptığı kıyaslamalı semiyotik çalışmalarından ortaya çıkmıştır. O yıllarda, bu alana zoosemiyotik denilmekteydi. Biyosemiyotik sözcüğü ise, ilk olarak 1962’de Friedrich S. Rothschild tarafından kullanılmıştır. Ancak, biyosemiyotiğin tarihçesi Alman idealist biyolojisine, çoğunlukla da Jakob von Uexküll’ün Umwelt kuramına ve Charles S. Peirce’in göstergebilim çalışmalarına dayandırılabilir. Genetik kod ve insan dili arasındaki yapısal benzerliklerin betimlenmesi, biyosemiyotiğin ortaya çıkışına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.
Biyosemiyotiğin ele aldığı sorular şunları içermektedir: Farklı türlere ait canlıların iletişiminde iletişim için özel kurallar var mıdır? DNA’yı yorumlamada hücrelerin kullandığı kodlar ile insan dilinin kodları arasında benzerlik ve farklılıklar var mıdır? Herhangi bir organizmanın kendisini içerisinde bulduğu dünya, o organizmaya nasıl görünür? Öznel dünyaları incelemeye olanak tanıyan metodlar nelerdir? Semiyosis olgusu aracılığıyla mümkün kılınan genel biyolojik fonksiyonlar nelerdir? Biyosemiyosisin ana tipleri nelerdir? Bu sorular vasıtasıyla biyosemiyotik kendi temel ilkelerini oluşturur. Örneğin, semiyotik ve biyolojik süreçleri organizmaya göründükleri biçimiyle ele almak ve biyolojik toplulukları birbiriyle bağlaşık olan Umwelten’in toplamı olarak düşünmek, biyosemiyotikte önemli bir ilkedir.
Biyosemiyotik çalışmalarının güncel örneklerini yürüten ekol, Tartu-Moskova semiyotik ekolünün devamı olarak düşünülen, kimi zaman Kopenhag-Tartu Okulu ismiyle, kimi zaman da Kopenhag-Bloomington-Tartu Okulu ismiyle anılan akademisyenler ekolüdür. 1990’larda ilk çalışmalarını başlatan okul, Kalevi Kull, Jesper Hoffmeyer, Claus Emmeche, Frederik Stjernfelt, Søren Brier, Peeter Torop, Timo Maran ve Mihhail Lotman gibi Nordik ekolleri takip eden araştırmacı ve akademisyenlerin çalışmalarıyla gelişmiştir. Biyosemiyotiğin kuramsal gelişimine katkıda bulunan bir diğer önemli isim ise, The Whole Creature: Complexity, Biosemiotics and the Evolution of Culture (2006) ve Expecting the Earth: Life/Culture/Biosemiotics (2016) gibi eserleriyle bilinen ve 25 Haziran 2020’de hayatını kaybeden İngiliz kuramcı Wendy Wheeler‘dır. Wheeler, aynı zamanda, Avrupa Edebiyat, Kültür ve Çevre Çalışmaları Derneği (EASLCE) ve Disiplinlerarası Çevre Çalışmaları Nordik Ağı (NIES)’in ortak organizasyonuyla 2014 yılında Tartu Üniversitesi ev sahipliğinde gerçekleşen ve PENTACLE kurucu ve editörlerinin de kendi bildirilerini sunarak katıldıkları “Framing Nature: Signs, Stories, and Ecologies of Meaning” başlıklı konferansta, Ernest Hess-Lüttich ve Steven Hartman ile birlikte ana konuşmacılardan biri olmuştur. Buradaki konuşmasında Wheeler, doğaya ilişkin anlam arayışlarımızda biyosemiyotik süreçlerin önemini vurgulamıştır.
İnsandan başka türlerin iletişim sistemlerinin de bir dil olarak algılanabilmesi, posthümanist düşünce için önem taşır. Geleneksel dilbilim yöntemlerinin insan dilini birincil ve öncelikli olarak konumlandırmasının yanı sıra, Aydınlanma’dan bugüne gelişen Batı düşüncesinin doğayı sessiz, konuşmayan ve etkisiz olarak ele aldığı düşünülürse, insan/öteki arasındaki ayrımların hiyerarşik olarak dizilimini yapısöküme uğratmak açısından biyosemiyotik alanı, posthümanist kuramlara bilimsel dayanak noktaları sağlamaktadır. Biyosemiyotikteki çalışmalar, ayrıca ekodilbilim alanına ve yakın zamanda kuramsallaşmaya başlayan posthümanist uygulamalı dilbilim alanına da katkı sağlayabilecek niteliktedir.