Omelas’ı Bırakmak ya da Bırakmamak

Bu metinde, orijinal dili Türkçe olmayan eserlerden verilen alıntılar, kaynakçada Türkçeye çevrilmiş biçimi gösterilmedikçe, yazar tarafından Türkçeleştirilmiştir.

Ankara’daki önemli sanat galerilerinden Ka Atölye’de 17 Eylül – 22 Ekim 2022 tarihleri arasına planlanan ve daha sonra da 29 Ekim 2022 tarihine kadar uzatılan, Ece Akay’ın “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” adlı sergisini ilk gezdiğimde, bilim-kurgu dünyasıyla gerçeklik arasındaki o tehlikeli çizgide yürümenin ne demek olduğunu bir kez daha hatırladım. Bu tehlikeli çizgi, aslında dünyanın gerçekliğini klasik anlamdaki realist pencereden algılamakla, onun her daim dönüşümde, akışta, hatta Deleuze ve Guattari’den esinlenecek olursak, hep ‘oluş’ sürecinde olduğunu kabullenmek arasındaki çizginin ta kendisi. Oysa biz insanlar, kendimizi dış dünyadan bağımsız, kendi mutluluk ve refahının kontrolünü ele alabilen ve adeta cam bir fanusla çevrelenmiş canlılar olarak görmeyi pek severiz. Bu yüzden de öncelikle kendi türümüzden başkasını, sonra kendi ‘kabilemizden’ başkasını, en sonunda da kendimizden başkasını umursamayız. Ece Akay’ın sergisi, tam da bu umursamamanın sonuçları üzerinden kurgulanarak oluşmuş eserlerin bir toplamı. Serginin kendi içerisinde zaten bir dolanıklığın varlığını gözetiyor oluşu da posthümanist açıdan, özellikle de posthümanist etik açısından tartışmaya değer birçok fikri yanında getiriyor.

Öncelikle bu dolanıklığın kullanılan materyallerin dolanıklığı olduğunu söylemeliyim. Sergi, içerisinde barındırdığı çok çeşitli sanat üretim malzemesiyle, kendiliğinden birden fazla insan-dışı unsuru bir araya topluyor. Uzun süredir posthümanizmle ilgilenen biri olarak aldığım ilk çağrışım, çoklu varoluş biçimlerinin ortak hareketiyle yarattıkları kümülatif bir etki ile ilgiliydi. Manuel De Landa’nın deyişiyle bir “öbekleşmeye” işaret ediyor bu etki. De Landa’dan esinle, elektrik hatlarının materyal dolanıklığı üzerine yazan Jane Bennett’in ifadesini kullanacak olursam, “birbirinden farklı etkiler üretecek kadar koordinasyona ve yakınlığa sahip ancak birbirlerinden ayrı olarak da var olabilen [elektrik] yüklü parçacıkların materyal bütünlüğü” (2010, s. 24) biçiminde bir tanım, Akay’ın eserlerinin hem ayrı ayrı hem de birlikte nasıl hareket ettiklerini anlatmaya uygun olabilir. Birbirinden ayrı ‘konuşabilen’ ancak topluca ‘davrandıklarında’ çok boyutlu bir öyküyü sanatseverlere ‘aktaran’ ve hatta onları da ‘kendileriyle diyaloğa girmeye zorlayan’ bu eserler, bizlere sonu pek de umutla bitmeyen bir öyküler kümesi sunuyor. Serginin bütününe bakıldığında, renkler, materyaller, desenler ve tüm bunların ‘birlikte’ instalasyonu bizlere “dur ve buraya bak!” diyor. Aslına bakarsanız, bence, çok ama çok acıklı bir son hazırlıyor Omelas’ı bırakıp gitmeye cesaret edenlere. Doğa ile kültürün hiçbir zaman birbirinden ayrılamaz oluşu ise, serginin materyal gerçekliğini posthüman bir gözden okumamızı kolaylaştırıyor.

Ka Atölye’nin Instagram hesabındaki tanıtım yazısından aktaracak olursam, “Ursula Le Guin’in ‘Omelas’ı Bırakıp Gidenler’ hikâyesinden ilham alan ve 2020-22 yılları arasında ürettiği heykel ve illüstrasyonlarından oluşan aynı adlı sergide Ece Akay, fiziksel ve ruhsal acının yaşamın ayrılmaz bir parçası olmasından hareketle, bu ikilemle baş etmemize yardım eden sanatın sağaltıcı gücünü odağına alıyor. Ece Akay’ın beton, doğadan toplanmış diken ve parafin gibi malzemelerden yarattığı çoğu küçük boyutlu heykellerinin yanı sıra, mürekkep ve kurşun kalem kullandığı illüstrasyonlarını bir araya getiren” bir sergi bu, “Omelas’ı Bırakıp Gidenler.” Betonla dikenin parafinle mürekkebin ve kurşunun bir arada, hem ayrı ayrı hem de birlikte, gerek instalasyonla gerekse de kağıt üzerinde ve duvarda bir öykü bütünlüğü yaratması, De Landa’nın ve Bennett’in kendi üsluplarında vurguladıkları bir öbekleşmeye, bir kümelenmeye ve posthüman anlamda bir dolanıklığa göz kırpıyor.

Le Guin’in 1973 yılında yazdığı ve Gülün Günlüğü kitabının içerisinde yer alan ve sergiye ilham veren “Omelas’ı Bırakıp Gidenler” öyküsü, refah, mutluluk ve özgürlük içerisinde yaşayan Omelas halkının, kendi mutluluklarının ön koşulu olarak bir çocuğu feda etmelerinin gerekliliğini anlatır. Omelas halkı bayram gibi bir hayat sürerken, aralarından bir çocuğun tiksinti uyandıracak derecede pis ve sağlıksız koşullarda bir mahzende tutulması (belirtilmeyen bir sebeple) gereklidir. Çocuğu kurtarıp aralarına dâhil etmeleri durumunda bu güzel hayatı terk etmeleri gerektiği okuyucuya hissettirilir. Omelas’ın ütopik atmosferiyle taban tabana bir zıtlık oluşturan bu karanlık yanını, Le Guin şu sözlerle betimler:

Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de ferah evlerinin birinin mahzeninde bir oda var. Kapısı kilitli, penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki, örümcek ağları bürümüş bir pencereden küçük tozlu bir ışık tahtaların arasındaki bir çatlaktan sızıyor. Yerler pislik içinde. Dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele. Oda üç adım boyunda, iki adım eninde… Odada bir çocuk oturuyor…

Tamamen çıplak halde, az miktarda (yalnızca hayatta kalmasına yetecek kadar) yemek verilerek karanlık ve nemli bu mahzende tutulan bu çocuk, işkence görmekte ve kendi dışkısının içerisinde oturmaya zorlanmaktadır. Omelaslılardan bazıları onu görmeye de gelirler, bazısı varlığını bilir ama durumu görmezden gelmeyi tercih eder, bazıları ise buna dayanamadığı için Omelas’ı terketmeye, bırakıp gitmeye karar verir. Gidenlerin toplu bir hareketi yoktur; başka başka yönlere gittikleri anlatılır öyküde. Bu toplu hareketin olmayışı da aslında, 21 Ekim 2022 tarihinde atölyede sergi üzerine bir konuşma gerçekleştiren Mine Özyurt Kılıç’ın yorumuyla, “burada bir başkaldırı olmadığına” işarettir. (Konuşmanın tamamına bu linkten ulaşabilirsiniz).

Yani bırakıp gidenlerin niyeti muhtemelen çocuğu oradan kurtarmaya yönelik bir arayış değildir; her ne kadar öykü bizlere bunun olumlu veya olumsuz bir çözümlemesini sunmasa da… Bu kaçış ya da bırakıp gitme, daha çok, çocuğun içinde bulunduğu koşullara razı olmayan ancak buna itiraz da etmeyen veya edemeyenlerin; duruma dayanamadıkları için (ve bana sorarsanız, kendi vicdanlarının sesini susturmak için) yeni bir yaşama attıkları adımdır. İşte Ece Akay’ın sergisi, bu yeni yaşamın nasıl bir yaşam olduğuna dair öyküde sunulmayan ipuçlarını sunarak, yine Le Guin’in vermekten kaçındığı etik yargıya sürüklüyor sergiyi gezip onu içselleştirmeye çalışanları.

Posthümanist etik meselesine dönecek olursak, 2017 yılında Suudi Arabistan’ın Sophia adlı bir yapay zekaya vatandaşlık vermesiyle alevlenen “peki ya bizden başkaları?” sorusu, tam da bu serginin kalbine oturuyor. Bir toplumun refahı için, içlerinden bir kişi kurban seçilebilir mi? Peki ya bu kurban, “içlerinden biri” değil de, kendi topluluklarına ait olmayan biri (veya bir şey) olsaydı, durum daha kabul edilebilir olur muydu? Yine bırakıp gider miydi, Omelas’ı bırakıp gidenler? Bırakıp gidenlere ne olur? Gönülleri tamamen rahat gitmiş olabilirler mi? Bu gidişin ve sessiz kalışın bir bedeli olmayacak mıdır?

Ece Akay’ın sergisinin bende bıraktığı izlenim, Omelas’ı bırakıp gidenlerin başlarına pek de iyi şeyler gelmediği yönünde. Ancak bu iyi şeylerin gelmeyişi, ellerindeki refahı ‘teptikleri’ için başka yerlerde benzer bir mutluluğu bulamayışlarından mı, yoksa tek bir kişiyi dahi kurban etmenin büyük bedeller ödeteceğinden mi, bilemiyoruz. Benim içimden geçen yanıt şu: Ece Akay bu sergide, Le Guin’in açık bıraktığı kapının aralığından bakarak topladığı ipuçlarıyla, Omelas’ı bırakıp gidenlerin ödediği karmik bedeli bizlere yeniden yazılmış bir öykü olarak okutuyor.

Şu durumda, kendi türümüzden olsun ya da olmasın, başka varoluş biçimlerini kendi mutluluğumuz için araçsallaştırmanın etik bir duruş olduğundan söz edemeyiz. Donna Haraway’in deyişiyle, ancak “türler buluştuğunda” gerçek bir etik algısını yakalayabileceksek, öncelikle kendi türümüzü ‘kendimiz’ yapan şeyin ne olduğunu bulmamız gerekiyor gibi görünüyor. Ethics.org‘daki ifadeyle, posthüman bir etik anlayışı, “bizleri kendi türümüzün çıkarları dışında da düşünmeye teşvik ediyor, kendi dünya görüş ve algılama biçimlerimizde daha az narsist olmaya itiyor ve bizden farklı olanların çıkar ve haklarını da göz önüne almamızı bize söylüyor” (2018) ise, Omelas’ı bırakıp gitmeye karar vermek en kolayı. Sonra başımıza geleceklere razıysak tabii.

Ece Akay’ın sergisi, Le Guin’den yola çıkarak ‘bizden veya değil’ farketmeksizin, bir şey uğruna feda edilenlerin hesabını sormak yerine bırakıp gitmenin o kadar da iyi bir şey olmadığını anlattığına göre, hümanist veya posthümanist, etik konusunu oturup yeniden şekillendirmemiz gerekiyor gibi.

Kaynakça

Bennett, Jane. (2010). Vibrant Matter: A Political Ecology of Things. Durham: Duke UP.

De Landa, Manuel. (2018). Yeni Bir Toplum Felsefesi: Öbekleşme Kuramı ve Toplumsal Karmaşıklık. Çev. Sercan Çalcı. İstanbul: Kolektif Kitap.

Deleuze, Gilles, and Félix Guattari. (1987). A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia. Trans. Brian Massumi. Minneapolis: U of Minnesota P.

“Ethics Explainer: Post-Humanism.” (2018). Ethics.org. Erişim tarihi: 25 Ekim 2022.

Haraway, Donna. (2007). When Species Meet. Minneapolis: U of Minnesota P.

Ka Atölye. Instagram. Erişim tarihi: 25 Ekim 2022.

Le Guin, Ursula K. (2017). Rüzgargülü (Gülün Günlüğü). Çev. Ümit Altuğ. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Özyurt Kılıç, Mine. “Sanatçı Okumaları: Ursula K. Le Guin.” Konuşma. 21 Ekim 2022. Ka Atölye, Ankara.

+ posts