Pandemi sürecinden beri beni epeyce rahatsız eden bir uyku sorunum var; geceleri uyuyamıyorum, uyursam ya bir-iki saat dalabiliyorum ya da hiç. Gün içinde çoğu kez işle güçle oyalanıyorum ancak bazen de yorgunluktan uyuyakaldığım oluyor. Bir gün düzelmiş gibi oluyor, sonra başa sarıyorum yine. Gel gelelim, bu gece yine sadece bir-iki saat uyuyabilmemin başka bir nedeni var: Öfke ve acı.
Türkiye yine kadın cinayetleriyle dünya gündeminde trending topic oldu. Bu kez üç kızkardeşimizi birden aynı günde kaybettik [bu yazıyı yayınlamamdan birkaç saat sonra üç değil, dört olduğunu öğrendim] ve elbette yine Twitter’da fail aklayıcılar, erkek itibarı kollayıcılar, kurban suçlayıcılar, hiçbir şey yokmuş gibi gözü kapalı hayatına devam edenler akın akın yazdılar, çizdiler, bomboş konuştular. Hatta biri çıkıp son derece haddini aşan bir biçimde, katil zanlılarından birini ‘posthuman’ olarak tanımladı. Zahmet edip sözcüğün anlamını dahi araştırmamış bu kişinin bir akademisyen olması, ülkenin içler acısı halini gözler önüne seriyor. Bir diğeri – üstelik bu kişi bir gazeteci / yazar olduğunu söylüyor – “kadın cinayetleri politiktir” sözünün orijinal anlamını, kaynağını, hatta ‘politik’ sözcüğünün ne demek olduğunu dahi bilmediğini son derece belli eder şekilde, bu sloganın “işe yaramaz ve içi boş” olduğunu iddia etti.
Kerameti kendinden menkul bir başkası da, daha önceki kadın düşmanı paylaşımlarını da bildiğimiz bir sosyal medya ‘fenomeni’, oturduğu yerden “kadınların psikopat adamları seçmeye meyli olduğunu” ve “bunun üzerine kafa yorulması gerektiğini” söyledi. Bunu yazan kişinin takipçilerinden gelen beğenilere baktığımızda, aralarında psikiyatrların, jinekologların, üniversite öğrencisi genç kadınların, profiline İstanbul Sözleşmesi’ne destek verdiğini gösteren logoyu ve Anıt Sayaç websitesini iliştiren gazetecilerin olduğunu da hayretle gördüm. Ne biri beğeni gönderirken, “neyi beğendim şimdi ben?” dedi, ne de “ben bunu böyle yazdım ama konuyu bilen biri çıkar da, saçmaladığım anlaşılır mı acaba?” dediler. Tüm bu kitleler, kadınlarda aradıkları suçun zerresini aramadılar erkek faillerde.
Bu iç döker gibi başlayan yazının aslında PENTACLE’ın amacına uygun, akademik bir arka planı da bulunuyor. Acıyı ve öfkeyi ancak çalışarak dindirmeye çalışsam da, bir şeyler yazmanın/söylemenin gerekliliğinden öte acilen harekete ihtiyacımız var. Anıt Sayaç‘ın rakamları, durumun COVID-19’dan beter bir salgın haline dönüştüğünü gösteriyor. İşte bu yazı da, bu salgına bir çare arama derdiyle kaleme alınmış bir yazı.
Daha sonra Kate Millet’a atıfla kullanılsa da, aslında 1970’lerde Carol Hanisch’in kaleme aldığı “Kişisel Olan Politiktir” başlıklı feminist makale, Notes from the Second Year: Women’s Liberation (İkinci Yıldan Notlar: Kadınların Özgürleşmesi) içerisinde yayımlandı ve ikinci dalga feminist hareketin önemli sloganlarından biri oldu. 2006’da yayınladığı haliyle bu makaleye ek bir giriş bölümünü iliştiren Hanisch, konunun geçmişine, burada verdiğim özet çevirisiyle, şöyle değiniyordu:
The Southern Conference Educational Fund (SCEF) isimli bir topluluğun, sıklıkla toplanıp kadınlara ilişkin problemleri konuştukları 1969 yılında, Hanisch grubun içerisindeki bir eksikliği ve yanlışı farketmişti. Grup, meseleleri, kadınların sadece terapi amaçlı bir araya gelerek konuştukları kişisel olaylar gibi görüyordu. Bazı eşit haklar için (çalışma, maaş, vb.) görüş bildirilebileceğini, ancak özellikle de beden meselesine ilişkin detaylara (cinsellik, dış görünüm, kürtaj gibi) girilmesinin gereksiz olduğunu düşünenler çoğunluktaydı. Kişisel inisiyatifin çözemediği ne varsa devrimin zaten bunun üstesinden geleceği, ayrı bir kadın hareketine ihtiyaç olmadığı görüşü yaygındı. “Erkeklerin, kadınların baskı altına alınmasından elde ettiği olası menfaatler, zinhar gündeme getirilmemeliydi” – ki bu noktada Pro-Woman Line adı verilen topluluk devreye girdi. Kadın hareketinin buradan sonraki şekillenmesinde Marksist materyalizmin önemine değinen Hanisch, bu materyalizmden kastının gerçekçilik olduğunun, tüketim toplumu eleştirisi minvalinde olmadığının altını çizmiştir. Kişisel hareketi sınıf hareketi biçiminde yeniden şekillendiren bu katkı, feminist tarih için önemli bir dönüm noktasıdır. İşte bu arka plan, Hanisch’in neden “kişisel olan politiktir” dediğini açıklar ve makaleyi de öncelikle SCEF’in indirgemeci tavrına tepki biçimindeki bir not olarak kaleme aldığını anlatır.
Aslında benzeri bir düşüncenin kökleri, Virginia Woolf’un 1938’de kaleme aldığı Three Guineas (Üç Gine) başlıklı deneme-kitabında da yatmaktaydı. Woolf, kendisine yazılmış hayalî bir mektuptaki üç soruya yanıt vermek üzere yola çıktığı bu kitapta, kişisel olanın politik olduğunu açıkça söylemese de benzeri bir düşünceyi ilk kez harekete döküyordu. Daha önceki eseri A Room of One’s Own (Kendine Ait Bir Oda) ile birlikte okunduğunda daha bütünsel bir anlama kavuşan Three Guineas‘in de kısa bir özeti şöyle verilebilir:
Kendisinden üç ayrı harekete bağış yaparak destek vermesi istenen Woolf, her bir harekete bir “gine” bedel biçer: Savaşı durduracak bir dernek, bir kadın üniversitesinin yenilenmesini destekleyecek bir kampanya ve kadınların meslek sahibi olup çalışabilmesini destekleyecek bir organizasyon. Woolf’un yanıtı çok basittir. Kendisi de orta-üst sınıf bir ailede büyümenin ayrıcalığına sahip Avrupalı beyaz bir kadın olmasına karşın, erkek kardeşlerine sağlanan eğitim fırsatının kendisine sağlanmayışının acısını hayatı boyunca yaşamış bir yazardır o. Kitabın kaleme alındığı dönemde Avrupa’da faşizmin yükselişine yakından tanıklık eden Woolf, ataerkil aile yapısının faşizmle birebir bağlantısını kurar ve şöyle der: “Kadınlar eğitimden, çalışma hayatından, kamusal alandan dışlanmışken savaşı nasıl durdurabilirler? Tarihte hiçbir kadının kurşunuyla başlamamıştır ki savaşlar?”
Şimdi biz soralım: Kadınların hayatın her alanında susturulduğu yerde, başlarına gelen dışlanma, ezilme, baskı görme, şiddetin binbir türlüsüne uğrama gibi her seviyedeki ayrımcılıktan kurtulmaları mümkün müdür? Kişisel olandan daha politik bir şey var mıdır? Kadın cinayetleri, politik olandan bağımsız münferit olaylar mıdır? Hem de, örneğin Türkiye’de, öldürülen kadınların sayısı her yıl üç yüz-dört yüzlerle ifade ediliyorken!
Türkiye’de feminist aktivistler ve kuramcılar kendi aralarında tartışmayı sürdüredursun, nispeten yakın zamanda feminizmin içine saplandığı ve birbirinin ayağına çelme takıp duran meselelere çözüm yine materyalist kanattan geldi. Ancak bu kez atılan adımların kaynağı olan bu materyalizm, Marksist değil, yeni maddecilik olarak bilinen new materialism ve materyal feminizmdi.
Bunun evvelinde, elbette Judith Butler’ın ünlü Gender Trouble (Cinsiyet Belası) kitabıyla hayatımıza soktuğu biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarının ayrımı çok önemliydi. Butler, söylemlerin öneminin altını çizmiş, aslında kadınlara ilişkin meselelerin ta Hanisch’ten bu yana süren sözde “spiritüel, psikolojik, metafizik ve tarihsel” açıklamalarına son verme gayretiyle postmodern feminizme önemli bir ivme kazandırmıştı. Fakat elbette konu salt söylemden ibaret olamazdı. Materyal feminizmde ve yeni maddecilikteki ‘madde’ vurgusu, doğa ve bedenden hareketle, gerçekten fiziksel – biyolojik – elle tutulur madde üzerindedir. Stacy Alaimo ve Susan Hekman, birlikte editörlüğünü üstlendikleri Material Feminisms (2007) kitabının giriş bölümünde, şunları yazmışlardır:
“Maddesellik, özellikle de bedenlerin ve doğaların maddeselliği, feminist kuram için inanılmaz derecede gelip geçici, uçucu, elle tutulmaz bir alan olmuştur. Hatta o kadar uçucu ki, çoğu çağdaş feminizm modelinin kendine rehber aldığı prosedür, kültüre, söyleme ve dile sığınarak karalanmış bir alan olarak maddeselliğin sınırlarından mümkün olduğunca kaçmak biçimindedir.”
Benzeri sözlerin altyapısını aslında Donna Haraway’de de bulmak mümkündür: Siborg metaforu ile gerçeklikle kurgu arasındaki sınırların erozyona uğradığını 1980’lerin sonuna ifade eden Haraway, belki de postmodern kuşağa ait olmasına karşın ona materyalist açıdan bir eleştiri getiren ilk isimdir. 2003’te yayımlanan Companion Species Manifesto (Yoldaş Türler Manifestosu) ile hayvan etiği, ekolojik meseleler, bedenler ve doğa ile feminizmin bağlantılarını, kuramsal açıdan güçlendiren Haraway’in, maddesel olanla söylemsel olanın iç iç geçmişliğini ifade eden “materyal-semiyotik aktörler” tabiri, 1990’ların başından itibaren tüm düşünce ekollerinde 2000’lerin ortalarında gerçekleşecek maddesel dönüşün sinyalini vermekteydi. İşte bu materyal-semiyotik aktörler, madde ile mananın – yani bedensel olanla politik ve söylemsel olanın birbirine dolanıklığını, Karen Barad, 2007’de kaleme aldığı Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning (Evrenle Yarı Yolda Karşılaşmak: Kuantum Fiziği ve Madde ve Mananın Dolanıklığı) kitabında ortaya attığı posthümanist kuramıyla (agential realism – eyleyici gerçekçilik) tam olarak açıklamıştır.
Barad, “dil önem taşır, anlatılar önem taşır, söylem önem taşır; önem taşımayan tek şeyin madde olduğu konusunda önemli bir kanı vardır” diyerek postmodern feminizmin salt söylemsel biçimde algıladığı meseleyi eleştirir ve tartışmayı derinleştirir. Aslında söylemsel ne varsa, bunun maddesel (fiziksel) olandan ayrılamayacağını, biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyetin, sosyal-beşeri bilimlerin ile doğa bilimlerinin ve daha pek çok fiziksel gerçeklikle söylemlerin iç içe geçmiş olduğunu kuantum fiziği ile cinsiyet çalışmalarını bir araya getirerek açıklar. Posthümanizmin bu sitedeki ve bana göre asıl anlamı da budur zaten.
Söz konusu posthümanizm olduğunda, elbette işin ekofeminizm kanadı da önemlidir. Zamanında kadın üzerine kurulan eril tahakkümün doğa üzerine kurulan tahakkümle paralel olduğu fikrini ilk kez söyleyen Vandana Shiva, Marti Kheel ve Val Plumwood gibi önemli düşünürler, kadınları doğadaki üretkenlik eş tuttukları, kadın olmayı doğurganlığa indirgedikleri gibi görüşlerle sıklıkla eleştirilseler de, günümüzde kazandığı kuramsal boyutla birlikte (özellikle de Greta Gaard’ın eleştirel ekofeminizmiyle) ekofeminizm de yeni materyalist bir duruş kazanmıştır. Tüm baskı ve ayrımcılık biçimlerinin kökü olan ve aslında geleneksel Kıta Avrupası felsefesiyle Batı düşüncesinin temelinde yatan zihin/beden ikili karşıtlığı, posthümanizmin sıklıkla sorunsallaştırdığı meselelerden belki de en kilit rol oynayanıdır. Sıklıkla bu sitede atıfladığımız posthümanist kuramcı Rosi Braidotti’nin Vitruvius Adamı eserine getirdiği eleştiri de, bu tarz Aydınlanmacı fikirlerin bir eleştirisidir aslında. Kendine bir şekilde benzemeyen (tür, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim, yaş, fiziksel görünüm ve kabiliyet, dil, din vb. sebeplerle) herkesi ve her şeyi ötekileştiren erkek-merkezli düşünce biçiminin kurduğu tahakküm, aslında tüm varlıkları kendi kontrolü altında tutma arzusuyla doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle, kadınların, queer’lerin, engellilerin, yaşlıların, hayvanların, çocukların, beyazdan farklı ırkların (kısaca merkezin dışına itilmiş kim ve ne varsa hepsinin) uğradıkları zulümlerin hepsi birbiriyle bağlantılıdır. Feminist ekoeleştirmen Simon C. Estok’un sıklıkla gündeme getirdiği üzere, femofobi, zenofobi, homofobi ve ekofobi birbirinden ayrı düşünülemez. Benzer şekilde, postkolonyal feminist düşünür Gayatri C. Spivak’a atıfla, posthümanist bir başka kuramcı olan Cary Wolfe da sıklıkla ırkçılık, türcülük, kadın ve queer düşmanlığı gibi tüm ayrımcı -izm’lerin bağlantılı olduğuna dikkat çeker. Bu bağlantılılık meselesi, temelde ekofeminist köklerden yükselmiştir.
İşte bunların hepsi, hem kesişimlere dayalı (intersectional) kümülatif bir etki yaratmalı, ancak her birinin kendine has koşulları da unutulmamalıdır. Elbette bugün (yani dün) öldürülen üç [aslında dört] kadının hayatları, fiziksel ve sosyal koşulları, yaşantıları birbirinden farklıydı. O farklar önem taşıyor. Hikayeler önem taşıyor. O kesişimlere difraktif (kırınımsal) bakmak (ki bu konuya başka bir yazıda değineceğim), posthümanizmin feminizmlere getireceği en büyük yordam desteği olabilir. Çünkü bu yazıda da gördüğünüz üzere, posthümanizm, aslında tüm yaşam enerjisini feminizmlerden alıyor. Umarım bu yazı hepimize acil bir adalet arayışı çağrısı olur.